Omuzlarımızdaki yük

Aslında çocuk ve ergen depresyonu yaşanıyorsa, ailede ebeveynlerde de depresyon vardır. Hiçbir şekilde huzur yoktur. “Nerede hatâ yaptım?” derken o kadar çok madde çıkıyor ki karşıma… Bir de az önce konuştuğum yaralı kadının söyledikleri belleğime kazınmışken, panik duygusu sarıyor her yanımı!

DALGIN dalgın oturan, arada bir iç çeken kadın, kaç zamandır dikkatimi celbediyor. Hâli dokundu yüreğime. Omuzları, taşıdığı yükün ağırlığından çökmüş; sanki üzerinden atıvermek için fırsat kolluyor. Buraya gelen insanların çoğunun derdi ortaktır. Birbirleriyle dertleşmeseler de aynı yollardan geçtiklerini bilirler.

Ben genellikle gözlem yaparım, pek konuşmam. Beni tanımayan, “Kibirli” diye düşünür. Oysa konuşmak ağır gelir; bir çözüm olmaz konuşunca, başkalarının hikâyeleri daha da canlanır kafamda, yük olur bana. Kendi derdim yetmezmiş gibi, günlerce düşünürüm onları. Anneler çocuklarının elinden tutup beklerler polikliniğin önünde. Çoğu ağır bir yük olarak görür çocuklarını. Çocuklar daha da huzursuzdurlar, sanki zorla gelmişler gibi. Birçoğunun yüzünden okunuyor, tedaviye inançları yok.

Bazılarının, yeter ki gönlü olsun diye, ellerine telefon verilmiş. Versen ayrı bir dert, vermesen ayrı! Doktora soruyorum, “Verin” diyor. Çünkü onlar ayrı bir nesil, bizden farklı, onlar “Z kuşağı”… Dünyayı daha farklı algılarlar, bizden değil, o dünyadan alacakları şeyler daha fazladır. Onlar kendi ayakları üzerinde dururlar ve görsele önem verirler. Onların dünyasına inmek için onları anlamaya çalışmalıyız.

Bu sefer eşimle geldik muayeneye, onu zorla ikna ettim. Onu oğlumla yalnız bırakıp karşıya, kadının yanına oturdum; selâm verdim. Kendisiyle ilgilenen birinin olmasından gayet memnun, anlatmaya başladı. “Çâresizim” diyor, “Her yolu denedim ama olmuyor”, “Köyde yaşadık, kentte yaşadık, olmadı. İletişimi tamamen yitirdik. Artık bundan adam olmaz diye eşim pes etti. Ne tedaviye götürüyor, ne de ilgileniyor. Artık ne yapacağımı şaşırdım, tek çâreyi hastaneye kapatmakta görüyor. Şimdi doktora yalnız geldim, çünkü yine yatırdılar”…

“Eşim de, ben de geleneksel Türk tipi ailede yetiştik, ağzımızı açtık mı, ‘Bizim zamanımızda böyle, bizim zamanımızda şöyleydi’ dedik. Bizim anamız babamız bizle ilgilenmese bile psikolojik olarak yıkılmadık. Bizim çocuklarımız niye yıkılsın? Ben ailece oturduğumuz, çekirdek çitlediğimiz dizi izleme saatlerini aile birliği sandım. Bir zaman sonra bir televizyon yetmedi, iki televizyon aldık. Çocuk cep telefonu istedi, aldık; bilgisayar iki çocuğa yetmedi, ikisine de aldık. ‘Tablet eğitim çok önemli’ dediler, onu da aldık. Çocuk bize tablette matematik oyunlarını gösterince, hep onu oynuyor sandık. Odaya kapanma, bizi tersleme ve sosyal olarak içe kapanma belirtilerini çok sonra fark ettik. ‘Hep tatminsiz, saygısız nesil’ derken dönüp çocuğun ruhuna inmedik. Şimdi de kapıları çok sıkı kapattığı için uygun kilit bulamıyoruz onun ruhuna inmek için…”

Biraz nefeslenince, “Dertlerimiz ne çok benziyor!” dedim. Artık düzelir mi çocuklarımız, bilmiyorum…

“Yok, düzelmez” diyor, “Ben inancımı yitiriyorum. Biz kendimizi düzeltmeden çocuklar düzelmez. Aile olmayı fotoğraflarda sandık. Yıllarca konu komşuyu toplayıp gün yaptım. Onlara harcadığım enerjiyi çocuklarıma harcamadım”...

“Ayda iki üç altın günüm olurdu. Eşim ‘Ne gerek var, niye milleti topluyorsun? Al altını, biriktir işte!’ derdi. Ben de, ‘Yok, olmaz!’ derdim, ‘Sadece altın günü değil, duâ edip Yâsîn okuyoruz; çocuklara da faydası olur, mânevî olarak gönüllerine dokunur, evde okunan duânın farkına varırlar’.

Hiç de öyle olmadı. Mânevî havayı daha güzel bir şekilde, dinî ve ailevî yaşantıyla gösteremedik. Beraberliğin ve mâneviyatın lezzetini yaşayamadık. Her altın gününün iki gün öncesinde telâşı olur, köşe bucak temizlenir, bitince iki gün daha derinlemesine temizlik yapılır… Tabiî çocuklar ayakaltında olmamalı. Ya sokağa gönderirim, ya da odalarına kapanırlar. Kadınlar geldiğinde de gürültü yapacaklar diye içeri alınmazlar, zaten bir çırpıda okunacaklar okunur, ânında misafir odasını bir uğultu sarar. Kim ne demiş, kim ne almış, kim nereye gitmiş, hepsi irdelenir…

Sonra bazı dizilerin kamera arkası yorumlarına geçilir; senaristlere verip veriştirilir, kim kimi neden aldatmış, kim kimin katili… Derken, bulaşıklar yığılmış mutfakta, misafirleri uğurlayan ben sere serpe atarım kendimi kanepeye. Çocuklar da artan ikramlardan akşam yemeğini yer, çekilirler odalarına…

Ne oldu da bu kendi elimle yarattığım yalnızlıklar oğlumun aleyhine döndü, anlamadım. Bana çok normal gelen bu durum, oğlumun sonunu hazırladı. Giderek odadan çıkmaz oldu. Bazı zamanlar yemek bile yediremiyorduk. Bağırıp çağırıyor, şiddete meylediyordu. İşten geldiğimde emek emek uğraşıyor, kimseyi sofraya oturtamıyorum. ‘Ben yedim sen yokken’ diyordu. İnsan yavrusunun yüzünü günlerce görmez mi? Ben göremiyordum. Her görüşte değiştiğini fark ettim, zayıflıyordu, rengi soluyordu…

Bir gün tuvaletin kapısında bayılmasa, yine hiçbir şeyden haberimiz olmayacak! Aldık, yatağına yatırdık. İçimden odayı şöyle bir toparlamak geldi. Çekmecelere kıyafetlerini, kitaplarını koymaya başladım. Dolabın en kuytu yerine elim gitti, değişik bir kutu buldum. Açtım, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Enjektörler, minik kaplar ve minik şişelerde toz, sıvı ilâç ve haplar… Kollarındaki morluğu, acil yardım ekibi serum takarken gördüm.

Şimdi hastanede yatıyor, doktorla konuşmaya geldim. Ne hâlde olduğunu anlatacak. Ama bu yatış çıkışlar bir yıldır aralıklarla tekrarlanıyor. Daha bir arpa boyu yol kat edemedik…”

Bunları dinlerken bir eşime, bir de yanında oturan oğluma baktım. “Anlattığı belirtiler onda da var mı?” diye düşünmeye başladım. Öğleye doğru zor da olsa sıra geldi bize. Bizden önce girenlerin kimi huzurlu, kimi de huzursuz çıktı; hepsinin ortak duygusu bezginlik.

Biz üç kişi girdik, ilk kez eşim de geldi. Çok ısrar ettim, profesyonel birinden duymasıyla benden duyması çok fark ediyor. İçinde bulunduğumuz durumu hastalık gözüyle görmüyor, yaramazlık, haylazlık diye kendi yöntemleriyle çözmeye çalışıyor. Çocuğumun giderek içine kapanması, sadece elinde telefon varken mutlu olması beni korkutuyor. Kısıtlamaya çalışmamızsa, iletişimimizi daha çok bozuyor. Birden hiddetlenip etrafında ne varsa yere çarpıyor.

Aslında çocuk ve ergen depresyonu yaşanıyorsa, ailede ebeveynlerde de depresyon vardır. Hiçbir şekilde huzur yoktur. “Nerede hatâ yaptım?” derken o kadar çok madde çıkıyor ki karşıma… Bir de az önce konuştuğum yaralı kadının söyledikleri belleğime kazınmışken, panik duygusu sarıyor her yanımı!

Aylar var ki, oturup normal insan gibi konuşamadık onunla. Acaba geç mi kaldık? Önceden önlemimizi almalı mıydık? İlk zamanlar onun teknolojik aletlere düşkünlüğünü bir zekâ göstergesi saydık. Kumandayı kullanmayı çabuk kavradı. Bizim anlayıp girmeyi beceremediğimiz yerlere giriverince, “Aman ne zeki çocuk, bizim çocuğumuz diğer yaşıtlarından ne kadar da üstün!” diyorduk.

Eşimle konuşuyorum ve itiraf ediyorum: (Gerçi o kabul etmek istemiyor.) Biz hatâ yaptık!

Çocuk sahibi olmadan önce çocuk yetiştirmenin inceliklerini anlatan kitapları okumalıydık. “Türk toplumu okumuyor!” dediklerinde bu cümleyi yadırgardım. Kendi çapımda iyi bir okur sayılırım. Güncel, çok satan, akşam dizilerine kolay uyarlanan kitapları okuyorum. Magazin ve sosyal medyayı çok takip ediyorum. Gazete almayı severim. Haber başlıklarını takip ederim. Ben birçok anneye göre aydın bir anneyim…

İçeride doktorla her zamanki şeyleri konuştuk. Bu sefer oğlumla ben çıktık, eşim doktorla yalnız kaldı. Memnunum bu randevudan. Gözlerim açıldı; evde ilk işim, oğlumu gözlemlemek olacak ve aile olarak kaybettiklerimi tekrar kazanmak için çabalayacağım. Gerekirse çevre değiştirip oğluma özel zaman ayıracağım. Artık evlâdımı yük olarak görmekten vazgeçip, bir birey olarak göreceğim. Eşim de doktordan dinlediklerini değerlendirecektir mutlaka.

İşimizi gücümüzü, maddî imkânlarımızı yoluna koydukça oğlumuza ayırdığımız zaman azaldı. Onun odasına, özel mekânına hırsız gibi girmek zoruma gidiyor. Madde bağımlısı gençlerin belirtilerini öğrenip onun odasını basmaktansa gönül evine girmeye karar verdim. Sevgi ve ilgi, her sorunu çözer!

Bazı karşılaşmalar hayatımızda dönüm noktası oluyor. İyi ki dinledim, yükünü boşaltmasına izin verdim yaralı kadının!