DALGIN dalgın oturan,
arada bir iç çeken kadın, kaç zamandır dikkatimi celbediyor. Hâli dokundu
yüreğime. Omuzları, taşıdığı yükün ağırlığından çökmüş; sanki üzerinden atıvermek
için fırsat kolluyor. Buraya gelen insanların çoğunun derdi ortaktır. Birbirleriyle
dertleşmeseler de aynı yollardan geçtiklerini bilirler.
Ben
genellikle gözlem yaparım, pek konuşmam. Beni tanımayan, “Kibirli” diye
düşünür. Oysa konuşmak ağır gelir; bir çözüm olmaz konuşunca, başkalarının hikâyeleri
daha da canlanır kafamda, yük olur bana. Kendi derdim yetmezmiş gibi, günlerce
düşünürüm onları. Anneler çocuklarının elinden tutup beklerler polikliniğin
önünde. Çoğu ağır bir yük olarak görür çocuklarını. Çocuklar daha da huzursuzdurlar,
sanki zorla gelmişler gibi. Birçoğunun yüzünden okunuyor, tedaviye inançları
yok.
Bazılarının,
yeter ki gönlü olsun diye, ellerine telefon verilmiş. Versen ayrı bir dert,
vermesen ayrı! Doktora soruyorum, “Verin” diyor. Çünkü onlar ayrı bir nesil,
bizden farklı, onlar “Z kuşağı”… Dünyayı daha farklı algılarlar, bizden değil,
o dünyadan alacakları şeyler daha fazladır. Onlar kendi ayakları üzerinde
dururlar ve görsele önem verirler. Onların dünyasına inmek için onları anlamaya
çalışmalıyız.
Bu
sefer eşimle geldik muayeneye, onu zorla ikna ettim. Onu oğlumla yalnız bırakıp
karşıya, kadının yanına oturdum; selâm verdim. Kendisiyle ilgilenen birinin olmasından
gayet memnun, anlatmaya başladı. “Çâresizim” diyor, “Her yolu denedim ama
olmuyor”, “Köyde yaşadık, kentte yaşadık, olmadı. İletişimi tamamen yitirdik.
Artık bundan adam olmaz diye eşim pes etti. Ne tedaviye götürüyor, ne de ilgileniyor.
Artık ne yapacağımı şaşırdım, tek çâreyi hastaneye kapatmakta görüyor. Şimdi
doktora yalnız geldim, çünkü yine yatırdılar”…
“Eşim
de, ben de geleneksel Türk tipi ailede yetiştik, ağzımızı açtık mı, ‘Bizim
zamanımızda böyle, bizim zamanımızda şöyleydi’ dedik. Bizim anamız babamız
bizle ilgilenmese bile psikolojik olarak yıkılmadık. Bizim çocuklarımız niye
yıkılsın? Ben ailece oturduğumuz, çekirdek çitlediğimiz dizi izleme saatlerini
aile birliği sandım. Bir zaman sonra bir televizyon yetmedi, iki televizyon
aldık. Çocuk cep telefonu istedi, aldık; bilgisayar iki çocuğa yetmedi, ikisine
de aldık. ‘Tablet eğitim çok önemli’ dediler, onu da aldık. Çocuk bize tablette
matematik oyunlarını gösterince, hep onu oynuyor sandık. Odaya kapanma, bizi
tersleme ve sosyal olarak içe kapanma belirtilerini çok sonra fark ettik. ‘Hep tatminsiz,
saygısız nesil’ derken dönüp çocuğun ruhuna inmedik. Şimdi de kapıları çok sıkı
kapattığı için uygun kilit bulamıyoruz onun ruhuna inmek için…”
Biraz
nefeslenince, “Dertlerimiz ne çok benziyor!” dedim. Artık düzelir mi
çocuklarımız, bilmiyorum…
“Yok,
düzelmez” diyor, “Ben inancımı yitiriyorum. Biz kendimizi düzeltmeden çocuklar
düzelmez. Aile olmayı fotoğraflarda sandık. Yıllarca konu komşuyu toplayıp gün
yaptım. Onlara harcadığım enerjiyi çocuklarıma harcamadım”...
“Ayda
iki üç altın günüm olurdu. Eşim ‘Ne gerek var, niye milleti topluyorsun? Al altını,
biriktir işte!’ derdi. Ben de, ‘Yok, olmaz!’ derdim, ‘Sadece altın günü değil,
duâ edip Yâsîn okuyoruz; çocuklara da faydası olur, mânevî olarak gönüllerine
dokunur, evde okunan duânın farkına varırlar’.
Hiç
de öyle olmadı. Mânevî havayı daha güzel bir şekilde, dinî ve ailevî yaşantıyla
gösteremedik. Beraberliğin ve mâneviyatın lezzetini yaşayamadık. Her altın
gününün iki gün öncesinde telâşı olur, köşe bucak temizlenir, bitince iki gün daha
derinlemesine temizlik yapılır… Tabiî çocuklar ayakaltında olmamalı. Ya sokağa
gönderirim, ya da odalarına kapanırlar. Kadınlar geldiğinde de gürültü
yapacaklar diye içeri alınmazlar, zaten bir çırpıda okunacaklar okunur, ânında
misafir odasını bir uğultu sarar. Kim ne demiş, kim ne almış, kim nereye gitmiş,
hepsi irdelenir…
Sonra
bazı dizilerin kamera arkası yorumlarına geçilir; senaristlere verip
veriştirilir, kim kimi neden aldatmış, kim kimin katili… Derken, bulaşıklar
yığılmış mutfakta, misafirleri uğurlayan ben sere serpe atarım kendimi
kanepeye. Çocuklar da artan ikramlardan akşam yemeğini yer, çekilirler
odalarına…
Ne
oldu da bu kendi elimle yarattığım yalnızlıklar oğlumun aleyhine döndü,
anlamadım. Bana çok normal gelen bu durum, oğlumun sonunu hazırladı. Giderek
odadan çıkmaz oldu. Bazı zamanlar yemek bile yediremiyorduk. Bağırıp çağırıyor,
şiddete meylediyordu. İşten geldiğimde emek emek uğraşıyor, kimseyi sofraya
oturtamıyorum. ‘Ben yedim sen yokken’ diyordu. İnsan yavrusunun yüzünü günlerce
görmez mi? Ben göremiyordum. Her görüşte değiştiğini fark ettim, zayıflıyordu, rengi
soluyordu…
Bir
gün tuvaletin kapısında bayılmasa, yine hiçbir şeyden haberimiz olmayacak!
Aldık, yatağına yatırdık. İçimden odayı şöyle bir toparlamak geldi. Çekmecelere
kıyafetlerini, kitaplarını koymaya başladım. Dolabın en kuytu yerine elim
gitti, değişik bir kutu buldum. Açtım, başımdan aşağıya kaynar sular döküldü.
Enjektörler, minik kaplar ve minik şişelerde toz, sıvı ilâç ve haplar…
Kollarındaki morluğu, acil yardım ekibi serum takarken gördüm.
Şimdi
hastanede yatıyor, doktorla konuşmaya geldim. Ne hâlde olduğunu anlatacak. Ama
bu yatış çıkışlar bir yıldır aralıklarla tekrarlanıyor. Daha bir arpa boyu yol
kat edemedik…”
Bunları
dinlerken bir eşime, bir de yanında oturan oğluma baktım. “Anlattığı belirtiler
onda da var mı?” diye düşünmeye başladım. Öğleye doğru zor da olsa sıra geldi
bize. Bizden önce girenlerin kimi huzurlu, kimi de huzursuz çıktı; hepsinin
ortak duygusu bezginlik.
Biz
üç kişi girdik, ilk kez eşim de geldi. Çok ısrar ettim, profesyonel birinden
duymasıyla benden duyması çok fark ediyor. İçinde bulunduğumuz durumu hastalık
gözüyle görmüyor, yaramazlık, haylazlık diye kendi yöntemleriyle çözmeye
çalışıyor. Çocuğumun giderek içine kapanması, sadece elinde telefon varken
mutlu olması beni korkutuyor. Kısıtlamaya çalışmamızsa, iletişimimizi daha çok
bozuyor. Birden hiddetlenip etrafında ne varsa yere çarpıyor.
Aslında
çocuk ve ergen depresyonu yaşanıyorsa, ailede ebeveynlerde de depresyon vardır.
Hiçbir şekilde huzur yoktur. “Nerede hatâ yaptım?” derken o kadar çok madde
çıkıyor ki karşıma… Bir de az önce konuştuğum yaralı kadının söyledikleri
belleğime kazınmışken, panik duygusu sarıyor her yanımı!
Aylar
var ki, oturup normal insan gibi konuşamadık onunla. Acaba geç mi kaldık? Önceden
önlemimizi almalı mıydık? İlk zamanlar onun teknolojik aletlere düşkünlüğünü
bir zekâ göstergesi saydık. Kumandayı kullanmayı çabuk kavradı. Bizim anlayıp
girmeyi beceremediğimiz yerlere giriverince, “Aman ne zeki çocuk, bizim
çocuğumuz diğer yaşıtlarından ne kadar da üstün!” diyorduk.
Eşimle
konuşuyorum ve itiraf ediyorum: (Gerçi o kabul etmek istemiyor.) Biz hatâ
yaptık!
Çocuk
sahibi olmadan önce çocuk yetiştirmenin inceliklerini anlatan kitapları
okumalıydık. “Türk toplumu okumuyor!” dediklerinde bu cümleyi yadırgardım.
Kendi çapımda iyi bir okur sayılırım. Güncel, çok satan, akşam dizilerine kolay
uyarlanan kitapları okuyorum. Magazin ve sosyal medyayı çok takip ediyorum. Gazete
almayı severim. Haber başlıklarını takip ederim. Ben birçok anneye göre aydın
bir anneyim…
İçeride
doktorla her zamanki şeyleri konuştuk. Bu sefer oğlumla ben çıktık, eşim
doktorla yalnız kaldı. Memnunum bu randevudan. Gözlerim açıldı; evde ilk işim,
oğlumu gözlemlemek olacak ve aile olarak kaybettiklerimi tekrar kazanmak için
çabalayacağım. Gerekirse çevre değiştirip oğluma özel zaman ayıracağım. Artık
evlâdımı yük olarak görmekten vazgeçip, bir birey olarak göreceğim. Eşim de
doktordan dinlediklerini değerlendirecektir mutlaka.
İşimizi
gücümüzü, maddî imkânlarımızı yoluna koydukça oğlumuza ayırdığımız zaman
azaldı. Onun odasına, özel mekânına hırsız gibi girmek zoruma gidiyor. Madde
bağımlısı gençlerin belirtilerini öğrenip onun odasını basmaktansa gönül evine
girmeye karar verdim. Sevgi ve ilgi, her sorunu çözer!
Bazı karşılaşmalar hayatımızda dönüm noktası oluyor. İyi ki dinledim, yükünü boşaltmasına izin verdim yaralı kadının!