“KÜN” (Ol) emri ile
vücut bulan “âlem”, muhteşem itaat içinde İlâhî iradeye tâbi.
Kâinat,
açılmış bir kitap. Okumak için sözcükler tek başına yetmiyor; yeterli olsaydı, Yaradan
tüm güzellikleri görmeyi, duygulara dokunmayı, çiçekleri koklamayı, sesi sedayı
duymayı ve kaydetmek için kalemi vermezdi.
Ruha
üflenen, Elest Meclisinde tadılan o güzelliği arayarak yaşar insanoğlu. Bu
sebeple aramak kıymetlidir. Saymakla bitmeyecek yerkürenin ve gökkürenin
varlığına bakıp küllî kaideden hareketle diyebiliriz ki, o vakit okumakla açılır
kalbin tüm sayfaları. “İkra bismi Rabbikellezi halak” (Oku yaradan Rabbinin
adıyla) emri ile hikmetle yazılmış kâinat, tefekkürle nasibimiz olsun.
Mevsimler
nasıl ki kuşanıyorsa renkleri, insan da küçük bir kâinat, tüm renkleri kuşanır,
bu renkleri açığa çıkararak hisseder ve hissettirir. İlk cemrenin düşüşüyle
kulağa akseden baharın ayak sesini duymak gibidir bir annenin karnındaki ilk
tekmeler. Dünyaya geldiği anda evlat olmuştur. Ağacın dalına tutunan tomurcuk misalidir
kundaktaki bebek. Ebedî bağı ve yaşama serüveni, anne ile babanın nazenin
nazarıyla sıralanır. İlk gıda annenin mucizevî ak sütü olduğu gibi, son
katresine kadar keyifle içilen bahar yağmuru, tohumları filizlendirip giz dolu
hayatlarını namütenahi bir şekilde gökyüzüne aşikâr eder. Bu sergiye kayıtsız
kalamayan gökyüzü, şimşekle ayırdığı kollarıyla renk cümbüşüne alkış tutar;
çünkü emekleyen, ilkbahardır.
Parmak
izlerinin her bir insanda farklılık arz ettiği bir kâinat düzeninde insanoğlu
kimliğini tamamen “Her şey zıddıyla kaimdir” tanımında olduğu üzere yaşar.
Sonsuz mutluluk olmayacağı gibi, sonsuz mutsuzluğun da söz konusu edilemeyeceği
bir hikmet arayışında insanın ruhanî kimliği ve kişiliği şekil bulur. Beyazın
beyazlığı, siyahın varlığıyla çok daha derin bir anlam ihtiva ettiği gibi, gece
de ancak gündüzle birlikte hemhâl olduğunda kimliğini, güzelliğini ve rengini
aşikâr eder.
Yaşamın
hengâmesi içinde debelenirken insan, ömrünün en verimli çağlarına denk gelir
mevsimin yaz sıcağı. Âdemoğlu arı gibi çalışır, didinir; kâh dünyanın mal
mülkünün hevesine dalar da Levh-i Mahvuz’da verdiği sözü unutur, kâh zamanın
yığılmışlığı içinde yıkılır da yaşadığı demin güzelliklerine ve Rabbinin
sayısızca kâinata serpiştirdiği nice güzelliğe âmâ olup göremez, beyhude,
oradan oraya savrulup durur zaman heyulası içinde…
İnsanın
tam “Bitti” dediği yerden yeni bir imtihana tâbi oluşu da ruhunun asude olduğu
ama azade olmadığı cennetin fedaisi olmaya talip olduğundandır. Saatli maarif
takvimi sırasınca ilkbaharla çıkılan yol, sahneyi yaza bırakarak görünmez olur.
Yaz mevsiminin habercisi ağustosböceğine sesiyle eşlik eden kırmızı maskeli
saka kuşu, bereketli yaz günlerini tespih ederek minnet ve şükranlarını Rabbine
sunuyordur.
Yaz
mevsiminin meyve veren ağaçları gibi verdikçe çoğalan bir ruha bürünmeli insan,
yoksa ömrünün son demine ne biriktirebilir? Ne diyordu şair “Güz” şiirinde? “Ben
artık korkmuyorum, her şeyde bir hikmet var/ Gecenin sonu seher, kışın sonu da
bahar/ Belki de bir bahçeyi müjdeliyor şu duvar/ Birer ağaç altında sevgilimiz,
annemiz/ Gece değmemiş sema, dalga bilmeyen deniz/ En güzel, en bahtiyar, en
aydınlık, en temiz/ Ümit içindeyim, çok şükür öleceğiz.”
***
Mevsimlerin
yokuş aşağı adımlarında sonbahar görünür. Sararan yaprakların ağacını terk
edişinde mi saklı “kış” adımları, yoksa o adım attıkça mı dökülüyor yapraklar?
İşte o demdir ki, mevsimi değil, ömrünün sonuna doğru yürüyen tebessümlü gönül
sayfalarını seyrediyorum. Ve o kadim son mevsim gibi insanın ömrünün de kışı
gelirmiş, gözlüyorum.
Yolun
seyri yokuştan aşağı döner, geride bıraktığımız mevsimleri hatırlar, içimizde
yaşatırız. Etraf bembeyaz olur, derin bir dinginlik çöker çevremize,
gözlerimize.
Hâsılıkelâm, ömür bir mevsim, insan bir ömür, “zaman” dediğimiz mefhum da bir gündür. Günün, yılın ve insan ömrünün parçaları birdir; tıpkı ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış gibi. Mühim olan, parçalar içindeki bütünü, bütün içindeki birliği, birliğin getirdiği idraki hissedebilmektir.