“Ömür” dediğimiz şey

Gerçeğin ve güzelin en son habercisi Sevgili Peygamberimiz, anlattıklarımızı ve anlatacaklarımızı ne güzel özetler hikmetli bir sözünde: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” Orada güzellikler bulmak isteyen, burada güzel olmalı, güzellikler biriktirmeli. Dünyanın neresine gidersek gidelim, içimizde bir güzellik taşımalı, bunu dışımıza yansıtabilmeliyiz.

ÖMÜR, hiç bitmeyecekmiş gibi görünür insana. Yıllar su gibi akıp gider farkına varmadan. Oysa ay dolanır, yıllar geçer, günler birbirini takip eder, her şey yörüngesinde kendisine tayin edilen işi yapar…

Güneş, hiç vaktini sektirmeden doğar, batışını bir saniye bile geciktirmez. Günler her sene aynı vakitte uzar, aynı vakitte kısalır. Cemrenin havaya, suya, toprağa hasreti hiç bitmez. Bulutlar mavi gökten hiç gitmez. Yağmur bir görünüp bir kaybolur ve bu muhteşem ahenk, bu muazzam disiplin hiç değişmez.

“Ömrüm, sana doyamadım” deriz. “Harcanıp gidiyor ömür dediğin” diye hayıflanırız. Ne geçen günler geri gelir, ne de ecel engellenir. Dünya üzerinde dolanır dururuz sayılı soluklarımız tükenene kadar.

Hayat, insanoğlunun kıymetini bilmediği hazine… Hiç bitmeyecek zannettiğimiz temâşâ... Oysa Yûnus, “Dünya dedikleri bir gölgeliktir” der. Hazreti Peygamber’in, “Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bilin” tembihi ne kadar da anlamlı: “Ölüm gelmeden hayatın, fakirlik gelmeden zenginliğin, ihtiyarlık gelmeden gençliğin, meşguliyet gelmeden boş vaktin ve hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil.” Bu ikaza lâyıkıyla kulak verebilirsek, hayatımız yepyeni anlamlar kazanacaktır.

“Ağzımızın tadını bozan” ölümü hatırlamak, hayatımızın anlamını kavramamızı sağlamanın en güzel yolu değil mi?     “Hayat” dediğimiz şey, ne? Hayatın anlamını düşünüyor muyuz? Niçin geldik bu âleme?

Bu sorulara hakkıyla cevap verebilirsek, yüreğimizi okyanuslar gibi genişletebilir, daracık gönüllere sığar, sevgiliye bakacak yüz bulabiliriz belki. Hayatı böyle okursak, ömrümüzü güzelleştirebilir, çektiğimiz çileleri ve yaşadığımız sıkıntıları unutabiliriz.

İnsan… Asırlar boyunca sırrı çözülemeyen muamma… Ne demeli? Nesini anlatmalı insanın? Çağımızın en modern kimya laboratuvarlarını kıskandıran karaciğerinden mi söz etmeli, saatlerin tozunu attıran kalbini mi anlatmalı? Kendi enerjisiyle çalışan dünyanın en büyük değirmeni mideden mi dem vurmalı, yediğimiz her şeyin nasıl kan hâline geldiğine mi kafa yormalı? Sesi soluğu çıkmayan yürek, nasıl sevdâlanıyor? Aşk ateşiyle insan nasıl yanıyor?

“Nereden geldim, nereye gidiyorum? Ben kimim, neyim?”, Âdemoğlunun ilk çağlardan beri cevap aradığı en temel sorusudur. Yazarların bir görevi de çağımız insanını yeniden “Hazreti İnsan” hâline getirmek, eşref-i mahlûkat olduğunu hatırlatmak, esfel-i sâfilîn çukurlarında debelenmek yerine ahsen-i takvîm tepelerine doğru bir yolculuğa çıkarmak değil midir? İçinizin derinliklerine doğru inmek, kendinize zaman ayırmak, yaratılışınızın hikmeti üzerinde düşünüp kendinizle yüzleşmek için daha ne bekliyorsunuz?

Hayat bizim için çok değerli. Bu fırsatı ikinci kez yakalama imkânımız yok. Öyleyse silgimiz, kalemimizden önce bitmemeli. Yazboz tahtasına çevirmemeliyiz hayatımızı. Endülüslü İbn-i Hazm, “Güvercin Gerdanlığı” kitabında, “Dün geçti, yarının geleceği de belli değil. Öyleyse elimizde bugün var. Ne yapacaksak bugün yapmalıyız” diyordu.

Emellerimiz, ecelimizin önüne geçiyor. Ecelin izin vermeyeceğini bile bile beyhude nal topluyoruz. Kısacık ömrümüze her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Hayâller kuruyoruz olmadık. Ev alıyoruz, yetmiyor, daha büyüğünü istiyoruz; ikinci ev, üçüncü ev, çocuklar için ev, torunlar için ev, oğlan için kız için araba, denizde yazlık… Bunun sonu var mı Allah aşkına? Zevkin, sefânın, şehvetin, hırsın, ihtirasın, kibrin sonu gelir mi? İblis örter kürkünü üstümüze ve yaptığımız her işi bize güzel gösterir.

Hazreti Ali’nin diliyle “başı cefâ, sonu yokluk olan” bir yurttur bu dünya. Dünya, imtihan dünyasıdır. Burada zengin olan servetiyle sınanır, fakir olansa sabrıyla. Gencin imtihanı çetindir çetin olmasına da, ihtiyarı bekleyen tehlikeye direnmek kolay mıdır sanki? Tâkât ister, mecâl ister bu zorlu sınav. Dünyayla yarışmak akıl kârı değildir aslında. Kim onunla koşmuşsa, dünya onu geçmiştir!

Kutagdu Bilig’de al yeşil giyinmiş bir geline benzetilir dünya. Görünüşü güzel olsa da kapılmamamız konusunda uyarır bizleri. Yûnus Emre değil mi dünyaya meyledenlerin sonunda pişman olacağını söyleyen? Dünya bizi tuzağa düşürmeden, biz atmalıyız kemendi onun boynuna.

Peygamberimizin “tûl-i emel” dediği tehlikenin kaçımız farkındayız? İnsanın yaratılış gayesini, görevlerini unutarak uzun emeller peşinde koşmasının bir hastalık olduğunu ne zaman fark edeceğiz acaba? “Hayatımız mutlu, kafamız rahat olsun” diyorsak buna ihtiyacımız var. Atalar ne güzel söylemiş “Azıcık aşım, ağrısız başım” diye! 

İnsanın gözü doymak bilmez. Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler birbirini yemeye devam ederse, hayat çekilmez olur. Dünya da bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğuna göre, günü geldiğinde hepimiz o daracık çukura gireceğiz. Her şey burada kalacak. Ölümün bizi nerede beklediğini bilmiyoruz.

Bir ömrün özeti

Çocukken bizi seven, bizimle ilgilenen büyüklerimiz önce adımızı sorar, sonra “Allah kaç?” der, “Say bakalım İslâm’ın şartlarını” diye eklerlerdi. O meşhur soru da atlanmazdı: “Büyüyünce ne olacaksın bakayım?” Ortaokul, lise çağlarında derslerden kaç aldığımızı sorarlar, hangi üniversiteye gideceğimizle de ilgilenirlerdi.

Yıllar sonra “ununu eleyip eleğini asınca” yani emeklilik günlerinde ne yazılıdan kaç aldığının, ne hangi işte çalıştığının bir önemi vardır. Hak vâki olup ruhunu teslim edince, insanlar arkandan iki hüküm verirler: Ya “Allah rahmet eylesin, iyi adamdı; bir iyiliğini görmesek de kötülüğü dokumadı” ya da “Ne diyelim? Allah bildiği gibi muamele etsin, çok fena biriydi” derler.

Gerçeğin ve güzelin en son habercisi Sevgili Peygamberimiz, anlattıklarımızı ve anlatacaklarımızı ne güzel özetler hikmetli bir sözünde: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” Orada güzellikler bulmak isteyen, burada güzel olmalı, güzellikler biriktirmeli. Dünyanın neresine gidersek gidelim, içimizde bir güzellik taşımalı, bunu dışımıza yansıtabilmeliyiz.

Dostoyevski’nin de söylediği gibi, “dünyayı güzellik kurtaracak”…