ÖMÜR, hiç
bitmeyecekmiş gibi görünür insana. Yıllar su gibi akıp gider farkına varmadan.
Oysa ay dolanır, yıllar geçer, günler birbirini takip eder, her şey
yörüngesinde kendisine tayin edilen işi yapar…
Güneş, hiç vaktini
sektirmeden doğar, batışını bir saniye bile geciktirmez. Günler her sene aynı
vakitte uzar, aynı vakitte kısalır. Cemrenin havaya, suya, toprağa hasreti hiç
bitmez. Bulutlar mavi gökten hiç gitmez. Yağmur bir görünüp bir kaybolur ve bu
muhteşem ahenk, bu muazzam disiplin hiç değişmez.
“Ömrüm, sana doyamadım”
deriz. “Harcanıp gidiyor ömür dediğin” diye hayıflanırız. Ne geçen günler geri
gelir, ne de ecel engellenir. Dünya üzerinde dolanır dururuz sayılı
soluklarımız tükenene kadar.
Hayat, insanoğlunun
kıymetini bilmediği hazine… Hiç bitmeyecek zannettiğimiz temâşâ... Oysa Yûnus,
“Dünya dedikleri bir gölgeliktir” der. Hazreti Peygamber’in, “Beş şey gelmeden
evvel beş şeyin kıymetini bilin” tembihi ne kadar da anlamlı: “Ölüm gelmeden
hayatın, fakirlik gelmeden zenginliğin, ihtiyarlık gelmeden gençliğin,
meşguliyet gelmeden boş vaktin ve hastalık gelmeden sağlığın kıymetini bil.” Bu
ikaza lâyıkıyla kulak verebilirsek, hayatımız yepyeni anlamlar kazanacaktır.
“Ağzımızın tadını bozan”
ölümü hatırlamak, hayatımızın anlamını kavramamızı sağlamanın en güzel yolu
değil mi? “Hayat” dediğimiz şey, ne?
Hayatın anlamını düşünüyor muyuz? Niçin geldik bu âleme?
Bu sorulara hakkıyla cevap
verebilirsek, yüreğimizi okyanuslar gibi genişletebilir, daracık gönüllere sığar,
sevgiliye bakacak yüz bulabiliriz belki. Hayatı böyle okursak, ömrümüzü güzelleştirebilir,
çektiğimiz çileleri ve yaşadığımız sıkıntıları unutabiliriz.
İnsan… Asırlar boyunca
sırrı çözülemeyen muamma… Ne demeli? Nesini anlatmalı insanın? Çağımızın en
modern kimya laboratuvarlarını kıskandıran karaciğerinden mi söz etmeli,
saatlerin tozunu attıran kalbini mi anlatmalı? Kendi enerjisiyle çalışan
dünyanın en büyük değirmeni mideden mi dem vurmalı, yediğimiz her şeyin nasıl
kan hâline geldiğine mi kafa yormalı? Sesi soluğu çıkmayan yürek, nasıl sevdâlanıyor?
Aşk ateşiyle insan nasıl yanıyor?
“Nereden geldim, nereye gidiyorum?
Ben kimim, neyim?”, Âdemoğlunun ilk çağlardan beri cevap aradığı en temel
sorusudur. Yazarların bir görevi de çağımız insanını yeniden “Hazreti İnsan” hâline
getirmek, eşref-i mahlûkat olduğunu hatırlatmak, esfel-i sâfilîn çukurlarında
debelenmek yerine ahsen-i takvîm tepelerine doğru bir yolculuğa çıkarmak değil
midir? İçinizin derinliklerine doğru inmek, kendinize zaman ayırmak,
yaratılışınızın hikmeti üzerinde düşünüp kendinizle yüzleşmek için daha ne
bekliyorsunuz?
Hayat bizim için çok
değerli. Bu fırsatı ikinci kez yakalama imkânımız yok. Öyleyse silgimiz, kalemimizden
önce bitmemeli. Yazboz tahtasına çevirmemeliyiz hayatımızı. Endülüslü İbn-i
Hazm, “Güvercin Gerdanlığı” kitabında, “Dün geçti, yarının geleceği de belli
değil. Öyleyse elimizde bugün var. Ne yapacaksak bugün yapmalıyız” diyordu.
Emellerimiz, ecelimizin
önüne geçiyor. Ecelin izin vermeyeceğini bile bile beyhude nal topluyoruz. Kısacık
ömrümüze her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Hayâller kuruyoruz olmadık. Ev
alıyoruz, yetmiyor, daha büyüğünü istiyoruz; ikinci ev, üçüncü ev, çocuklar
için ev, torunlar için ev, oğlan için kız için araba, denizde yazlık… Bunun
sonu var mı Allah aşkına? Zevkin, sefânın, şehvetin, hırsın, ihtirasın, kibrin
sonu gelir mi? İblis örter kürkünü üstümüze ve yaptığımız her işi bize güzel
gösterir.
Hazreti Ali’nin diliyle “başı
cefâ, sonu yokluk olan” bir yurttur bu dünya. Dünya, imtihan dünyasıdır. Burada
zengin olan servetiyle sınanır, fakir olansa sabrıyla. Gencin imtihanı çetindir
çetin olmasına da, ihtiyarı bekleyen tehlikeye direnmek kolay mıdır sanki?
Tâkât ister, mecâl ister bu zorlu sınav. Dünyayla yarışmak akıl kârı değildir
aslında. Kim onunla koşmuşsa, dünya onu geçmiştir!
Kutagdu Bilig’de al yeşil
giyinmiş bir geline benzetilir dünya. Görünüşü güzel olsa da kapılmamamız
konusunda uyarır bizleri. Yûnus Emre değil mi dünyaya meyledenlerin sonunda
pişman olacağını söyleyen? Dünya bizi tuzağa düşürmeden, biz atmalıyız kemendi
onun boynuna.
Peygamberimizin
“tûl-i emel” dediği tehlikenin kaçımız farkındayız? İnsanın yaratılış gayesini,
görevlerini unutarak uzun emeller peşinde koşmasının bir hastalık olduğunu ne
zaman fark edeceğiz acaba? “Hayatımız mutlu, kafamız rahat olsun” diyorsak buna
ihtiyacımız var. Atalar ne güzel söylemiş “Azıcık aşım, ağrısız başım” diye!
İnsanın gözü
doymak bilmez. Mezardakilerin pişman oldukları şeyler için dünyadakiler
birbirini yemeye devam ederse, hayat çekilmez olur. Dünya da bir oyun ve
eğlenceden ibaret olduğuna göre, günü geldiğinde hepimiz o daracık çukura gireceğiz.
Her şey burada kalacak. Ölümün bizi nerede beklediğini bilmiyoruz.
Bir ömrün özeti
Çocukken bizi seven,
bizimle ilgilenen büyüklerimiz önce adımızı sorar, sonra “Allah kaç?” der, “Say
bakalım İslâm’ın şartlarını” diye eklerlerdi. O meşhur soru da atlanmazdı:
“Büyüyünce ne olacaksın bakayım?” Ortaokul, lise çağlarında derslerden kaç
aldığımızı sorarlar, hangi üniversiteye gideceğimizle de ilgilenirlerdi.
Yıllar sonra “ununu eleyip
eleğini asınca” yani emeklilik günlerinde ne yazılıdan kaç aldığının, ne hangi
işte çalıştığının bir önemi vardır. Hak vâki olup ruhunu teslim edince,
insanlar arkandan iki hüküm verirler: Ya “Allah rahmet eylesin, iyi adamdı; bir
iyiliğini görmesek de kötülüğü dokumadı” ya da “Ne diyelim? Allah bildiği gibi
muamele etsin, çok fena biriydi” derler.
Gerçeğin ve güzelin en son
habercisi Sevgili Peygamberimiz, anlattıklarımızı ve anlatacaklarımızı ne güzel
özetler hikmetli bir sözünde: “Dünya, ahiretin tarlasıdır.” Orada güzellikler
bulmak isteyen, burada güzel olmalı, güzellikler biriktirmeli. Dünyanın
neresine gidersek gidelim, içimizde bir güzellik taşımalı, bunu dışımıza
yansıtabilmeliyiz.
Dostoyevski’nin de söylediği
gibi, “dünyayı güzellik kurtaracak”…