KASIM ayının son, aralık ayının ilk günleri... Ruhumda öyle bir hüzün taht kurmuş ki kudretini tarif etmek çok zor. Dalları mıhlanmış, yaprakları kıpırdamayan kestane gölgesi altında, avuç içlerim çift yönlü çenemi sabitlemiş durumda, gözlerimi biraz kısarak güneşin batışını izliyorum kampüsün yalnız bankında. İkindi sonrası kızıllığı sanki bir Sürmene bıçağıyla ikiye bölünmüş, ufkun sisli kuzeybatı yakasının denizine dalmışım. Ve hemen her gün ibadet gibi bir huşû içerisinde yerine getirdiğim, bir ritüele dönüşen günlük şiir ve yazıların ağırlıklarındayım.
***
Sonbaharın serin günleri… Hıdırlığın tepesinde, kayaların kıyısında bir yıllık ömrünü tamamlamak üzere olan yeşilliklerin elli adım önüne uzanmışım. Şehir olabildiğince göz havzamda. Her hüzünlendiğimde gelip beni serinletecek akşam rüzgârını bekliyorum. Güçlü görünmeye çalışan zayıflamış bir nefesle, “Evet, seni özledim” diyorum semaver kokuları altında kahve gözlere. Ufukları saran kızıllıklar gibi buğulu bakışlar sarmış şehrin atmosferini. Büyük bir şefkat ve sevgiyle rüzgâr olabildiğince yüzümü okşuyor. Bu esintiyle uzaklardan dalga dalga bir bahar kokusu geldi, yayıldı rüzgârın gözlerinden sevgiler ve ben yerimde kalakaldım; uçsuz bucaksız ufuklarda, kızıllıklarından göğe yükselen mahzun sarı umutlarla birlikte. Ve bir de içerimde yükselen özlemlerle…
***
Aralık ayının ortaları… Erzurum’u düşündüm; Kasım’da yağan karları ve beyazlıklar içinde göğe yükselen gri dumanları. Çocuktuk ama tüm kaygılarımıza rağmen, gözlerimizin derinliklerinde kocaman beyaz umutlar yeşerirdi. Şimdi de başka umutlar içindeyim. Gönlüm, her gün sevdanın atmosferinde olmaktan bahtiyar. Bundan dolayı Hıdırlık seslenmek için uygun bir mekân. “Duyun ey dağlar ve ey bulutlar! Yüreğimin içinde büyük bir aşkla ve zaman zaman da çaresizlikle kelebekler gibi fırıl fırıl bir sevda döner.”
Önümden bir kaplumbağa geçiyor. Duyduğu seslerden irkilip kafasını kabuğuna saklıyor. Ve bir sürü kuş anında havalanıyor; onları da ürküten farklı sesler var. Ve bana düşen, onları güzel bir kalp çarpıntısıyla izlemek oluyor. Şimdi ya da daha sonra bu tepeye gelenler olduğu gibi, bu tepeden gidenler de oluyor. Belki de gözlerim, hayatlarının pencerelerine birikmiş, argın ve meraklı gözlerle etrafa bakan insanların yüzlerinde gördüklerimi zihnime kazıyor.
***
Sonbaharın kışa dönen ilk günleri… Şayet haykıramazsam birazdan serin havanın kıvrılarak yükseldiği şu sisli ufuklardaki çam ağaçlarından kulağıma gelen, sevenlerin haricinde kolay kolay kimsenin işitemeyeceği bir müzikalin ardından gözlerin fal taşı gibi açılacağı o anı yaşamak üzere tetikte bekliyor olacağım gece boyu. Ta uzakta yüreği yanan ılık nefesli, buğulu bakışlı naif ruhtan gönlüme uçuşan kuş katarlarının kanat sesleri yaklaşmakta ve yaklaştıkça etrafımda daireler çizmekte artan bir periyotla. Sevgilinin gönlümü delen o yanık sesinin yankılandığını duyar gibi oluyorum bu sisli şehrin üzerinde: “Ömrümüzün son demi, sonbaharıdır artık…”
Ardından birbirinin üzerine yığılarak uçuşan o kuş katarları... İçerimde katarlar, katarlar…
***
Aralık ayının on sekizi… Hıdırlık tepesinin şehre en hâkim noktasında ilkbahardan kaçan bir günün ikindi vaktindeyim. Ben burada kendi gönül yoğunluğumla baş başayken, o da uzakta kendi günlük yoğunluğu içinde, yüreğinin alevleriyle kelebekler gibi çırpınıyordur belki. Belki de onun gönlünden yağmış bahar yağmurlarının arındırdığı topraklardan yayılan kokuların büyüsündeyim. Güneş şehrin güneybatı yününde büzülürken gözlerimden yayılan elamsı ışık, gözlerime ulaşan kahvemsi ışıkla yönümü aydınlatıp yüreğimi ısıtıyor. Mavi tül ağartılarına benzeyen incecik bir sevda ise avuçlarımdan ona doğru yola çıkıyor ve sanki sabah rüzgârına kapılmış türküler gibi yanık yanık yayılıyor. Vakit akşama doğru ve sessizliğin eli kulağında artık. Dönüş başlıyor. Sanki her şey biliniyor buralarda. Oturduğum yerden kalkıp üstümü başımı ellerimle çırparak evin yolunu tutuyorum. Biliyorum ki, hayat kendimizi anlatmak için çok ağır ilerlemez. O hâlde sevda için sesimizi kısmamak gerek.
Gecenin bir yarısı oldu artık; uyku beni terk etti. Gözlerimi yumdum, defalarca sağa sola döndüm, uyumayı istedim fakat olmadı. İstemeye istemeye yatağı terk edip balkona geçtim. Zaten ara sıra bunu yaşarım. Bu gece de o gecelerden biri. Uzun uzun kuzeyin yıldızlarına baktım, sonra sokağın mecalsiz yanan sarı ışığının aydınlattığı kaldırımlara. Sanki onlar, sevdayla çiğnenmenin sarhoşluğunda titriyorlardı. “Yarısından çoğu geçmiş her geceye sessiz bir aşk yakışır” diye düşündüm. Uzun bir müddet yüzüme çarpan rüzgârın şarkısını dinledim. Ruhumun tüm yorgunluğunu alıp götürüyordu.
Yürüdüğümüz kaldırımlar canlandı gözümde. Şimdi onlar kimsesiz, sessiz ve pırıl pırıl olmalı. Uyanığım ya, “Kaldırımlar beni bekliyordur” diye düşündüm. Çünkü senin düşünle, dağılmış olan ruhum ve gönlümün rengi oralarda değişebilir ancak. Sevdan, yüzüme çarpan rüzgâr gibi burnumun ucunda gezinen bir karanfil kokusudur daima; kulaklarımızda çınlayan sevmenin soluğudur ve indi mi yüreğe, çıkmak istemeyen en büyük ahenktir.
Bütün noksanlıklarıma rağmen ben de bu eksik dünyada herkes gibi bir ulağım. Her ulak gibi benim de görevlerim var. Bu bilinçte olduğumu düşündüm hep. Çıktığım yeni yolda da aynı bilinçte olduğumu ve gönlümün dağlarına mavi bir sis gibi sevdan indiğinde de düşündüm. Önümde sonunu göremediğim yollar var. Yolun ortasındayım. Başında değil ama nereye nasıl gideceğimi bilmeden de bu yolu yürüyemezdim asla. Durup düşündüm. Sırtımdaki heybemi ve içinde kullanabileceğim malzemeleri… İşte tam bundan sonraydı, hayâlimde tuttuğum ellerinle yağmurdan sonra neşeli beyaz bir bulut gibi konuşa konuşa yürüyorduk yüreklerimize…
İnsan her yola çıktığında yalnızdır; her acısında yalnız olduğu gibi… Zaman zaman yol arkadaşları olur; yorulduğunda huzurla dinleneceği mekânlar da. Bir de insanın kendine olan yolculuğu var ki o yolda ne bir yol arkadaşı, ne de huzur veren bir mekân var. Bundandır, kendime olan yolculuklarımı sık sık hatırlarım. Her hayatın birçok hedefi ve her hedefe ulaşan çok farklı yolları var. Her yolda aynı yol arkadaşıyla olabilmek az sayıda insana verilen üst düzey bir nimettir. Ama insanların bazıları yol arkadaşlarını sık sık değiştiriyor. Hayat yolunda her insanın sağından solundan geçip gidenler vardır. Bazıları selâm verip hâl hatır sorar, bazıları da çok acelesi varmış gibi çekip gider. Bazen de ansızın otağ kurulan mekânlar olur ki asla gitmeyi düşünmeyiz. Belki de o otağın avizelerinden, renkleri seçilemeyen, titreşimleri ölçülemeyen mikro boyutta huzur veren ışıklar saçılıyordur.
Gece uzun uzun sokak ışığına rağmen görülmek için enerji harcayan yıldızları izlerken, hayatın bazen hırçın bir rüzgâr gibi bir sağdan bir soldan esip gürlediğini düşündüm. Bunu fark ettiğimizde çok geç olabiliyor. Belki de o an buğulu gözlerden gönül dağlarıma yağan gül kokularını kokluyor olabilirim. Ve bu hâldeyken neyin nasıl olduğunu anlayamam. Toparlanmaya çalıştıkça sevginin sessiz bir çığlık gibi saran harmonisi ise gönlümü tutsak etmeye yetti zaten. Sonra geceye… Sanki göğü ikna etmiş de beyaz bulutlar, üstümde bir beşik gibi bir sağa bir sola gidip geliyorlar. Hemen ardından rüzgârın uğultusu duyuldu, işareti alan bulutlar renk değiştirdi, gök gürledi ve yer sarsıldı. Yağmur, gözlerin gözlere fısıldadığı gibi geceye fısıldadı şarkısını. Gece konuğunu en güzel şekilde ağırladı; kayaların biz ağırladığı gün gibi… Gönül pencereleri sonuna kadar açıldı. Sevenler affedildi ve hasretler vuslatın ellerinde boğuldu. Bir yağmurlu gece daha unutulmayacak gecelerde yerini aldı.
Yağmuru dinlerken siluetin belirdi ufkumda. Gözlerin ve sözlerin ruhumdan çıkanları daha iyi yansıtsın ve o duyguları daha iyi sindirsin de zihnimi daha iyi rahatlatsın diye uzun bir süre sessizce ve kıpırdamadan yağmuru izledim. O anda gözlerinden açılan pencereden ufuksuz vadinin derinliklerinde ve vadiyi çevreleyen dağların üzerindeki yağmur tanelerinde ıslandım. Ve sabah, gün doğarken hiçbir şey olmamış gibiydi; açıktı tüm pencereler sonuna kadar.
Ben kışa rağmen hâlâ sonbahardayım. Ve bir yolcuyum sana doğru; tanıdığım ve tanımadığım herkes bilsin bunu. Sevda yolculuklarında önden gidenler ve geride kalanlar vardır daima. Heybesini taşıyamayıp yollarda kalanlar olacağı gibi, arkadan gelecek olanlar da olacaktır elbette. Bilinmekte ki, sevgi ve nefret aynı dünyanın iki ayrı kutbu; döngüleri aynı olsa da etkileri ve yolları çok farklı. Her yolun yolcusunun kendi tercihi var; kimi rüzgâr esse kendini bırakır, savrulur oradan oraya, kimi de yağmurla ıslanır, rüzgârla kurulanır, karda paklanır ve her şeye rağmen menziline ulaşmaya çalışır. Kimileri su verir, kimileri ise su taşır. Bu duygularla uyanıp geceden hatırladıklarımı bir kez daha aklıma ve kalbime yerleştirdim ve günüme doğan güneşin sesine kulak verdim.
O, sevgiyle bakıp seslendi bu sabah da. Bir sabah karşılaştığımız sokaklardan birindeki gibiydi gözleri ve sesi. O anlarda karanlığı yaran dolunayın parlaklığı gibi parıltılar yansır her iki yanağındaki küçük gamzelerinde. Ve sesi hızla incelir bir yayla suyu gibi. Ilık bir bahar sabahında çağlayana eşlik eden turnaların sesi gibi varlığı gözlerinden gürül gürül gönlüme akar. İşte o anlarda tamamlanır gecenin büyüsü ve kaldırımlardaki ayak sesleri. Yüreğimde derin dalgalanmalara neden olan bulutsu sesle, gözlerimin kesinlikle bir aşk şarkısı okuduğunu söyler; gözlerinde sevda kılığına bürünmüş başka bir derinlikle öylece susar. Ben ise gamzelerinden yayılan gül kokularıyla gecenin yorgunluğundan sıyrılmanın huzurunu yaşarım.
***
Günlerden yirmi bir aralık. Sonbahardan eser yok artık. İklim beyaza dönecek. Hüzünlenecek kar taneleri. Ne kadar ağır ve duygusal olsalar da yerçekimine yenilecekler tüm yağmurlar gibi. Belki kar yağışı öncesi bir fırtına çıkacak. Onun önünde kaotik hareketler yapan bulut, onların dünya ile bağlantılarını sağlayacak. Ve ben, kendi içimdeki bulutlarla her gece gün batımına vuslatın özlemiyle bakmaya devam edeceğim. Çünkü vuslat hasretten çok çok geride ve vuslat, hasretin arkasında yürüyor her gece. Hasret vuslatın yüzünü göremese de onun nefesini arkasında hissediyor daima. Her soluk bir değerdir hasret için. Yani benim için… Ve ben, her soluğu ruhuma ağır bir şiir olarak yazmaktayım her gece…