Ömrümüzün son demi: Sonbahar mevsimi

Yüzleri buruş buruş, her bir çizgi ayrı bir hikâye anlatır, gizli şifreler vardır içine çökmüş avurtlarında. Her birinde pişmanlık, umut, gurur vardır. Gözlerinin içi güler en ufak bir teşekküre; zira onlar da müteşekkirdir “hayat” denen çarkın Sahibine. Yaratıcıya şükrederken, tek sığınaklarının “O” olduğunu anlamışlardır.

BÜYÜK şehirlerde, modern yaşam alanlarında sıkıştı kaldı insanlık. Ayaklarımız toprağa değmez; kıvrımlı, dar patika yollardan geçmez, toprakta yürüyemez olduk. Liman şehirlerinde, harika kumsallarda, sıcak plajlarda kaldı gözümüz. Konforlu ve yüksek binaların dört duvarına çekirdek aile olarak sıkıştık kaldık. Dedeler torunlarına hasret kaldı, çocuklar da yaşlı nüfusu tanıyamaz oldu.

Geniş avlulu, ferah bahçeli, geniş ailelerin kaldığı sıcak yuvaları özler olduk. İtiraf edemesek de, nerede nostaljiyi andıran bir yapı ya da mekân olsa içinde olmayı hayâl ederiz. Anneler çalışırken yaşlılar evde çocuklara göz kulak olur, onlara masal anlatır, bezden ya da tahtadan oyuncak yapardı.

Anne babalarından da saygıyı öğrenir, komşu hakkını, büyüklere hürmetin ne kadar kutsal olduğunu tecrübeyle anlardı çocuk. Hayvanları tanır, evin avlusunda ve dışındaki canlılara merhamet etmeyi vicdanına yerleştirirdi.

Biz şehirlere hapsettiğimiz çocuklarımıza kitapları okumayı öğütleyip değerler eğitimi verirken, hayattaki pratik sahayı ellerinden aldık. Çocuklarımız aldıkları eğitimi uygulama sahası bulamıyorlar. Zira komşuluk ve yaşlı ilişkilerini anlayacakları ortam yok. Oysa ne tatlıdır yaşlıların dilleri, ne yumuşaktır gönülleri, ne merhametlidir yürekleri. Pamuk gibi yanaklar, öpülesi eller, tecrübeyle iz yapmış alın çizgileri bizlere mesaj vermek ister.

Bir yanımız modern hayatın dayatmalarına kapılırken, bir yanımız eskiye özlem duyar. Rûhumuzun tatmin olması için huzura ve doğallığa çok ihtiyacımız vardır. Büyük şehirlerin uzayıp giden beton yollarına bakıp sonsuzluk özlemine kapıldık. Ömür akıp giderken anlamalıyız artık, her yolculuğun bir sonu var; menzil aynı, son durak ebedî âlem…

Bunu anlamış olan sözün ustaları, bizim de veciz olarak anlamamız için gönüllerinden geçen incileri dizmişler. Her biri ayrı hazîne değerindeki hikmetli sözleri bizlere mîras bırakmışlar. Ömrün son demini sonbahara ve akşamlara benzetmişler. Yolun yarısı geçilirken, hissedilenleri nakış gibi işlemişler dizelere.

Şair Ahmet Haşim, “Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden/ Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak/ Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak” derken, hüzünlü sonbahar mevsimini çağrıştırır. Belli bir yaşın ardından bakışlar ötelere, çok uzaklara, genellikle semâya çevrilir. Hayat o kadar hızlı akıp gider ki, bu bakışlar sâbitlenmez, devam eden döngüde yerini almak zorundadır kişi.

“Yaş almak” denilirdi eskiden, şimdilerde biz adını “yaşlanmak” koyduk. Yaş aldıkça hayata katacağı değer artar bireyin. Değer görürse, aldığı yaşın hakkını verir, üretken olmak için çabalar durur. Yeter ki imkân verilsin ona!

Geniş aileler içinde stres ve kargaşadan uzakta ömür geçirmesine yardımcı olunmalı, aileler eskiden olduğu gibi genişlemeli. Her evde çocukların ninni dinleyebileceği, dizinin dibinde yatacağı, nasırlı elleriyle sırtını kaşıtacağı yaş almış nineler ve dedeler olmalı. Yaş almış, tecrübeli büyüklerimiz pencere arkasında yalnızlık içinde ömür tüketmemeli. Onların yalnızlık ve sıkıntılarını anlayabilmeliyiz.

Bazı bireyler yaşlandıkça hassas ve içine kapanık olabilir, kendini ifade etmekte zorlanırlar. Bunları kanıksayıp çoğu zaman yaşlılığına veririz. Ama bilelim ki, depresyon her yaştaki bireyin sıkıntısıdır. Bunu aşmanın en güzel yolu, içinde kuş cıvıltılarını andıran çocuk sesleriyle dolu sıcacık yuvalardır. Onları bakımevlerinin buğulu pencerelerinden kurtaralım.

Şair Orhan Veli çok güzel anlatmış “Ölüme Yakın” şiirinde pencere arkasındaki yalnızlığı: “Akşamüstüne doğru, kış vakti/ Bir hasta odasının penceresinde/ Yalnız bende değil yalnızlık hâli/ Deniz de karanlık, gökyüzü de/ Bir acayip kuşların hâli/ Bakma fakirmişim, kimsesizmişim/ Akşamüstüne doğru, kış vakti…”

Yalnızlıkta her şey karanlık, sisli puslu görünür gözümüze. Ağır bir kış havası sezilir. Kuşlar dâhil, çevremizdekilerin rûh hâlleri de acayiptir. Yalnızlık duygusu giderek olumsuzlukların ve kötü düşüncelerin kapısını aralar. Öyleyse bu çekilmez yalnızlığa duçar etmemeliyiz yaşlılarımızı. Yaşlılığın çekilmesi gereken bir ceza olmadığını sezdirmeli, onlara değerli olduklarını hissettirmeliyiz.

Eğer yeni nesil olarak yaşlıların elinden tutup tecrübelerinden faydalanabilirsek, onlara görünen sonbahar, ilkbahara evrilir. Böylece tarih tekerrür etmez, her bir birey hatâlardan ders çıkarmayı öğrenir. Geçmişe takılıp kalmadan, geçmişten ders alarak geleceği inşâ edebiliriz.

Şair Yahya Kemal de şiirinde sonbahara vurgu yapar: “Fâni ömür biter, bir uzun sonbahar olur/ Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur/ Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ…”

Hüzün insana yakışır. Dozunda olmak şartıyla,a hiç bitmeyen eğlencelerden daha çok huzur verir. Çünkü her hüzün tefekküre, inanca, bazen pişmanlığa ve tövbeye götürür. Hüznü neden sadece yaşlılara yakıştıralım? Yeri geldiğinde gönlümüzde sonbahar çağrışımlarını hissedelim ki geçici dünyaya kalıcı faydalar ve eserler bırakabilelim.

Hayatın hızına kapılıp giderken, biraz da etrafımızda olup bitenlere kulak kabartıp göz gezdirelim. Bunun için de vites küçültüp hızımızı keselim ve bazen patika yollarda, bazen taşlık köy yollarında, bazen de yokuş ve sarp, aman vermez geçitlerde gezelim. Ama her yol ve güzergâhta mutlaka dinlenip şöyle bir çevremizde neler olup bittiğine bakalım. Yol kazaları yapmamak için daima temkinli olalım. Çünkü hayat, göz açıp yumuncaya kadar geçiyor. Bizim Âşık Yunus ne güzel söylüyor: “Geldi geçti ömrüm benim/ Şol yel esip geçmiş gibi/ Hele bana şöyle gelir/ Şol göz yumup açmış gibi…”

Güzel duygu, sadece şairin dizelerinde kalmamalı. Bunları derinden hissedip gönlümüzde yaşamalı, hayatımıza düstur edinmeliyiz. Yaş almış sevdiklerimizi dört duvar arasından çıkarıp her yaşın kaynaştığı ortamlara almalıyız. Bizim köklü bir kültürümüz var. Türk tarihini incelediğimizde, yaşlılara “eren, pîr” gözüyle bakılıp el üstünde tutulduğunu görürüz. Gönüllerini incitmeden, onları hayatımıza katmalıyız. Giderek yaşlanan bir nüfusumuz olduğunu, gün gelip bizim de onların yerini alacağını, yeni nesilden beklentiye gireceğimizi unutmayalım. Yaşlıların hayatını düzeltecek her yatırım, ileride bizim de hayatımızı güzelleştirecektir.

Her yaşın ayrı bir güzelliği vardır. Hiçbirimiz bilemeyiz bize biçilen ömrün süresini. Hayır ve güzellikle geçirilen ömür, en uzun ömürdür. Yaşadığımız her ânın kıymetini bilirken, ömrümüzü yarılayıp ikindi vaktine yaklaştığımızın bilincine varmalıyız. Bakın, şair Cahit Sıtkı Tarancı ömrün yarısına ne demiş: “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder/ Dante gibi ortasındayız ömrün/ Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?/ Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?/ Ya gözler, altındaki mor halkalar?/ Neden böyle düşman görünürsünüz/ Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?”

Yolu hangi yaşımızda yarıladığımızı bilemeyiz ama bu duygular bize de yabancı gelmiyor. Yıllar yılı dost bildiğimiz yüzler, eğlenceler, makyajlar ve süsler bize yabancı gelmeye başlıyor. Ne olursa olsun, maskeler bazı şeyleri gizlemiyor!

Maskeleri atıp gerçek kimliklerimizle gerçek dünyaya dönmenin vakti geldi! Artık çevremizde acı çeken, bizden medet uman insanlar olduğunu anlamalıyız. Duyarlı bir toplum olmak için özeleştiriyi kendimize yapmalıyız. Her fırsatta gençlerimizi eleştirip suçlamak yerine, orta yaş ve biraz altı bireyler olarak davranışlarımız ve merhametimizle gençlere örnek olmalıyız.

Yaş almış, güzleri savıp fırtınaları, boranları atlatıp kış görmüş insanları sımsıcak sevgimizle kucaklayalım, onlara kucak açalım. Yüzleri buruş buruş, her bir çizgi ayrı bir hikâye anlatır, gizli şifreler vardır içine çökmüş avurtlarında. Her birinde pişmanlık, umut, gurur vardır. Gözlerinin içi güler en ufak bir teşekküre; zira onlar da müteşekkirdir “hayat” denen çarkın Sahibine. Yaratıcıya şükrederken, tek sığınaklarının “O” olduğunu anlamışlardır.

Yumuşak konuşurlar, damarlarına basılınca çocuklaşır, sevgiyle huzur bulurlar. Çok severiz onları, çok severiz. Dostlarına ömür adamışlardır, her bir sitem ayrı bir yakarıştır, ilgi isteğidir. Kim bilir kimin yolunu gözlemiş, gönülleri kime kırılmıştır. Bükülmüş belleri giderek toprağa yaklaşırken, bize de hatırlatırlar âdeta topraktan gelip toprağa gideceğimizi.

Her fırsatta öpelim o tatlı ellerini, usanmadan dinleyelim tatlı dillerini, hep sevelim o güzel yürekleri, hep kucaklayalım o çocuksu bedenleri…