Ömrümüz ve gönlümüz kandilsiz kalmasın!

Birbirimiz için sözünü tutanlar, emaneti koruyanlar, mü’min kardeşine hatır sormanın kefaretine talip olanlar ve hayırda yarışanlar olmadıkça, bir diğerimize baktığımızda “emin”lik aynasına sûretimiz düşmedikçe, âyet ve hadîslerin zikrinden hayâ etmeliyiz ki âhir zamanda “Asr-ı Saâdet”i inşâ edenler olabilelim, dünyadaki zulümlere ve dökülen kanlara “Dur!” diyebilelim, haklının hakkından ve mazlumun ahından, dünyaperestlerin rantından korunabilelim…

HAYAT bir gergef, zaman nakış, Âdemoğulları nakkaş… Ne ile meşgul olursa insan, yönünü nereye dönerse, onu nakşediyor yaşamına…

Zaman sırsız bir cam gibi… İçinde olduğunu bildiğimiz, içinden geçerken kedimizden geçip her saniyemizin katlini vacip kıldığımız; eylerken, söylerken, gezerken, dinlenirken üzerinde tepindiğimiz, kadr ve kıymette israfından çekinmediğimiz “zaman” görüntümüzü yutan, sonra bağışlanması zor bir hatâ gibi yüzümüze vuran her birimize münhasır bir âyine…

Güneş ve Ay gökyüzünde seyrüsefer eylerken günbegün, zamandan maya çalıyor insanlık rûhuna…

Alınan nefes, yenilen yemek, içilen su, giyilen urba, öğrenilen bilgi, hedeflenen ilim, keşfedilen bilim, ulaşılan irfan, gözetilen hikmet, inanılan din, insanın kaderi, kederi, kaideleri, keşifleri, hedefleri, hepsi “zamanın” içinde “zamanla” mümkün.

Ne var ise insanı donatacak, istikamet belirleyecek, taraf tayin edecek, hepsi ezelden ebede “zaman” içinde saklı.

Fertten cemiyete, cemiyetten millete, milletten tüm insanlığın menkîbesinde “zaman”, ana mefhum!

İnsanlık ibret için “geçmişi”, gündemin nabzını tutarken ve güncel kalabilmek için “an”ın, hedeflediği her ne varsa “geleceğe” ulaşabilmek için zamana muhtaç.

Her ihtiyaç, bir gerekliliğin kaçınılmaz sancısı ve her muhtaçlık bir ihtiyacın karşılığıdır.

Evvel zamandan beridir, insanoğlu ihtiyaçlarını demlediği, “zamanı” doğru, iyi, esaslı okumamanın kefaretini ödemiş ve her tecrübe kayda geçilerek “tarih”in yazılmasını sağlamış. İş ki, ibretten nasibi olanlar ve tarihin tekerrüründen ziyâde tarihe katma değer eklemek isteyenler, bu muazzam mefhumun kadrine talip olmuşlar.

Sunulanı değil olması gerekeni, insanın buyurmasını değil Yaratıcısının buyruğunu esas alanlar, saman içinde kalbur aramak yerine şuurlu biçimde “zamanı” mazi-dem-muzari sacayağı üzerinde ağırlamak, insan olmaklığın, kul olmaklığın, vatandaş olmaklığın şiarı gözetildiğinde yaratılış gâyesi tecelli edebilir!

Ve insan, böylesi bir idrak ve dirâyet ile yol alıp yaşamak serüvenini yaratılış gerekçesine uygun tamamladığında, kendinden sonra gelecek nesle ayak izlerini bırakabilir.

Âdemoğullarına, hatâların mâliyeti ibret, başarıların bilânçosu gayret olsun da yön bulunsun, yol alınsın, hedef tutturulsun diye evvelemirde âyet âyet nasihat, âlimlerle tavsiye, tarihçelerle yöntem, bilgelerle bilgi hep “zamanın” içinde sunulmuş.

Ancak insan, kodlarına yerleştirilen “bile isteye nisyan”, “göz göre göre körlük” gibi imtihan gerekçeleri “yaşanmış, bitmiş” kabulü ile ibretten yoksun, tavsiyeden mahrum kalmaya talip olabiliyor.

Ah insan, gözleri açık uyuyabiliyor! Esâsında hep bir uyanıklık hâline talip olmak gerekiyor. Pek çokları, “Gözünü kapatan yalnız kendine gece yapar” fikrini biliyor fakat ellerini gözünden alamaz oluyor.

Böyle tespitengiz konuşmalar kolay aslında. İnsan olmak, insan kalmak zor esâsında.

Âdem (as) ki, saymasaydı eşyanın adını, bildirilmeseydi ona meleklerin bilmediğini bildiği, verilmeseydi içine yeryüzünün yüküne talip olma isteği, “fitne çıkarma” ihtimâli malûm olduğu hâlde secde eder miydi Hazreti Âdem’e Rabbin melekleri? Etmezdi muhtemel! Çünkü farkı olmazdı Âdemoğullarının meleklerden…

Madem meleklerin secdesi Âdem’in iki dudağı arasından süzülen eşyanın isimleriyle mümkün oldu ve madem şeytandan gayrısı insana Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emri ile vecde durdu, öyleyse insan olmaklığına “bilir” olmakla birlikte tecrübî olarak şâhit edildiği “secde” ile bir de kul olmaya ve kul kalmaya gayret kesilmesi için rûhuna, omuzlarına mesuliyet tahtları kuruldu demektir.

İşte rûhumuza kodlanmış, omuzlarımıza kurulmuş o tahta kurulacak olan idrakten başka bir sultan yok! Yaratılış gâyemize yakışır bir tefekkür ile zanlardan, varsayımlardan, şeytanın davet ettiği isyandan koruyup kendimizi, aslî mefkûremize gayret kesilmeli ve her bir fert, kendi mesuliyetinden mesul olmalı ki cem olduğumuzda dirâyetli bir toplum oluşabilsin, tüm dünya nizâmı, izan ile tesis edilebilsin!

Tüm kâinata ve yaratılmış her rûha âyet âyet fısıldanmış bütün hakikatler; parmak izlerimizden eylediklerimize, adımlarımızdan gittiğimiz ve gideceğimiz yollara, söylediklerimizden kalplere, sessizliğimizden ibâdetlerimize yansıdığında değişecektir dünya/mız!

Ve dünyalılar olarak o vakit saâdet nasibimiz olacaktır.

Öte yandan, âyetlerin barındırdığı ihtarları ve tavsiyeleri bir başkasını hizaya çekmek için değil ilkin kendi rûhumuzda duyumsadığımızda, inananlar ve kurtuluşa erenler cemiyetinin birer ferdi olmayı başarabileceğiz.

Ah bir de Peygamberimizin fiilî ve zikrî sözleri vazedilmeden, dilden dile aktarmadan evvel, Allah Rasûlünün en ehemmiyetli vasfı “el-Emin” hâlini hayatlarımızda ikâme etmeliyiz ki her söz, her fiil, her tavsiye hâlimize ve dilimize yakışsın!

Kulluğumuzun idrakine ihlâsla erişmedikçe, Peygamberimize ümmet olmanın mesuliyetine ısrarla vâkıf olmadıkça, kalplerimiz birbirimizden emin olmadıkça, birbirimizi hakkıyla sevmedikçe, âyetleri ve hadîsleri dile getirmenin mesuliyetinden Rabbe sığınmalıyız!

Birbirimiz için sözünü tutanlar, emaneti koruyanlar, mü’min kardeşine hatır sormanın kefaretine talip olanlar ve hayırda yarışanlar olmadıkça, bir diğerimize baktığımızda “emin”lik aynasına sûretimiz düşmedikçe, âyet ve hadîslerin zikrinden hayâ etmeliyiz ki âhir zamanda “Asr-ı Saâdet”i inşâ edenler olabilelim, dünyadaki zulümlere ve dökülen kanlara “Dur!” diyebilelim, haklının hakkından ve mazlumun ahından, dünyaperestlerin rantından korunabilelim…

Bu gece Mevlid Kandili… Dünyayı mucizelere gark eden Peygamber Efendimizin Kutlu Doğumunu kutlarken, şairin, “Ey dipdiri meyyit, leş mi kesildin?/ Hayret veriyorsun bana, sen böyle değildin?” dizelerinden nasiplenelim. “Nasıl olursak yaşayan ölü olmaktan azat oluruz?” sorusuna cevaplar devşirelim. Zamanı “sonsuzluk” mefkûresi ile tasarruf edenlerden olabilelim…

Dinî ve millî kaygılarla fikir sancısı çeken tüm yazarlarımızın, okurlarımızın, aziz milletimizin ve dünya Müslümanlarının Kandilini kutluyor, ömrümüzün ve gönlümüzün Kandilsiz kalmamasını diliyorum!