ÖMER
Seyfettin, edebiyat tarihimizde asıl ününü hikâyeleriyle sağlamasına rağmen,
edebiyatın diğer türlerinde de eserler vermiş oldukça üretken bir yazardır.
Onun eser verdiği türlerden biri de şiirdir.
Ömer Seyfettin’in şiirleri
üzerinde bugüne kadar en kapsamlı araştırmayı yapan, Fevziye Abdullah Tansel olmuştur. O, büyük bir
titizlikle, ulaşabildiği bütün dergileri ve kaynakları tarayarak Ömer
Seyfettin’e ait şiirleri bulup derlemiş ve kitap olarak yayınlamıştır. (Ömer
Seyfeddin’in Şiirleri, Ankara, 1972.)
Fevziye Abdullah Tansel’in
son tespitine göre, Ömer Seyfettin’e ait şiirlerin sayısı yetmiş yedidir. Bazı
şiirlerinde takma isimler de kullanan (F. Nezihi, Perviz, Tarhan vb.) Ömer
Seyfettin, şiir yazmaya Edirne Askerî Lisesi’nde öğrenci iken başlamıştır.
Yayınlanan ilk şiiri, “Terâne-i Giryân”dır ve “F. Nezihi” takma adıyla Mecmua-i
Edebiyye’nin 20 Aralık 1900 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Aynı dergide bu
takma adla üç şiiri daha yayınlanmıştır (Âsûdegî-i Tehassür, Sadây-ı Mahmur,
Ömr-i Bîtâb). Bu şiirleri Edirne’de iken yazmışsa da şiirler yayınlandığında
İstanbul’da Harp Okulu öğrencisidir.
İlk gençlik yıllarında
yazdığı şiirlerde gerek askerî öğrenci olduğundan, gerekse şiirlerini fazla
kaliteli bulmadığından, kendi adını kullanmaya cesaret edememiştir.
Harp Okulu’nda iken de
şiirler yazmaya devam etmiş, hatta arkadaşları arasında “Şair” lakabı ile
anılmaya başlamış, yazdığı on dört şiirse Mecmua-i Edebiyye’nin değişik
sayılarında kendi ismiyle yayınlanmıştır. 14 Ağustos 1902’de yayınlanan “Yeşil
Dalgalar” adlı şiirden sonra 1908’e kadar dergilerde şiir yayınlamaya ara
vermiştir.
1908 yılına kadar yazdığı
şiirlerde çoğunlukla aşk ve tabiat konularını işleyen Ömer Seyfettin, aruz
ölçüsüyle yazdığı bu şiirlerde Servet-i Fünûn şairlerinin, özellikle de Tevfik
Fikret’in etkisi altındadır. Dili ağır, söyleyişi sanatlıdır. 1908-1914
arasında yazdıklarında tabiat ve çevreye ait gözlemleri ve psikolojik konular
ağır basar. 1914’ten sonrakileri ise hece ölçüyle yazmış, millî ve toplumsal
konulara yönelmiştir.
Ömer Seyfettin, özellikle
1914’ten itibaren dilde İstanbul Türkçesinin kullanılması gerektiğini
savunmuştur: “Edebiyatımız için sağlam ve hakikî zemin, konuşulan İstanbul
Türkçesi ile millî aruzumuz olan hece vezinleridir. İstanbul Türkçesi ile
doğacak millî bir Türk edebiyatı, millî bir hars, dağınık ve perişan kalan bir
milletin millî birliğini temin edecek, seksen milyon kardeşimizi
muasırlaştıracaktır; fakat bu kadar mukaddes ve büyük bir gayeye ancak canlı ve
tabiî bir lisanla gidilebilir. O da, daima tekrar ediyoruz: Sevdiğimiz,
konuşurken mahzûz olduğumuz, lâtif ve âhengli İstanbul Türkçesidir.” (“Türkçeye
Kimler Osmanlıca Der?”, Türk Sözü Mecmuası, 4 Haziran 1914.)
Fevziye Abdullah Tansel, “Ömer Seyfeddin’in Hayatı, İlk Eseri,
Şiirleri” başlıklı inceleme yazısının sonuç bölümünde, Ömer Seyfettin’in
şiirleri hakkında şunları yazmıştır:
“Ömer Seyfeddin’in
küçümsenmeyecek ölçüde çok bu şiirlerini, Edirne Askerî İdadîsi’nde okuduğu
1900 yılı sonlarından başlayarak ömrü boyunca, ölümünden bir ay öncesine kadar
yayımladığı anlaşılır. Çok genç iken yazdığı şiirleri san’at hayatının ilk
adımını, rûh ve fikir bakımından nasıl geliştiğini aydınlatma bakımından çok
mühimdir.
Balkan Savaşı yıllarından
başlayarak, daha çok hece vezniyle yazdıkları şiir san’atı, şiirde aranılan
vasıflar bakımından değerli olduğu gibi, bunların bir kısmında yer yer kendi
hayatını canlandıran izler de buluruz. Bir kısmında ise Balkan Savaşı
yenilgisinin yarattığı kötümserlik yanında, geçmişten kuvvet almak, aydınlık
bir gelecek ümidlerinin parıltıları da görülür. San’at değeri taşıyan böyle
şiirleri, yalnız onun bu cephesini aydınlatmakla kalmaz; Türkiye’mizde daha çok
1908’den sonra milliyet fikirlerinin nasıl geliştiğini, bunun san’at
sahasındaki te’sirlerini araştıranlar için de kıymetli birer kaynak teşkil
etmektedir.” (Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin, Atatürk Kültür Merkezi
Yayını, Türk Fikir ve Sanat Adamları Dizisi-No.1, 2. Baskı, Ankara 1992, s.72.)
***
Terane-i giryân
Çırpınırken bu rûh-i
ma’sûmum
Ufk-ı ‘uryân-ı infisâlinde
Bana bir ses, figân-ı
nâlende
Oh, söyler ki şimdi
mecrûhum
Şimdi aşkım yetîm ve
pejmürde
Sürünür bir semây-i
mâzî’ye
Oh, artık şikeste-î
hevesât
Bu emeller, ümîdlerim
bî-tâb
Arıyor âsmân-ı zulmette
Bir hayâl, bir neşîde-î
heyhât
O leyâl-i garâm-sûz ve
nihân
Şimdi okşar fezây-i
firkatte
Şi’r-i sevdâmı âh… Belki
hayât
Ezdi ümmîdimî emel nisyân
(20 Aralık 1900)
***
Gurbet İlleri’nde
I.
Yalnızlık
Güneş batmakta… Ovada
gecenin
Gölgeleri büyür, büyür,
sararır
Ağaçlıklar, akan sular bir
serin
Rüzgâr ile dalgalanır,
kararır
Kuşlar ötmez, yuvalar boş,
görünmez
Bir ışıltı uzaklarda;
yazık ben
Öksüzüm şimdi bu yoldan
giderken
Gök bile yıldızlarına
bürünmez
Eski izler, çirkin,
korkunç lekeler
Kılavuzluk eder… Zavallı
atım
Şübhelenir bu gidişten ve
kişner
Gece gelir, ıssızlık sanki
solur
Ve rûhum uyur, uyanır, her
adım
Atımın nal sadâsı ninni
olur
(Ekim-Kasım 1905)
***
Edirne Hatıraları’ndan
Bütün mehâlik-i sevdâya
karşı katlanarak
-hazîn ye’isleri altında
münfa’il, giryân-
Geçen o ömr-i garîbimde
şi’re mustağrak
Ederdin aşk-ı zarîfinle
rûhûmü perrân
Sevinmelerle geçen ömrümün
o devresini
Tahayyül eyleyerek ey
enîse-î şi’rim
O demde aşk u hayâlinle
ben yaşar ve seni
Garîk-ı bûs-i emel, bûse-î
garâm ederim
Dilim bu ân-ı hayâlimde
Tunca’nın mehtâb
Leyâl-i şi’rine mahsûs
olan sadâlarını
Duyar, perestiş ile
eylerim devâm u şitâb
Seninle orda geçen ömrümün
safâlarını
Nucûm-ı zâhire... Âfâk-ı
pür-emel tekrâr
Eder ve dinlerim öylê
hazîn-i sevdâkâr
(2 Mayıs 1901)