BAZI yazarlar vardır,
sadece şiir, öykü, roman gibi edebî eserler yazmakla kalmaz, topluma
düşünceleriyle değer katar, beşerî hayata yeni bir ses, yeni bir soluk getirir,
yaşadığı döneme damgasını vurur. Değerleri çoğunlukla öldükten sonra anlaşılan
bu yazarlar için hak ettikleri mânevî ödüller, yaşama vedalarından sonra gelir.
Çünkü isimleri edebiyat ve fikir dünyasına altın harflerle yazılır.
Millî
Edebiyat akımının en önemli isimlerinden biri olarak kabul edilen Ömer
Seyfettin’in dünyasına girdiğimizde, kendimizi çocukların arasında buluruz. “Çocuk”
demişken, aklınıza hemen La Fontaine’nin masallarında konuşan “Karga ile Tilki”
ya da Jules Verne’nin “80 Günde Devr-i Âlem”i gelmesin. Ömer Seyfettin’in
öykülerindeki çocuklar gerçektir çünkü. Mutlu olduğunda gülen, canı yandığında
ağlayan ama umudunu hiç yitirmeyen, bu medeniyetin çocuklarını anlatır Ömer
Seyfettin.
Yazarın
36 yıllık kısa ömrüne (1884-1920) sığdırdığı eserleri, üzerinde yaşadığımız
bereketli topraklarda çocuk edebiyatının filizlenmesine yol açmıştır. “Filiz”
demekle biraz mütevazı davrandık sanırım, “Koca bir çınarı büyütmüştür” desek
hiç de abartmamış oluruz. Ömer Seyfettin, bereketli topraklar üzerinde koca bir
çınara benzettiğimiz çocuk edebiyatına yadsınamaz katkılar sunarken, kendi
dünyasında perişan bir hâldedir aslında.
Nasıl
perişan olmasın?
Batılı
devletlerin kendi aralarında “hasta adam” diye niteledikleri, zar zor ayakta
durmaya çalışan heybetli bir imparatorluğun kasvetli dönemlerine denk gelmenin
içinde barındırdığı hüznü taşır Ömer Seyfettin. Bu hüzün, öykülerine de yansır.
Öykülerinde bu hüznün yanında biraz kızgınlık, biraz kırgınlık, biraz da isyan
görürsünüz. O aslında koskoca bir imparatorluğu sallayan artçı sarsıntılara, yenilgilere
isyan etmektedir. Bu isyan, eserlerinde millî duruş olarak vücût bulur.
Cepheden sürekli mağlûbiyet haberlerinin geldiği, içerideki düzenin yavaş yavaş
bozulmaya başladığı, Batılı devletlerin bu koca imparatorluğun topraklarını
bölüşmek için artık kendi aralarında kavga etmeye başladığı -tâbiri caizse-
çöküş yıllarında Ömer Seyfettin, Balkan Savaşı’na bizzat katılmış, üstelik
savaş sonunda Yunanlılara esir düşmüş, üzerine de bir yıl esaret altında
kalmıştır. O yüzden Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okurken, içerisinde yer yer
barınan bol acılı melodramlara duygu sömürüsü gözüyle bakmayın, ne olur!
Yerinde bir başkası olsa, belki delirirdi. O yalnızca hikâyeler yazdı…
“Ömer
Seyfettin” deyince aklımıza ilk olarak, hikâyelerinde sıklıkla karşımıza çıkan
millî-gayrimillî yan karakterler ve o hikâyelerin ana kahramanı masum çocuklar
geliyor.
Ömer Seyfettin milliyetçi ve çocukları çok seven bir yazar. Dolayısıyla işbu yazıda bu büyük yazarın edebî eserlerinde bıkıp usanmadan yer verdiği milliyetçi ve çocuksu satırlara yakından bakacağız. Yazarın hayat hikâyesine geçmeden evvel Millî Edebiyat ve çocuk edebiyatı kavramlarına kısaca bir göz atalım…
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okurken, içerisinde yer yer barınan bol acılı melodramlara duygu sömürüsü gözüyle bakmayın, ne olur! Yerinde bir başkası olsa, belki delirirdi. O yalnızca hikâyeler yazdı…
Millî
Edebiyat ve çocuk edebiyatı
Millî
Edebiyat’ın tanımına geçmeden önce, Selânik’te yayınlanan “Genç Kalemler” isimli dergiden biraz bahsetmemiz
gerekir. Çünkü derginin ikinci dizisinin Nisan 1911’de yayınlanan ilk
sayısındaki Ömer Seyfettin’e ait “Yeni Lisan” başlıklı yazı, “Millî Edebiyat”
akımının başlangıç bildirgesidir.
Edebî
yazılarda yalın, halkın konuştuğu ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini
savunan bu akım; milliyetçi ögelere de selâm durarak şiir, öykü ya da
romanlarda millî bir duruş sergiler. Ömer Seyfettin ile birlikte yakın
arkadaşları Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem, bu akımın önderleri olarak kabul
edilirler.
Çocuk
edebiyatı dediğimiz mefhum ise 2 ilâ 14 yaş arasındaki çocukların duygu ve
düşüncelerine yönelik sözlü ve yazılı tüm eserleri içine alır. Bu edebiyat
türünün nihâî amacı, çocukların ruhsal ihtiyaçlarını karşılarken, onların
güven, sevgi, sevilme, sevme, öğrenme, bir gruba ait olma gibi duyguları
pekiştirmesine yardımcı olur. Çocukların görsel, işitsel ve dokunsal
algılarının gelişimini desteklerken sosyal ve duygusal anlamda hayata hazırlar.
Sakın
ha “çocuk” deyip geçmeyin! Geleceğin büyüklerinden bahsediyoruz. Unutmayın ki,
dünya tarihini değiştiren önemli kişiler, kanaat önderleri, bilim insanları,
devlet büyükleri ve bizler de dâhil olmak üzere aklımıza gelen herkes bir
zamanlar çocuktu. Hayatınızda görüp görebileceğiniz en kötü ve zalim karakterler
bile bir dönem kısa pantolonlarla oyunlar oynadılar. O yüzden “çocuk edebiyatı”
dediğimiz kavram, sadece içinde peri kızlarının saraylarda dolaştığı, gökten üç
elmanın düştüğü eğlenceli metinler değildirler. Yarının büyüklerinin ufkunu
açan, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde geleceğin müstakbel söz sahiplerinin
dimağına hitap eden fütürist belgelerdir. Ciddî bir meseledir.
Ömer
Seyfettin’in milliyetçilik kokan alt metinlerde çocuk edebiyatına sunmuş olduğu
katkılara geçmeden önce, dilerseniz bilgilerimizi tazeleyelim ve bu büyük
yazarın kısa yaşam öyküsüne yakından bakalım.
Ömer
Seyfettin’in hayatı
Ömer Seyfettin, 11 Mart 1884 günü Balıkesir Gönen’de
dünyaya geldi. Babası Ömer Şevki Bey, Kafkasya Türklerinden;
annesi Fatma Hanım ise Ankara eşrafından Kaymakam Mehmet Bey’in kızıdır. Ömer
Seyfettin, dört çocuklu bir ailenin ikinci çocuğudur.
Okul hayatı dört yaşında, çok erken başlar Ömer
Seyfettin’in. Sanki bu dünyada fazla uzun kalamayacağı hissikablelvuku bulmuş
da ailesi onu yürümeye başladıktan hemen sonra mektebe yazdırmış gibi… Gönen’de
mahalle mektebine başlayan Ömer Seyfettin, babasının memuriyeti nedeniyle İnebolu
ve Ayancık gibi Karadeniz kasabalarını dolaşmıştır. Oğlunun diyar diyar gezip eğitiminin
aksamasına gönlü râzı olmayan annesi Fatma Hanım, eşini ikna ederek küçük Ömer’i
de yanına alıp İstanbul’a, baba evine getirir. Ömer Seyfettin, artık dedesinin
Kocamustafapaşa’daki konağındadır. İstanbul’a bu sûretle yerleşen küçük Ömer, “Mekteb-i
Osmanî” isimli özel bir okulda ilköğrenimine devam eder.
Oğlunu subay
yapmak isteyen babası Ömer Şevki Efendi, Ömer Seyfettin’i Mekteb-i Osmanî’den
alarak Eyüp Baytar Rüştiyesine yazdırır. Burada dört yıl okuyan Ömer Seyfettin,
daha sonra Edirne Askerî İdadisine geçer. Burada hayatı değişir ve edebiyatla
tanışır. İlk yazı denemeleri bu döneme denk gelir. Edebiyat-ı Cedide
şairlerinin, özellikle Tevfik Fikret’in etkisinde manzumeler yazmış, dergilere
göndermiştir. İdadide geçirdiği yıllar içinde edebî anlamda gelişmiş,
yazarlıktaki yeteneği gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. İdadiden sonra
İstanbul’a gelerek Mekteb-i Harbiyye-i Şahaneye (Harp Okulu) giren Ömer
Seyfettin, “İhtiyarın Tenezzühü” adını taşıyan ilk hikâyesini Harp Okulu öğrencisi
iken yazar.
9 Ağustos
1903’te, teğmen rütbesiyle Harp Okulu’nu bitirerek merkezi Selânik’te bulunan 3’üncü
Orduya piyade üsteğmen olarak atanır. Balkanlarda yükselen ayrılıkçı isyan
hareketlerinin tam kalbinde milliyetçi fikirler, Ömer Seyfettin’in benliğinde
hayat bulur. Makedonya’da bulunduğu sırada Ömer Seyfettin çeşitli gazete ve
dergilerde şiir, öykü ve makaleler yazar. Radikal bir karar alır. Askerliği
bırakarak kendisini tamamen edebiyata vermek isteyen Ömer Seyfettin, 1910
yılında ordudan ayrılır ve Selânik’e geri döner. Çünkü Selânik, o dönemde çeşitli
dergilerin yayımlandığı, canlı bir yayın hayatının olduğu, siyasal, sosyal ve
kültürel hareketliliğin yaşandığı edebiyat kokan bir şehirdir.
Millî Edebiyat
akımının başlangıcı olarak kabul edilen “Yeni Lisan” başlıklı yazıdan az önce
bahsetmiştik. Ruhu vatan sevgisi ile yoğrulmuş bu etkili yazı, Ziya Gökalp ile yakınlaşmasını
sağlar. Trablusgarp ve Balkan Savaşları’nın başlamasıyla yeniden orduya
çağırılan Ömer Seyfettin, Sırp ve Yunan cephelerinde savaşır. Savaşın toplum
düzeninde meydana getirdiği sarsıntıları, acıları, yıkıntıları yakından gören
ve yaşayan Ömer Seyfettin, Yanya Kalesi’nin savunmasında Yunanlılara esir düşer
ve Naflion kasabasında yaklaşık bir yıl esir kalır.
Ömer
Seyfettin esaret altında dahi edebiyattan kopmaz. Çok zor şartlar altında
yazdığı öyküleri, bir yolunu bulup Tanin gazetesi ile Türk Yurdu dergisinde
yayınlatır. Ömer Seyfettin, acılar ve sıkıntılarla geçen savaş ve esirlik
günlerinin ardından 1913’te İstanbul’a gelir. Annesinin ölümü ve babasının
başka bir kadınla evlenerek İstanbul’dan ayrılışıyla yalnız kalan yazar, geçim
sıkıntısı çekmeye başlar. O sıralarda tıpkı kendisi gibi geçim sıkıntısı çeken
ve bu yüzden Çanakkale’de öğretmenlik yapmaya giden arkadaşı Ali Canip’e
yazdığı bir mektubunda İstanbul’u yadırgadığını, Rumeli’nin kaybedilmesinden
dolayı düştüğü karamsarlık ve umutsuzluğu dile getirmektedir.
Ömer
Seyfettin, hayatını idame ettirmek için resmî bir görev aramak zorunda
kalmıştır. Kabataş Lisesinde edebiyat
öğretmeni olarak çalışmaya başlar. Doktor Besim Ethem Bey’in kızı
Calibe Hanım ile 1915 senesinde evlenen Ömer Seyfettin’in bir sene sonra “Güner”
isimli bir kızı olur. Amma velâkin evliliği uzun sürmez ve üç sene sonra
eşinden ayrılır. Yazar, “Kalamış Koyunda Münferit Yalı” adını
verdiği küçük bir köşke çekilir. Burada, ilk zamanlarda sağlığı bozulur, dört
ay kalemini eline almaz. Başta Ali Canip olmak üzere dostları yanındadır. Ahmet
Rasim, Salih Zeki (Aktay), Yusuf Ziya (Ortaç), Fuat Köprülü, Reşat Nuri
(Güntekin), Faruk Nafiz (Çamlıbel), Cemil Sena Ömer gibi Türk edebiyatının usta
kalemleri, Ömer Seyfettin’i yalnız bırakmazlar.
Ömer
Seyfettin’in evinde, Kuşdili’nde, Kadıköy’ün çeşitli yerlerinde “Kadıköy
Toplantıları” adını verdikleri sohbetler yaparlar. İşte o dost meclisindeki
edebî sohbetler yazarı ayakta tutar.
1917-1918
yıllarında Darülfünunda (İstanbul Üniversitesinde) kurulan Dil İnceleme
Komisyonu üyeliğinde bulunan Ömer Seyfettin’in, 1918 sonlarından itibaren,
mizahî Diken Mecmuası, Yeni Mecmua ile Zaman ve Vakit gazetelerinde dönemin
siyâsî ve sosyal şartları yüzünden İttihat ve Terakki Partisi mensuplarına
tenkit ve hicivler yönelttiği görülür.
Ömer
Seyfettin’in ilk etapta solunum yolları rahatsızlığı olarak nükseden, zaman
zaman da yüksek ateşe sebep olan amansız hastalığı, yalnızlık ve maddî
imkânsızlıklar yüzünden giderek artar. Yazar,
6 Mart 1920’de, İstanbul’da
kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesinde vefat eder. Ölüm sebebi,
şeker hastalığı olarak belirtilmiştir.
Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Türbesi Mezarlığına defnedilen Ömer Seyfettin’in
kabri, daha sonra kabrin bulunduğu yerden yol geçeceği gerekçesiyle 23 Ağustos
1939’da Zincirlikuyu Asrî Mezarlığına nakledilir.
Şimdi arkamıza yaslanalım ve büyük bir çoğunluğumuzun henüz çocukluk dönemlerinde tanıştığı Ömer Seyfettin’in bol çocuklu hikâyelerine büyülü bir yolculuğa çıkalım!
İlk Namaz
İmparatorluğun
çöküşe geçtiği kasvetli günlerde Ömer Seyfettin de herkes gibi çocukluğuna
sımsıkı sarılır. Çocukluk hatıralarına dayanarak yazdığı bu hikâyelerinde içten
ve gerçekçi bir üslûp kullanmıştır.
Ömer
Seyfettin’in “İlk Namaz” hikâyesi, Gönen devresini anlattığını gördüğümüz hikâyelerden
biridir. Hikâye, ilk kez 1905’te, İzmir’de yayımlanır. Ömer Seyfettin hikâyede,
çocukluğunda annesi ile birlikte kıldığı ilk namazı naif bir üslûpla anlatır.
Hikâyedeki anlatım, Ömer Seyfettin’in çocukluğuna duyduğu özlemi gözler önüne
serer. Hoş; Ömer Seyfettin’in çocukluğunun geçtiği yıllarda da İmparatorluk,
eski parlak dönemlerinden oldukça uzak bir hâldedir. Ne var ki, bir çocuğun
dünyası bambaşkadır. Yanı başında istediği kadar kıyamet kopsun, o hep hayâllere
dalacak bir şeyler bulur. Çünkü çocukluk dönemindeki her hatıra, en unutulmaz
olandır. Samîmi ve içtendir. İliklerimize kadar işlerler. Onları alır,
ruhumuzun en derin köşesine yerleştiririz.
Çocukluk
esintilerinin yer aldığı “İlk Namaz” adlı hikâyenin bazı bölümleri, Ömer
Seyfettin’in hayatı ile örtüşmektedir. Bu hikâyede yazarın kendi kimliğine ait
ayrıntıları belli etmekten çekinmediğini görüyoruz.
Hikâyede
anlatıcı konumundaki Ömer, bir sabah namazında ezanı dinlerken on beş sene
evveline giderek çocukluğunda annesiyle beraber kıldığı ilk namazı hatırlar.
Namaz kıldıktan sonra annesi ile birlikte Allah’a (CC) duâ edişlerini, annesini
Kur’ân okurken izlediğini, annesini meleklere benzettiği ve rüyasında melekleri
görmek umuduyla uykuya dalmaya çalıştığını, namazdan sonra o günkü dersini
annesine okuyarak annesi ile birlikte dersine çalışmasını, annesine o gün
okulda mektep dersini nasıl yanlışsız okuduğunu anlatmasını hatırlar.
Ömer, 15 yıl
önceki çocukluğunun dolu dolu geçmesi ile şimdiki boş geçen hayatını, değersiz
şeylerle yaraladığı ruhunu ve yok olan kalp ve mâneviyatını karşılaştırır. Boşa
geçen hayatında anlamlı kalmış tek şeyin, o kıldığı ilk namaz olduğunu anlar.
Ant
Dertsiz tasasız
geçen çocukluk döneminden izler taşıyan bu hikâyesini Ömer Seyfettin, yirmi
yedi yaşındayken, 1912 tarihinde yayınlamıştır.
Yazar,
hikâyesinde arkadaşlık temasının yanı sıra kan kardeşlik, güçsüzün ve zayıfın
korunması, yardımseverlik, cesaret gibi değerleri de işlemiştir. Bu sayede
tema, daha sağlam bir yapı içinde karşımıza çıkmaktadır.
Ömer
Seyfettin hikâyede, evde annesi ve hizmetçi Abil Ana’yı, okulda hocasını,
arkadaşlarını, kan kardeşi Mıstık’ı bir çocukluk hatırasının kahramanları
olarak işler. Hikâyede anlatıcı olarak yer alan çocuğun beş yaşlarında olduğunu
tahmin ediyoruz.
Hikâyede anlatıcı, mektepte abdest fıçısının musluğunu koparan bir çocuğu hocaya haber verir. Ancak arkadaşını dayak yemekten kurtarmak için suçu bir başka çocuk üstlenince kendisi de yalancı durumuna düşer. Bu davranışa pek anlam veremeyen anlatıcı, daha sonra iki çocuğun kan kardeş olduklarını öğrenir. Bu olaydan sonra bir kaza sonucu parmağını kesen kahramanımız, bu durumu fırsat bilip arkadaşı Mıstık’a kan kardeşi olmayı teklif eder ve Mıstık, teklifi kabul eder. Bir gün mektepten eve birlikte dönen iki kan kardeşin karşına azılı bir kuduz köpek çıkar. Mıstık, arkadaşını köpeğe karşı korur. Ancak köpek Mıstık’ı ısırır. Günlerce mektebe gelmeyen arkadaşını merak eden anlatıcı, Mıstık’ı ziyarete gittiğinde kan kardeşinin kuduzdan öldüğünü öğrenir.
Ömer Seyfettin, hikâyelerinde, (Elhamdülillah) Müslüman ve Türk olarak doğan bireylerin bebeklikten itibaren millî bir kimlik kazanmaları açısından ebeveynlere büyük sorumluluklar yükler.
Falaka
1917 yılında
yayımlanan “Falaka”, Ömer Seyfettin’in hayatından izler taşımaktadır. Çocukluk
ve ilkokul çağını anlatan “Falaka”da hikâye, Gönen dışında vuku bulur. Hikâyenin
büyük çoğunluğu bir mektepte geçer. Bu mektep, içinde az çok ders okutulan bir sübyan
mektebi niteliğindedir. Bu mektep, dinî eğitimin ağırlıkta verildiği bir okuldur.
Mektepte verilen eğitim-öğretimin ezberci, öğretmen merkezli olduğunu
söyleyebiliriz. Yazarın hikâyede mizahî unsurları ön plâna çıkarması, böyle bir
eğitim tarzından hoşnut olmadığından kaynaklanmaktadır.
Hikâyede sübyan
mektebine giden çocuklar ve başlarında yaz kış duran bir Hoca Efendi anlatılır.
Hoca Efendi’nin hikâyeye ismini veren meşhur falakası, talebeleri sıra dayağına
çekmek amacı ile kullanılmaktadır. Ömer Seyfettin, hikâye boyunca Hoca Efendi’nin
talebeler tarafından alaya alınan gülünç yönlerini mizahî bir üslûpla anlatır.
Özellikle hocanın hapşıran eşeğini vermiş olduğu yemini tutmak için falakaya
yatırması yazara pek muzip gelirken, bu olay zamanla yerini belirsiz bir acıya
bırakır. Hocanın görevden alınmasına sebebiyet verdiğini, bir ihtimâl aç
kalabileceğini düşünmek, yazara zaman geçtikçe hafifleyeceği yerde, daha ziyâde
ağırlaşan bir vicdan azabı yükler.
Kaşağı
Hikâye ilk
olarak 1919 tarihinde yayımlanmıştır. Yazarın çocukluk anılarına bol miktarda
yer veren “Kaşağı”, yazarın Gönen’de bir çiftlikteki hayatını tasvir eder.
Hikâye, herkesten gizli aldığı kaşağıyı kırıp suçu küçük kardeşinin üzerine
atan anlatıcının, kardeşinin kuşpalazından ölmesi üzerine yaşadığı pişmanlığı
anlatır.
Çiftlikte
çocuklar çiftliğin seyisi Dadaruh’un yanında vakit geçirmektedirler. Çiftlikte
en sevdikleri uğraş ise atlardır. Atlarla vakit geçirmek, çocuklar için bir
nevi oyundur. Anlatıcının atları tımar etmek için büyümeyi beklemeye tahammülü
yoktur. Anlatıcının atı tımar etmek isteyişi, Dadaruh’un izin vermeyişi ile
karşı konulamaz bir dürtü hâline gelir.
Sabah
yalakta kaşağının kırıldığını gören baba, önce seyisi, sonra anlatıcıyı sorguya
çeker. Hikâyedeki baba sert, otoriter bir kişiliğe sahiptir. Hikâyedeki baba
figürü, Ömer Seyfettin’in asker babasıyla örtüşmektedir.
Hikâyenin
ilerleyen bölümünde babanın Hasan’ı sorguya çekerken Hasan’a karşı önyargılı
olduğunu görüyoruz. Zira diğerlerine kaşağıyı kimin kırdığını sorarken, Hasan’a
doğrudan neden kırdığını sormuştur. Baba, hakkında anlatılanları Hasan’la
paylaşmak yerine, oğluna karşı peşin hükümlü davranmış ve suçunu itiraf etmesini
beklemiştir. Babanın burada gizli polis yöntemiyle oğlunun doğruyu söylerse
darılmayacağını söyleyip beklediği itiraf gelmediğinde de oğlunu tokatlaması,
oğlunu bir nevi yalana sevk etmektedir. Ancak Hasan suçu kabul etmemiştir.
Hasan’ın bir
sene sonra kuşpalazına yakalanması bütün aileyi derinden üzer. Hasan, yapılan
tüm müdahalelere rağmen kurtarılamaz. Anlatıcı, kardeşinin rahatsızlığı ile
büyük bir pişmanlık yaşar. Bütün olayların müsebbibi olarak kendisini görür.
Kardeşinin cezalı olduğu süre boyunca gerçeği söylemeye cesaret bulamayan
anlatıcı, yaşadığı vicdan azabı ile her şeyi itiraf etmek ister. Anlatıcı, gerçekler
karşısında ne babasından, ne de alacağı cezadan korkmaktadır. Tek düşüncesi,
hatâsını düzeltmek ve kardeşinden af dilemektir. Ancak kardeşinin erken
ölümüyle gerçekleri söyleme fırsatı bulamaz. Bu olay, anlatıcının ruhunda derin
bir yara olarak kalacaktır.
Bu arada Ömer Seyfettin’in gerçek hayattaki küçük kardeşinin de, hikâyede kuşpalazından ölen Hasan ile aynı kaderi paylaştığını söylemeden geçmeyelim. Görüldüğü üzere “Kaşağı” hikâyesi, baba- oğul eksenli seyreden ve içerisinde yazarın hayatına ilişkin ipuçları olan bir eserdir. Bu hikâyede suç, ceza, korku, iftira, pişmanlık, keder, ölüm gibi duygular ön plândadır.
İlk Cinayet
1919’da yayımlanan “İlk Cinayet”,
içerisinde biyografik özellikler barındırır. Yazarın ölümünden yaklaşık dört
yahut dört buçuk ay önce yazdığı hikâye, yazarın özel hayatında sorunlar yaşadığı
bir döneme denk gelmektedir.
Hikâye, İstanbul’da bir deniz
vapurunda geçer. Olayın yaşandığı yıllarda dört yaşlarında küçük bir çocuk olan
anlatıcı, annesiyle beraber yaptıkları bir vapur yolculuğunda, gördüğü martı
yavrusunu ısrarla kucağında tutmak istediğini anlatır. Annesinin uyarılarına
rağmen martı yavrusunu kucağında sıkarak kuşun ölümüne neden olan anlatıcı,
kuşu öldürdüğünü fark ettiğinde derin bir acı yaşar.
Ömer Seyfettin’in hayvan
dostlarımıza karşı hassas olduğunu eserlerinden görebiliyoruz zaten. Özellikle atlara
ve köpeklere olan ilgisi, hikâyelere malzeme olmuştur.
Primo Türk Çocuğu
“Primo Türk
Çocuğu”, ilk kez 1911 yılında neşredilir. Balkanlardaki toprak kayıplarının
zirve yaptığı bu dönemde hikâye, o yıllarda yeni yeni filizlenen milliyetçilik
akımı ile yakından ilgilidir.
Millî
benliğe yabancılaşmış bir babanın ve millî benliğe yabancılaştırılmış bir
çocuğun öyküsü olan “Primo Türk Çocuğu”nda olaylar Selânik’te geçer. Hikâyede,
o dönem Selânik’te kılık kıyafetten gündelik yaşama hemen hemen her şeyin Batı
tesirinin altında olduğu anlatılmaktadır.
Hikâyenin
neşredildiği tarih olan 1911, İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal ettiği tarihten üç
ay sonrasına rastlamaktadır. Bu nedenle hikâyenin, yazıldığı dönemde memlekette
cereyan eden hissî, fikrî ve edebî hareketlere ışık tuttuğunu görüyoruz.
Batı
hayranlığı ile büyümüş, Paris’te eğitim almış ve İtalyan asıllı Grazia ile
evlenen mühendis Kenan, bir Mason’dur. İtalya ile cereyan eden Trablusgarp
Savaşı, İtalyanların Türklere karşı olumsuz tutumları ve ardından Selânik’te
Türklerin gösteri yürüyüşleri, Kenan Bey’de büyük bir etki uyandırır. Kendi
içinde ruhsal bir çatışma yaşayan Kenan, büyük bir yanılgı içinde olduğunu
anlar. Oğlu Primo, Selânik’te Fransız Mektebi’nde okumakta ve İtalyan terbiyesi
ile yetiştirilmektedir. Primo’nun, okulundaki “Orhan” isimli, millî duygularını
kaybetmemiş yakın bir arkadaşı sayesinde içinde var olan Türk bilinci uyanır ve
boşanmak üzere olan ebeveynlerinden babasının yanında kalmayı tercih eder.
Bir Çocuk
Aleko
Ömer
Seyfettin, “Bir Çocuk Aleko” isimli hikâyesinde Türk kimliğine ve Türk ülküsüne
bağlı bir çocuğu kahramanlaştırır. Hikâyenin asıl kahramanı Ali, Gelibolu’da,
bir Rum fırıncının yanında çalışan on dört yaşında bir köy çocuğudur. Ustası
sayesinde iyi derecede Rumca konuşmaktadır. Savaş nedeniyle fırın kapanınca köyüne
döner. Ancak köydeki ailesini ve akrabalarını bulamaz ve açıkta kalır. Başını
sokacak bir yer bulabilmek için rastladığı bir Rum kafilesine “Aleko” ismiyle
kendini tanıtır ve aralarına katılır. Akıcı Rumcası sayesinde kimse ondan
şüphelenmez.
Vardıkları köyde bir papazın milliyetçilik propagandasıyla karşılaşır ve kendisine verilen casusluk görevini kabul eder. Gizli bir mektubu İngilizlere teslim etmesi istenir. Ancak Ali, verilen mektubu önce cephedeki Türk paşasına gösterip sonra İngilizlere iletir. En son görevi ise kendisine verilen bombayı bir Türk paşasının çadırının yanına bırakmaktır. Ancak Ali’nin yaşadıkları, içerisinde var olan Türk milliyetçiliği duygusunu uyandırmıştır. Ali, bombayı İngiliz karargâhından çıkmadan patlatıverir.
Fon
Sadriştayn’ın Oğlu ve Fon Sadriştayn’ın Karısı
Ömer
Seyfettin, yaşadığı dönemde yaygın olan yabancılarla yapılan evliliklerde süreç
içerisinde meydana gelen kültürel çatışmalara dikkat çeker. Özellikle bazı
hikâyelerinde farklı milletlere mensup çiftlerden doğan çocuklara yer verdiğini
görüyoruz. Bunlardan birisi de “Fon Sadriştayn’ın Oğlu” ve “Fon Sadriştayn’ın Karısı”
isimli hikâyeleridir.
“Fon
Sadriştayn’ın Karısı”nda, hikâyenin kahramanı olan Sadrettin’in Alman bir kızla
yaptığı evlilik anlatılır. Diğer hikâyede ise bu evlilikten doğan oğulları “Hasip”
konu edilir.
Yazar, “Fon
Sadriştayn’ın Karısı”nda Batı hayranlığını, “Fon Sadriştayn’ın Oğlu”nda ise Batı
hayranlığının sonuçlarını milliyetçi bir düşünceyle ele alır.
İlginçtir, Birinci
Dünya Savaşı’nda aynı saflarda yer almış olduğumuz Almanlara karşı Ömer Seyfettin
bir yakınlık duymaz. Nitekim “Fon Sadriştayn’ın Karısı” isimli hikâyede bu
durum kendini açıkça gösterir.
Hikâye,
Boğaziçi vapurunda bir rastlaşma ile başlar. Anlatıcı, hâli vakti yerinde bir
Alman görür ve hayranlıkla anlatır. Oysa bu yolcunun aslında Alman değil, “Sadrettin”
adlı bir Türk ve vaktiyle anlatıcının “Serçe Pehlivan” diye tanınan okul
arkadaşı olduğu anlaşılır. Bu karşılaşma ile Sadrettin, okuldan sonra bir Türk
kızı ile evlendiğini, ancak maddî sıkıntılardan dolayı anlaşamadıklarını ve
hava değişimi için gittiği Almanya’da karşılaştığı Alman bir bayanla tanışıp
evlendiğini ve karısının hayatını ekonomik anlamda nasıl değiştirdiğini
anlatır.
Ancak
zamanla Fon Sadriştayn, ihtiyarlıktan ve dengesiz beslenmeden dolayı rahatsızlanır.
Bu arada Türklerin millî bayram günlerinde karısı Lida’nın umursamazlığı, Fon
Sadriştayn’ı üzer. Çünkü kendisinin Alman âdetlerine gösterdiği ilgiyi, karısı kendi
âdetlerine göstermemektedir.
Fon
Sadriştayn’ın oğlu Hasip ise, çocukluğundan beri ne Alman olabilmiştir, ne de
Türk. Babasının müsrif, tembel, karaktersiz bir serseri olarak nitelendirdiği
oğlu Hasip, çocukluğundan beri anne ve babasının farklı milletlerden oluşunu
kullanarak isteklerini gerçekleştirmiş fırsatçı ve kurnaz bir çocuktur.
Maddiyata dayalı bir eğitim almıştır. Türklüğü aşağılayan, Almanlığı da kabul
etmeyen, faziletsiz, servet düşkünü, müsrif, tembel birisidir.
Fon
Sadriştayn, günün birinde gazetede hayranlık duyduğu millî şair Orhan Bey ile
ilgili bir habere denk gelir. Haberde, genç bir kalem olan Orhan Bey’in babasının
Çanakkale’de şehit düştüğünü ve annesi tarafından büyütüldüğünü öğrenir. Her
türlü zorluğa katlanıp, böyle bir evlâdı yetiştiren kadını merak eden Fon
Sadriştayn, rehberden öğrendiği telefonla adreslerini öğrenip randevu alır. Millî
şair Orhan Bey’in evine geldiğinde ise kendisini hayretler içerisinde bırakan
gerçekle yüzleşir. Karşısındaki kişi, ayrıldığı ilk eşidir. Görüşme sonrası,
kimliğini inkâr etmenin verdiği pişmanlıkla oradan uzaklaşır.
Pembe İncili
Kaftan
“Pembe İncili Kaftan”, Ömer Seyfettin’in çok
sevilen hikâyelerinden biridir. İlk olarak 1917 yılında yayınlanmıştır. Hikâyede
“Muhsin Çelebi” isimli bir elçinin başından geçenler anlatılır. Öykünün geçtiği
zamanda Osmanlı Devleti’nin üzerine Şah İsmail adında bir belâ musallat
olmuştur. Şah İsmail hiç rahat durmaz. Sürekli sorun çıkarır. Bir gün sarayın vezirleri
Şah İsmail’e elçi göndermek için bir araya gelirler. Gönderecekleri elçinin
cesur, ölümden korkmayan, devletin şanına yakışacak bir isim olmasında görüş
birliğine varırlar. Sarayda böyle bir kişi yoktur. Vezirlerden biri, Muhsin
Çelebi’nin ismini ortaya atar. Bunun üzerine Sadrazam, Muhsin Çelebi’nin
çağrılmasını ister. Peki, kimdir bu Muhsin Çelebi?
Muhsin
Çelebi; cesur, dürüstlükten ayrılmayan, ölümden korkmayan, bilgili, Allah’tan
başka kimseye boyun eğmeyen, hali vakti yerinde, fakir fukarayı ve garip
gurebayı gözeten bir babayiğittir. Muhsin Çelebi, Sadrazamın emri üzerine
huzura gelir. Sadrazam ondan el etek öpmesini beklerken o eğilmez. Sadrazam,
Muhsin Çelebi’nin bu hareketine kızmasına karşın ona elçilik teklifinde
bulunur. Muhsin Çelebi bu görevi devleti için kabul eder. Elbette bu büyük
devletin elçisi; atları, hademeleri ve giysileriyle Şah’ın karşısına çıktığında
ihtişamlı görünmelidir. Muhsin Çelebi, hazineden giderlerine karşılık ayrılan kendisine
tahsis edilen altınları istemez. Sadrazamın tüm ısrarlarına karşın, giderleri kendisinin
karşılayacağını söyler. Çünkü o, fedakârlığın karşılıksız olacağına inanır.
Yapacağı
masraflar için tüm malvarlığını rehin vererek tüccarlardan on bin altın alır. Bu
parayla ihtiyaçları karşılar. Bir de Hint kumaşından, incileri Venedik’ten
gelme, Şah İsmail’in hayatında göremeyeceği pembe incili bir kaftanı sekiz bin altına
alır. Hâlbuki bu kaftanı padişaha hediye etmek için herkes sıraya girmektedir.
Muhsin
Çelebi hazırlıklarını tamamlar. Eşini ve iki çocuğunu akrabalarına bırakarak
yola koyulur. Tebriz’e vardığında, halk ve Şah onu şaşkınlıkla karşılar. O her
zamanki gibi başı dik, göğsü ileride, Şah İsmail’in huzuruna varır. Padişahın
mektubunu öperek Şah’a uzatır. Ayağı öpülmeyen Şah, sapsarı kesilir. Muhsin
Çelebi sağına soluna bakar ve oturacak bir şeyin olmadığını görür. Bunun ayakta
beklemeye mecbur bırakmak için yapılmış bir davranış olduğunu düşünerek o göz
kamaştıran kaftanını tahtın önüne serer ve üzerine oturur. Şah, vezirleri ve
komutanları hayret dolu gözlerle elçiye bakarlar. Muhsin Çelebi gür sesiyle, padişahının
hiçbir ecnebi padişah karşısında eğilmeyeceğini ve dünyada bir Osmanlı Padişahı
kadar asil bir hükümdarın olmadığını söyleyerek Şah’ın huzurundan izin
istemeden ayrılır.
Kapıdan
çıkarken, Şah’ın askerleri, kaftanı onun arkasından getirirler. Muhsin Çelebi
sesini yükselterek, bir Türk’ün asla yere serdiği şeyi sırtına koymayacağını
söyleyerek oradan ayrılır.
Muhsin Çelebi sağ salim ülkesine döner. Herkes pembe incili kaftana ne olduğunu merak eder. Fakat o, bu yaptığını anlatacak kadar küçük bir insan değildir. Muhsin Çelebi, elçilikten kalan malzemelerini satarak küçük bir bahçe alır. Üsküdar pazarında sebze meyve satarak geçimini sağlamaya başlar. Maddî olarak dara düşmesine rağmen bu durum karşısında o hiçbir zaman yaptığı fedakârlıkla övünmez.
Bahar ve
Kelebekler
“Bahar ve
Kelebekler”, ilk olarak 1911 yılında yayımlanmıştır. Hikâye, içinde yaşanılan çevre
ve dekorun tasviri ile başlar. Etrafı güzelliklerle dolu olmasına rağmen doksan
yedi yaşındaki nine ile onun torununun torunu olan on yedi yaşındaki genç kız,
hemen yanı başlarında bulunan bu güzelliğe karşı yabancıdırlar. Zayıf ve
çelimsiz ihtiyar bir kadın olan nine; bahara, hayata dargınmış gibi pencereye
sırtını dönmüş bir şekilde oturmaktadır. Güzel bir kız olan torununun torunu
ise Fransızca bir kitabı okumaya dalmıştır.
Nine ve
torununun arasında geçen diyalogların anlatıldığı hikâyede, nineyi eski neslin,
torununun torununu da yeni neslin birer temsilcisi olarak görmek mümkündür.
Hikâyede birbirinden farklı bu iki kuşağın kendilerine has duygu, düşünce ve
davranışlarındaki farklılıklar işlenir.
Yalnız Efe
“Yalnız Efe”nin
ilk yayımlanma tarihi 1918’dir. Hikâyede ayı avına çıkan anlatıcı, kılavuzundan
Kumdere köyü hakkında bilgi alırken “Yalnız Efe” adında bir kızın dilden dile
dolaşan efsanesini öğrenir.
Yalnız Efe
hikâyesinin başkahramanı, “Kezban” isminde, on altı yaşında genç bir kızdır.
Babası Yörük Hoca’nın haksız yere öldürülmesi sonucunda, kendisi ve mağdur duruma
düşen halkı için zalimlere ve halkı soyan kişilere karşı yaptığı mücadelenin
anlatıldığı hikâyede olay, Kumdere köyünde geçmektedir. Ömer Seyfettin, dış
düşmanlara karşı mücadelenin verildiği yıllarda, Anadolu’da, içerideki
düşmanlara karşı halkın verdiği mücadeleyi işler.
Sivastapol Muharebesi
ve Silistre Bozgunu’ndan sonra Anadolu’da yaşanan eşkıyalık, zulüm, hırsızlık,
açlık ve yağmacılık, Yörük Hoca’yı derinden etkilemektedir. Köylüler,
kötülüklerin önüne geçmek için oturup bir kurtarıcıyı beklerken, yetmiş yaşında
olmasına rağmen çevresindekileri cesaretlendirmeye, bilinçlendirmeye çalışması
Yörük Hoca’nın aynı zamanda civanmert, halk sever ve haksızlığa gelemeyen biri
olduğunu gösterir.
Hikâyenin kötü
adamları Eseoğlu ve ortağı Hristo Çorbacı, köyde faizcilikle uğraşmaktadırlar.
İnsanları kendilerine borçlandırıp zor durumda bırakarak köylünün mallarına el
koymakta ve onları kendi hesaplarına çalıştırmaktadırlar.
Bir gün
Yörük Hoca, Eseoğlu ile karşılaşır. Eseoğlu, Hoca’dan borç para ister. Yörük
Hoca, Eseoğlu’na borç verir vermesine de aylar yıllar geçmesine rağmen Eseoğlu
bir türlü borcunu ödemez. Yörük Hoca en sonunda parasını geri almak için
Eseoğlu’nun yanına gider. Ne var ki, yaşanan tartışma sonucunda Eseoğlu’nun
adamlarından biri tarafından öldürülür. Kızı Kezban ise, babasının intikamını
almak için “Yalnız Efe” lakabıyla kendini dağlara vurur. Ve gün olur, Yalnız
Efe intikamını alır.
Ömer Seyfettin’in
edebî dünyasındaki çocuk metaforu
Ömer
Seyfettin’in idealize ettiği çocuklar beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu
bakımlarından dengeli ve sağlıklı olup karakterli bireylerdir. Bu durum Türk
Millî Eğitimi’nin genel amaçlarına paralellik arz eder. Ömer Seyfettin,
hikâyelerinde çocukların bedenen ve ruhen sağlıklı bir şekilde gelişmelerine
engel teşkil eden kişileri de eleştirir. Ömer Seyfettin, dinî öğretilerde
sevgi, şefkat ve örnek davranışların esas tutulmasından yanadır. Ne de olsa yüce
dinimiz İslâmiyet, merhamet dinidir. Şiddete cevaz vermez. Yazar, dinî
bilgilerin korkutarak öğretilmesini şiddetle eleştirir.
Ömer
Seyfettin aşırı baskıcı ve otoriter kişileri de öykülerinde topa tutar. Hele
çocukların baskıya maruz kalmasına yazarın tahammülü yoktur. Nitekim çocukluk
hatıralarından yola çıkarak yazmış olduğu hikâyelerde, özlemle andığı olaylarda
hep sevgi, şefkat, merhamet, vefa gibi duygular ön plândadır.
Yazarın
öykülerinde anne şefkati, samîmi arkadaşlıklar, oynanan masum oyunlar,
çocukların mânevî yönden güçlü bireyler olarak yetişmelerinde oldukça
etkilidir. Hikâyelerindeki çocuklar kendilerini toplumun refahı, mutluluğu ve
özgürlüğüne adamış karakterlerdir.
Ömer Seyfettin, hikâyelerinde, (elhamdülillah)
Müslüman ve Türk olarak doğan bireylerin bebeklikten itibaren millî bir kimlik
kazanmaları açısından ebeveynlere büyük sorumluluklar yükler. Çünkü aileler,
çocuklarının millî kimliklerini kazanmalarında, kültürel ve ahlâkî değerlerin
kazandırılmasında etkilidirler. Anneler; eşlerine, yuvalarına bağlı,
çocuklarını dinî bir vecd içerisinde büyüten, millet sevgisini aşılayan sevgi
dolu kimselerdir. Babalar ise mert, halk kültüründen haberdar, cesur, vatanı ve
milletine bağlı insanlardır. Çocuklarına, şefkat ve ilgi gösteren bu
ebeveynlerin yetiştirdikleri çocuklar, vatanını seven, haksızlıklarla mücadele
eden, canını bu uğurda vermeye hazır çocuklardır.
Ömer
Seyfettin, çocukları geleceğin büyükleri olarak gösterirken, onlara
milletlerinin tarihini yazma misyonu da yükler. Yazar, Türk çocuğundan, sahip
olduğu mânevî kuvveti, bilgi ve idealiyle birleştirmesini ve milletinin istikbâlinde
söz sahibi olmasını bekler. Nitekim yazarın hikâyelerindeki çocukları tarihimizin
isimsiz kahramanları olarak görürüz.
Bu vesile ile Türk edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Ömer Seyfettin’i ve onun hep çocuk kalan yüreğini saygıyla yâd ediyoruz. Edebî çevrelerde ancak okunmayan bir yazarın öldüğü söylenir. Oysa Ömer Seyfettin halâ nefes alıp verir!
Kaynakça
Ömer Seyfettin Bütün Hikâyeleri, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul, (2011).
Ömer Seyfettin’in Eserlerindeki Çocuk
İmgesi, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Ünv. Sosyal Bilimler Ens. C.Albez, Erzurum,
(2009).
www.turkedebiyati.org/yazarlar/omer_seyfettin.html