Ömer Seyfettin’in edebî kişiliği

“Yazmak… İşte bu güçtür! Ben yazarken çok ıstırap çekerim. Sinirlerim bozulur, sağ ayağım buz kesilir, ağzım kurur…” (Ömer Seyfettin)

ÖMER Seyfettin edebiyata olan ilgi ve beğenilerinin nasıl

oluştuğunu, kendisini etkileyen şair ve yazarların kimler olduğunu Ruşen Eşref’e yazılı olarak vermiş, o da “Diyorlar ki…”  adlı eserinde bu yazıyı yayınlamıştı. Edebî kişiliğinin daha iyi anlaşılması için önce Ömer Seyfettin’in yazdıklarını okumanın daha yararlı olacağına inanıyorum. Yukarıda adı geçen yazıda şunları yazmıştı Ömer Seyfettin:

“Daha ben çocukken evimizde birçok dîvan vardı. Onları okuya okuya edebiyata heves ettim. Fakat eski edebiyatın çeşnisini, zevkini tattığımı iddia edemem. Çünkü bunun için başka bir ilim, başka bir tahsil ister. Pek genç iken gazeller filan da yazdım. Fakat tabiî bunlar saçma şeylerdi. O vakitten bu yana aklımda Leyla-Mecnun’lar kaldı. Demek ki aslında yalnız onları anlayabiliyormuşum.

Bugün artık ‘eski edebiyat’ımıza hiç taraftar kalmadığı için, bu mevzu bahse bile değmez sanırım. Dîvan edebiyatı… İşte nihayet edebiyat tarihi için lüzumlu bir saha! Daha fazlasına aklım ermez.

Şinasi’den sonraki edebiyata gelince… Namık Kemal Bey’i, Kemal’i çok sevdim. Evrak-ı Perişan’dan sayfalar ezberledim. Bana hayatiyet veren, beni iyiye, doğruya, güzele samimiyetle alâkadar eden Kemal’dir sanıyorum. Ne yalan söyleyeyim, Hamid’i pek o kadar anlayamıyorum. Ekrem Bey’e gelince… Nijad’ı için yazdığı şeylere hâlâ bayılırım, bunlar ne kadar insana tesir eden şeylerdir!

Fikret!.. İşte bana mükemmellik şevk ve isteğini veren kimse! İdadiye Mektebi’nde iken hep Rebab’ı okuyordum. Halit Ziya, bizim ilk üstadımızdır. Ben bir gece hiç uyumamış, sabaha kadar ‘Bir Ölünün Defteri’ni okumuştum…

Hüseyin Cahit bir tek roman yazmıştır: Hayal İçinde, ama ne roman! Hayat, olduğu gibi bu romanın içindedir… Romanın kahramanı Nezih, hâlâ gözümün önündedir. Mehmet Rauf’un Eylül’ü bizim edebiyatımızda emsali bulunmayan bir eserdir. Yüksek, ulvî, manevî, ruhî kadın aşkı! Hiç temas yok. İdeal aşk! Aşkın hürmetten nasıl doğduğunu anlamak için bu romanı okumalı. Her vakit söylerim, yine de söyleyeyim: Eğer Tevfik Fikret’le arkadaşları tabiî lisanı kavrayabilselerdi, şüphesiz bizim ebedî klasiklerimiz olurlardı. Çünkü onlar modern edebiyatın tekniğini olduğu gibi kabul etmişlerdi.

Bakınız, ben millî edebiyattan ne anlarım: Vezinle dilin tam Türkçe, yani tabiî olması… Zira yaratıcı bir sanatkârın duygularına sınır çizilemez. Bu sanatkâr karakterine, aldığı terbiyeye, nelere karşı bir meyil duyuyorsa onlara göre yazar. Hem zannetmem ki, bir adam mademki bir topluluğun içinde yaşıyor, duyuşu, tarzı, millî anlayışı dışında ‘yet’ denilen manevî dairenin içinde bunların her ikisi de yok mudur? Bu iki hâlin durmadan devam eden mücadelesidir ki hayata can verir. Mücadelesiz hayat, ölümün, yokluğun ta kendisidir!


Genç şairlerden en beğendiğim Orhan Seyfi’dir. Sonra da Faruk Nafiz… Nesir yazarları içinde dilini en güzel bulduğum Refik Halit’tir. İşte tam İstanbul Türkçesi! Yakup Kadri temiz ve seçkin, derin bir yazardır ama ben yine onu Refik Halit’ten daha üstün bulamam. Çünkü Refik Halit’ten daha kolay lezzet alırım, hayâlim yorulmaz. Halide Edib Hanım son romancımızdır. Hatta henüz onun karşısında bir rakip bile yoktur. Ben ‘plâstik’ şeyleri çok sevdiğim için, onun hakkında fikirler ileri sürmek kudretini kendimde göremem. Herhâlde gayet nefis yazıları var…

Bana gelince… Ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyâsına kapılmam bile! Edebiyatımızın hedefi, ‘Çok laf, az eser’dir. Ben şimdilik bu hedefi ve bu anlayışı bozmaya çalışıyorum. Ağustosböceği gibi öterek yan gelmekten ise, karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz el verdi; biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin, değil mi?” (Ruşen Eşref Ünaydın, “Diyorlar ki…”, Hazırlayan: Şemsettin Kutlu, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1972, s. 221–223.)

Ömer Seyfettin, Edirne Askerî Lisesi’nde okurken edebiyatla ilgilenmeye ve şiirler yazmaya başlamıştır. Bu şiirlerinin pek kaliteli olduğuna inanmadığından mıdır, yoksa askerî lise öğrencisi olduğundan mıdır bilinmez, bu ilk şiirleri kendi ismiyle değil, takma isimlerle yayınlanmıştır.

Edirne Askerî Lisesi’ni bitirince İstanbul’a gelir ve Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye (Harp Okulu) kaydolur. Bu okuldaki ciddiyet ve disiplin Ömer Seyfettin’in davranışlarında ve mizacında değişiklikler meydana getirmiş, bu durum hikâyelerine de yansımıştır.

Harp Okulu’nda iken de şiirler yazdığı için arkadaşları arasında “Şair” diye anılmaya başlamıştır. “İhtiyarın Tenezzühü” adlı hikâyesini de bu sıralarda yazmıştır.

Harp Okulu’nu bitirdikten sonra İzmir ve Kuşadası’nda görevli iken yazdığı şiir ve hikâyeler, Selanik’te yayınlanan “Çocuk Bahçesi” ve “Kadın” dergilerinde yayınlanmıştır. Yabancı dillerden arındırılmış sade Türkçeye eğilimi de bu yıllarda başlamıştır.

Lisan derdi

Ömer Seyfettin şiir ve yazılarında birçok takma isim kullanmıştır. Bunların belli başlıları şunlardır: F. Nezihi, Süheyl Feridun, Ç. Kemal, C. Nazmi, A. H. Perviz, M. Enver, Enver Perviz, Tahran, Şit, Câmasb, Ayas…

İzmir yıllarında Yakup Kadri, Baha Tevfik, Şahabettin Süleyman, Türkçü Necip gibi şahıslarla tanışmış, yazarlığının hazırlık aşamasını tamamlamıştır. “Rütbe”, “Gayet Büyük Bir Adam” ve “Pireler” adlı hikâyelerinde bu yıllara ait anılarından bahsetmektedir. İzmir’de iken yazdığı yazılar “Serbest İzmir”, “Sedat” ve “Muktebes” adlı gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. “Serbest İzmir”in yazı kurulunda da görev almıştır. Bu yıllarda İzmir’deki Jandarma Okulu’nda öğretmenlik yapmıştır. Daha sonra sınır boylarında birkaç yıl çalışmış, sıkıldığı zamanlarda bol bol kitap okumuştur. Bu arada Selanik’teki yayın hayatını takip etmekte ve Ali Canip Bey ile mektuplaşmaktadır. 28 Ocak 1910 tarihli mektubunda şunları yazar Ali Canip’e:

“Sevgili Canip Bey, cevabınızı almadan, işte ben yazıyorum. Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceksiniz sanırım. Bakınız, ne!

Biraz izah edeyim: Edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç ve tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim, edebiyata olmaktan ziyade lisanadır. Bizim lisanımız -her zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan, fenne, mantığa muhalif bir lisandır. Garp edebiyatını biraz tanıyan, mümkün değil, bu nefretten kurtulamaz. Bu lisanı zaman ve vâkıfâne bir sâ’y tasfiye eder. Ben, işte edebiyattan vazgeçtikten sonra tetebbu edeceğim fenlere, ilimlere çalışırken bu tasfiyeye de yardım edeceğim…

Sâ’yimin esâsını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkiplerin hiç lüzûmu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa, onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa, tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı? Bunu yalnız başaramam. Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah büyük fikir! Sâ’y, sebat ister.” (Tahir Alangu, Ömer Seyfettin, Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May Yayınları, İstanbul 1968, s. 229.)

Ömer Seyfettin, edebiyatla ciddî bir şekilde uğraşmak ve sadece yazılarından kazandıklarıyla geçinmek için ordudaki görevinden istifa eder ve Selanik’e gider. “Hüsn ve Şiir” dergisi, adını değiştirerek “Genç Kalemler” adıyla yayınlanmaya başlamıştır. Ömer Seyfettin (Selanik’e gelmeden önce) derginin ilk sayısında yayınlanmak üzere “Yeni Lisan” başlıklı bir yazı göndermiştir. Ömer Seyfettin’in bu önemli yazısı, derginin ilk sayısında imzasız olarak yayınlanır (18 Nisan 1911). Bundan sonra Ömer Seyfettin de Yeni Lisan akımının öncülerinden biri olur. Ziya Gökalp ile tanışır. Genç Kalemler mecmuası, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organı olmuştur. Ömer Seyfettin de bu cemiyete üye olur, fakat aktif bir görev almaz.

Siyâsî olaylarla değil, sanat ve edebiyatla uğraşmayı tercih etmiştir.

Bu sıralarda “Bahar ve Kelebekler” adlı hikâyesini yazar ve Genç Kalemler’de yayınlatır. Bunu diğer hikâyeler izler (Pamuk İpliği, İrtica Haberi, Bomba). Selanik’te yayınladığı ilk hikâye, “Primo Türk Çocuğu”dur.

Ömer Seyfettin’deki milliyetçilik fikirlerinin gelişmesinde Ziya Gökalp’in rolü büyüktür. Ziya Gökalp her zaman maddî ve manevî olarak Ömer Seyfettin’e destek olmuştur. Selanik’te bulunduğu günlerde İstanbul’da yayınlanan “Teşvik” ve “Piyano” dergilerine de yazılar göndermiştir. Bu arada beklenmedik bir durumla karşılaşır ve Trablusgarp Savaşı’nın ardından Balkan Savaşları başlayınca tekrar eski görevine çağrılır ve ordudaki görevine geri döner (10 Ekim 1912).

Oldukça zor ve sıkıntılı geçen günlerinde “Piç”, “Hürriyet Bayrakları” ve “Mehdi” hikâyelerini yazar ve bunlar “Türk Yurdu” dergisinde yayınlanır. İki ay evvelki Kültür Ajanda sayfalarında da yazdığımız gibi, bir yıla yakın bir sürelik esaret hayatından sonra 1913’ün son günlerinde İstanbul’a gelen Ömer Seyfettin, savaşın getirdiği felâket ve sefaleti “Balkan Harbi Ruznamesi”nde anlatmıştır. Bu yazıları 1967 yılında Hayat mecmuasında yayınlanmıştır.

İstanbul’da Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem’le görüşür. Onların da yardımıyla Türk Sözü dergisinin başyazarlığına getirilir. Artık hikâyelerinin yanı sıra siyâsî yazılar da yazmaya başlamış, iyiden iyiye Ziya Gökalp’in fikirlerinin etkisi altına girmiştir. Bir süre yazdıklarıyla geçinir, fakat bunun ilelebet böyle gitmeyeceğini anlar ve gelen teklifi kabul ederek Kabataş Sultanisi’ne edebiyat öğretmeni olur (1914). Ölümüne kadar bu görevini sürdürmüştür. Bu dönemde “Beyaz Lâle”, “Şimeler” ve “Gayet Büyük Bir Adam” hikâyelerini yazar.

1917-1920 arası yazarlık hayatının en verimli yılları olmuştur. Bu arada oldukça çok hikâye yazmış, bunlar “Yeni Mecmua” ve “Vakit” gazetesinde yayınlamıştır. Otuz altı yaşında bu dünyaya veda eden Ömer Seyfettin, edebiyatın değişik türlerinde birçok eser vermiş, en çok da hikâye alanında başarılı olmuştur. O, Türk edebiyatının en başarılı hikâyecilerinden biri olma özelliğini bugün de muhafaza etmektedir.

“Hiçbir zaman rahat bir çalışma ortamı ve huzuru bulamayarak genç yaşta vefat eden yazar, çok sayıda eser vermiş; bunlar konularına göre şöyle tasnif edilmiştir:

Tarihî konuları işleyen hikâyeler: Birinci Dünya Savaşı yıllarında ‘Eski Kahramanlar’ başlığı altında yayımlanan bu hikâyeler, memlekette savaşın doğurduğu kötümser havayı dağıtmak, halkın moralini düzeltmek, umut vermek amacına yöneliktir (Vire, Teke Tek, Kütük, Pembe İncili Kaftan, Forsa, Teselli, Başını Vermeyen Şehit vb.). Bu hikâyeler aynı zamanda o günlerde milletçe ihtiyaç duyulan, fedakâr, imanlı, kahraman, vatansever, ahlaklı tiplerin de örneklerini getirmektedir.

Kendi askerlik hayatında gördüğü, yaşadığı olaylar ile Balkan Savaşı’nın memlekete getirdiği acıları ele alan hikâyeler: Bunlar Osmanlı Devleti sınırları içinde yüzyıllardır yaşayan unsurların milliyetçi ayaklanmalar ile devlete ve millet-i hâkim olan Türklere karşı hücumlarını ele alır.  Aynı zamanda ‘Osmanlılık’ fikrini, sistemini tartışır, ‘Osmanlı milleti’ olmayacağını dile getirmek ister (Hürriyet Bayrakları, Bomba, Tuhaf Bir Zulüm, Beyaz Lale, Nakarat).

Toplumun aksak taraflarını, bilhassa dini istismar eden kimseleri, din-millet ilişkilerini ele alan hikâyeler: Bâtıl inanışlara yaklaşımı zaman zaman Hüseyin Rahmi’yi andırır (Beynamaz, Yüz Akı, Gizli Mabet, Keramet, Yemin, Sanduka, Kurbağa Duası, Hafiften Bir Ses, Binecek Şey vb.).

Sosyal ve siyâsî konulardaki fikirlerini dile getirmek için yazdığı hikâyeler: Bunların çoğu birer makale havasındadır. Bu bakımdan zayıf kalırlar. Düşünceler, olayların içinde eritilmemiş, kişiler belli fikirleri temsil etmek üzere konulan kuklalar hâlinde kalmıştır. Nitekim kendisi de “Ashâb-ı Kehfimiz” adlı uzun hikâyesini ‘içtimaî roman’ diye niteler ve önsözünde şöyle der: ‘Bu küçük romanı beş sene evvel yazmıştım. Maksadım edebî bir eser meydana koymak değildi. Sadece münevverlerimizin garip düşüncelerini içtimaî hakikatle karşılaştırmak istiyordum.’ ‘Fon Sadriştayn’ın Karısı ve Oğlu’, ‘Kızılelma Neresi?’, ‘Primo Türk Çocuğu’ gibi hikayeler bunlara örnektir.

Çocukluk hatıralarından çıkardığı hikâyeler: Bunlar yazarın en ünlü ve en güçlü eserleridir. Olaylar çocukluğun saf ve samimî dünyası içinden aktarılır. Yaşanmışlıktan gelen gerçek bir duyarlılık ve sağlamlık taşımaktadırlar. Sosyal ve siyâsî bir teze dayandırılmak endişesinden uzak, akıcı, sade ve çocuk dünyasının sıcaklığını yansıtırlar. Pek çoğu okul kitaplarına geçtiği gibi günümüzde de ‘çocuk kitabı’ olarak yayımlanmaktadır (And, Kaşağı, İlk Namaz, Falaka vb.).

Mizahî hikâyeler: Bunlar yazarın, devrin mizah ve magazin dergilerinde yayımladığı, hicve, mizahî tenkide yaslanan, bazıları grotesk unsurlar taşıyan eserlerdir (Kesik Bıyık vb.).

‘Halka Doğru’ hareketlerine iştirak edebilecek, efsanelere ve halkiyat unsurlarına dayanan hikâyeler: Gökalp milliyetçiliğinin zaman içinde halkçılığa doğru kayması sonucu Seyfeddin de kaynağını halk masal ve efsanelerinden, fıkra ve atasözlerinden alan, bunlardan ‘ahlâkî ve destanî’ dersler çıkaran hikâyeler yazmıştır. Âşık edebiyatına yönelerek ‘koşma’lar yazması da aynı kaygunun eseridir (Çakmak, Kurumuş Ağaçlar, Düşünce Zamanı, Deve, Bir Hayır vb.).

Daha önceki devir hikâye ve romancılarında pek rastlanmayan bir özellik de ona ayrıcalık kazandırmıştır. Bu husus sadece İstanbul’u değil memleketin her tarafını konu alan hikâyeler yazması, toplumun belli zümrelerini değil hemen her kesimini eserlerinde yansıtmış olmasıdır.” (Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1990, Cilt 7, s.186–187.)