Olur öyle

Direndi dalgaya. Çabaladı. Uzanmak için elinden ne geliyorsa yaptı ama nefesini yetiremedi. Bitik bir hâlde çıktı suyun üstüne. Babasına anlattı derdini. Gördüğünü ama dokunamadığını… “Olur öyle oğlum!” dedi babası, “Olur öyle! Her istediğine her zaman dokunamaz insan. Gözünün önüne gelse de dokunamaz”…

YORGANI tekmeleyerek atmıştı yataktan, sonra çevik bir hareketle zıpladı ve ayağa kalktı yatağın üzerinde. Hepheyecanlıydı. İçindeki duyguyu tarif edecek kelime buydu, evet: “Hepheyecanlı”...

Bugün denize gideceklerdi. Denizi, yüzmeyi, kumsalda oturup kumun bulaştığı üzüm ekmeği yemeyi, kardeşiyle, annesiyle, babasıyla eğlenmeyi seviyordu artık ama bu seferki heyecanı bambaşkaydı. Dünyanın en güzel taşını çıkarmaya gidiyordu denizin derinliklerinden. Dünyanın en güzeline hediye etmek için… O güzel, henüz yaşı ikili basamaklara gelmemiş, gönlünün derinliklerinden çıkmıştı.

Yaz geldi mi babası, eşini ve iki çocuğunu alır, sık sık denize götürürdü. En başta korkuyordu sudan, bu yüzden deniz günleri onun için minik bir kâbusa dönüşüyordu. Babası ve annesi onu zorla denize sokardı, ayağına değen yosunların o ne katı, ne sıvı olan yapısı onu o kadar rahatsız ederdi ki içi gıcıklanırdı. Sonra denizin derdi biter mi? Girişi dertti, çıkışı ayrı bir dert… Çıktığı zaman o ıslak, çıplak sırtına değen rüzgâr, vücudundaki tüm tüyleri ayağa dikerdi. Bir iç gıcıklanması daha… Deniz hakkında böyle düşünüyordu hayatının ilk üç beş yılında. Peki, o çocuk nasıl mı o hâlden bu hepheyecanlı hâle geldi?

Bir gün yine babası ve annesiyle hevesle denize gelmişlerdi; kenarda kös kös oturuyor, denize girmek istemiyordu. Böylece oturmayı seviyordu… Babası seslendi denizin içinden, başını kaldırıp umursamaz şekilde baktı. Babası elini sallıyordu “Gel” der gibi. O ise gitmek, boşu boşuna üşümek istemiyordu. Evet, onun için boşu boşuna yapılan bir eylemdi bu. Sonra babasının elinde bir şey parladı güneşten gelen ışıkla. Bu ilgisini çekmişti. Yerinden kalkıp dalgaların uzanabildiği en uzak noktaya kadar geldi. Babası da ona doğru geliyor, “Bak ne buldum!” diyordu heyecanla. Elindeki parlak, şeffaf ve daha önce ömründe görmediği bu maviye çalan taşı bırakmıştı ellerine. Âdeta efsunlanmıştı. Elindeki taş o kadar güzeldi ki denizin maviliğine benziyordu ama o mavilik daha önce bu kadar güzel gelmemişti ona.

Babası, “Birkaç tane daha vardı” deyip şnorkelini sallaya sallaya denize koştu. Dayanamadı daha fazlası olduğunu duyunca, insanoğluydu ne de olsa. Hemen annesine koştu, şnorkelini aldı ve o soğuk suyun göbeğine değince yaşadığı ürpertiyi bile yaşamadan attı kendini suya. Bir sürü güzel taş ve kabuk bulmuştu; babasının ona getirdiğinden bile daha güzellerine bizzat erişmişti.

Eve dönmüşlerdi o gün. Mahalledeki arkadaşlarına koşmuştu hemen, buldukları ilk yere oturtmuştu hepsini. Ellerindeki ganimetleri dökmeye başlamıştı. Gönlü zengindi. Bir arkadaşı, “Bu ne kadar güzelmiş!” desin, hemen hediye ediyordu. Bir tane taşı vermezdi sadece, kendi çıkarttığı, babasının ona getirdiğinden bile daha güzel olan o eflatunu -bu kelime lügatinde olmadığı için henüz tanımlayamıyordu- hiç kimseye vermezdi. Gözbebeğiydi o. Öyle bir tantana çıkardı ki mahallede, herkes başlarına üşüşür oldu. Etrafındaki kalabalığı fark etmemişti bile…

Sonra burnuna bir koku çalındı; nerede koklasa tanıyacağı çilekli şampuan kokusu… Ahu da gelmişti. Kafasını kaldırdı, elinde eflatun… Göz göze geldiler Ahu’yla. “Bunları sen mi topladın?” dedi Ahu. Kafasını salladı sadece. “Ay ne güzelmiş şu mor olan” dedi Ahu. Kafasını kaldırdı, hiç tereddüt etmeden, bir an bile düşünmeden elindekini Ahu’nun avucunun içine bıraktı. “Ama çok uğraşmışsındır bunun için?” dedi Ahu. “Olsun” dedi, “Bir daha toplarım ben, yine sana veririm”. Gülümsedi Ahu…

Bir daha toplamaya gidiyordu işte o hepheyecanlı hâliyle. Şnorkeliyle tüm gün daldı, çıktı; bir kez daha daldı, çıktı; yine daldı, yine çıktı… “Bu sefer olacak” diye inatla daldı, bir dalga geldi, nefesinin son demlerinde altını üstüne çevirdi dünyasının. Tam da o eflatun taştan görür gibi olmuş, yetişememişti eli. Uzanamamış, dokunamamıştı.

Direndi dalgaya. Çabaladı. Uzanmak için elinden ne geliyorsa yaptı ama nefesini yetiremedi. Bitik bir hâlde çıktı suyun üstüne. Babasına anlattı derdini. Gördüğünü ama dokunamadığını… “Olur öyle oğlum!” dedi babası, “Olur öyle! Her istediğine her zaman dokunamaz insan. Gözünün önüne gelse de dokunamaz”…

Mahcup mahcup Ahu’nun yanına gitti. İp atlıyorlardı. Ahu ipe geçirmişti ayaklarını, duruyordu öylece. Dünya da duruyordu onunla. Bulmak için ne kadar çabaladığını anlattı. “Bulamadım. Olurmuş öyle. Gözünün önüne gelirmiş ama dokunamazmışsın” dedi. Ahu, “Olsun” dedi sadece ve gülümsedi. Ahu, ona gözlerinin içi parlayarak gülümsedi. Ve onun gözleri, o eflatun taşa dönüştü. Gözünün önündeydi ama dokunamıyordu. Olsun, olurdu öyle…