YORGANI tekmeleyerek
atmıştı yataktan, sonra çevik bir hareketle zıpladı ve ayağa kalktı yatağın
üzerinde. Hepheyecanlıydı. İçindeki duyguyu tarif edecek kelime buydu, evet: “Hepheyecanlı”...
Bugün
denize gideceklerdi. Denizi, yüzmeyi, kumsalda oturup kumun bulaştığı üzüm
ekmeği yemeyi, kardeşiyle, annesiyle, babasıyla eğlenmeyi seviyordu artık ama bu
seferki heyecanı bambaşkaydı. Dünyanın en güzel taşını çıkarmaya gidiyordu
denizin derinliklerinden. Dünyanın en güzeline hediye etmek için… O güzel,
henüz yaşı ikili basamaklara gelmemiş, gönlünün derinliklerinden çıkmıştı.
Yaz
geldi mi babası, eşini ve iki çocuğunu alır, sık sık denize götürürdü. En başta
korkuyordu sudan, bu yüzden deniz günleri onun için minik bir kâbusa
dönüşüyordu. Babası ve annesi onu zorla denize sokardı, ayağına değen
yosunların o ne katı, ne sıvı olan yapısı onu o kadar rahatsız ederdi ki içi
gıcıklanırdı. Sonra denizin derdi biter mi? Girişi dertti, çıkışı ayrı bir dert…
Çıktığı zaman o ıslak, çıplak sırtına değen rüzgâr, vücudundaki tüm tüyleri
ayağa dikerdi. Bir iç gıcıklanması daha… Deniz hakkında böyle düşünüyordu
hayatının ilk üç beş yılında. Peki, o çocuk nasıl mı o hâlden bu hepheyecanlı
hâle geldi?
Bir
gün yine babası ve annesiyle hevesle denize gelmişlerdi; kenarda kös kös
oturuyor, denize girmek istemiyordu. Böylece oturmayı seviyordu… Babası
seslendi denizin içinden, başını kaldırıp umursamaz şekilde baktı. Babası elini
sallıyordu “Gel” der gibi. O ise gitmek, boşu boşuna üşümek istemiyordu. Evet,
onun için boşu boşuna yapılan bir eylemdi bu. Sonra babasının elinde bir şey
parladı güneşten gelen ışıkla. Bu ilgisini çekmişti. Yerinden kalkıp dalgaların
uzanabildiği en uzak noktaya kadar geldi. Babası da ona doğru geliyor, “Bak ne
buldum!” diyordu heyecanla. Elindeki parlak, şeffaf ve daha önce ömründe görmediği
bu maviye çalan taşı bırakmıştı ellerine. Âdeta efsunlanmıştı. Elindeki taş o
kadar güzeldi ki denizin maviliğine benziyordu ama o mavilik daha önce bu kadar
güzel gelmemişti ona.
Babası,
“Birkaç tane daha vardı” deyip şnorkelini sallaya sallaya denize koştu.
Dayanamadı daha fazlası olduğunu duyunca, insanoğluydu ne de olsa. Hemen
annesine koştu, şnorkelini aldı ve o soğuk suyun göbeğine değince yaşadığı ürpertiyi
bile yaşamadan attı kendini suya. Bir sürü güzel taş ve kabuk bulmuştu;
babasının ona getirdiğinden bile daha güzellerine bizzat erişmişti.
Eve
dönmüşlerdi o gün. Mahalledeki arkadaşlarına koşmuştu hemen, buldukları ilk
yere oturtmuştu hepsini. Ellerindeki ganimetleri dökmeye başlamıştı. Gönlü
zengindi. Bir arkadaşı, “Bu ne kadar güzelmiş!” desin, hemen hediye ediyordu. Bir
tane taşı vermezdi sadece, kendi çıkarttığı, babasının ona getirdiğinden bile daha
güzel olan o eflatunu -bu kelime lügatinde olmadığı için henüz
tanımlayamıyordu- hiç kimseye vermezdi. Gözbebeğiydi o. Öyle bir tantana
çıkardı ki mahallede, herkes başlarına üşüşür oldu. Etrafındaki kalabalığı fark
etmemişti bile…
Sonra
burnuna bir koku çalındı; nerede koklasa tanıyacağı çilekli şampuan kokusu… Ahu
da gelmişti. Kafasını kaldırdı, elinde eflatun… Göz göze geldiler Ahu’yla. “Bunları
sen mi topladın?” dedi Ahu. Kafasını salladı sadece. “Ay ne güzelmiş şu mor
olan” dedi Ahu. Kafasını kaldırdı, hiç tereddüt etmeden, bir an bile düşünmeden
elindekini Ahu’nun avucunun içine bıraktı. “Ama çok uğraşmışsındır bunun için?”
dedi Ahu. “Olsun” dedi, “Bir daha toplarım ben, yine sana veririm”. Gülümsedi
Ahu…
Bir
daha toplamaya gidiyordu işte o hepheyecanlı hâliyle. Şnorkeliyle tüm gün
daldı, çıktı; bir kez daha daldı, çıktı; yine daldı, yine çıktı… “Bu sefer
olacak” diye inatla daldı, bir dalga geldi, nefesinin son demlerinde altını
üstüne çevirdi dünyasının. Tam da o eflatun taştan görür gibi olmuş,
yetişememişti eli. Uzanamamış, dokunamamıştı.
Direndi
dalgaya. Çabaladı. Uzanmak için elinden ne geliyorsa yaptı ama nefesini
yetiremedi. Bitik bir hâlde çıktı suyun üstüne. Babasına anlattı derdini. Gördüğünü
ama dokunamadığını… “Olur öyle oğlum!” dedi babası, “Olur öyle! Her istediğine
her zaman dokunamaz insan. Gözünün önüne gelse de dokunamaz”…
Mahcup
mahcup Ahu’nun yanına gitti. İp atlıyorlardı. Ahu ipe geçirmişti ayaklarını,
duruyordu öylece. Dünya da duruyordu onunla. Bulmak için ne kadar çabaladığını anlattı.
“Bulamadım. Olurmuş öyle. Gözünün önüne gelirmiş ama dokunamazmışsın” dedi. Ahu,
“Olsun” dedi sadece ve gülümsedi. Ahu, ona gözlerinin içi parlayarak gülümsedi.
Ve onun gözleri, o eflatun taşa dönüştü. Gözünün önündeydi ama dokunamıyordu. Olsun,
olurdu öyle…