Ölümü sevdirecek bir yaşamak diliyorum

“Allah’ım! Canımız dâhil, ne’miz var ise her şey Senindir, Senin ikramındır. Malikü’l-Mülk olan Sensin. Bize verdiğin canı ve tüm nimetleri kendimizden zannetme cüretinden bizi koru. Sahip olduklarımızın emanetçisi olduğumuzu unutturma. Bizi, ölümü seveceğimiz bir yaşamak ile nasiplendir.” (Âmin.)

ÖLÜM bize meçhul, Rabbimize malûm olan gerçeklik. Biz ölümü hep bir bilinmezliğin eşiğinde, görünmez bir kapının önünde seyrediyoruz. Tâ ki bize erişinceye kadar… Hep ve daima aynı tecrübeyi yaşayıp duruyorken, unutkanlığımızın zırhına bürünüp hayatı ölüme yenilmeyecek bir kahraman gibi arşınlayıp duruyoruz.

Çoğu zaman ateş düştüğü yeri yakıyor. Bir şehit haberinde tabuta sarılmış ay yıldızlı bayrağımızdan teselli buluyorken, kimi zaman komşumuza, dostlarımıza, belki haberlerde adı geçen, bilinen bir kişinin göçüne uzaktan bakıyoruz.

Ayrılığa sayıyoruz ölümün varlığını. Bir özlem tahayyülü kuruyoruz ne vakit adı geçse. Kaldığımızda, gidenin kederine tahammülünü düşünüyor, gittiğimizde ardımızda kalanların sabrını hesap ediyoruz. Biz sonsuzluğun eşiğinde, bir yol ayrımı olan ölümü aslında pek öyle can-ı gönülden ne bekliyor, ne de seviyoruz. Hâlbuki büyüklerimizin sözleri var kulaklarımızda; “Şeb-i Aruz” muştusunu bilmeyenimiz yok aslında.

“Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, failsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır” ifadeleri ilişmiştir pek çoğumuzun gözüne. Yine de ölümün serindir bizim toplumumuzda adı. Uğradığı yere kesif bir keder çörekleniverir. Şahsen ben kabristanlarda, vefat eden yakınını uğurlarken kalbindeki sevinçten yüzüne yansımış bir tebessümle el sallayanı hiç görmedim.

Bu yüzdendir ki, ne vakit savaşlarda, işgallerde, afetlerde, büyük kazalarda çoklu ölümlerle yüzleşsek, keder acıya evriliyor içimizde. Ve ülkemizin damarlarına yayılıyor o acının tahammülleri zorlayan yası. Ya aşikâr yahut gizli gizli ağlıyoruz.

Tam da böylesi bir acı kol geziyor şimdi etrafımızda. On bir şehrimizde, kırk sekiz bin canı sonsuz olan ebedî âleme uğurladığımızdan beridir… (Rabbimizden rahmet diliyorum.) “Hâlbuki gitmek mi, kalmak mı daha zorlu bir imtihan?” diye sorsanız, şu çaresizlik içinde kıvranan kalbime hiç düşünmeden “Kalmak” diyesim gelir. Çünkü can kurtulunca, insanın ihtiyaçlar listesinin uzunluğu büyük bir meşakkati kuşanmayı gerektirir. Yetmez, bir de yitirilen canların, yuvaların, eşyaların, hatıraların acısına hakkıyla sabretmek gerekir. Ki kalanın imtihanı böylece daha çetindir. (Tüm depremzede canlara sabrın en güzelini diliyorum.)

Gerçi o muazzam büyüklükteki sarsıntıya, o şehirlerin yıkılışına, o canların enkaz altındaki çığlığına şahit olup yaşayanlar, sonradan gidenler kadar dehşet içinde değiller. Neden? Rabbimizin ikram ettiği metanet, sabır, itminan ve dirayetten olabilir mi? Öyle olmasaydı, insanlar cinnet geçirmezler miydi?

İçimde gezinen ikircikli bir savruluşun hasbihâli düşüyor satırlarıma. Oysa “tevekkül ve umuda” dair cümleler kurmak için geçmiştim bilgisayar başına. Olmuyor. İnsanın ruhuna işleyince keder, içinden geçenler kalemine kader oluyor. Yazarken, kalbimin ritmi “amentü”mü tesbih ediyor. Tam “Hayrihî ve şerrihî mine’llâhi teâlâ ve’l-ba’sü ba’de’l-mevt” ifadesi dökülürken dudaklarımdan hikmete râm olursam, bu elimi kolumu bağlayan kedere tahammülümün artacağına inanıyorum.

Yine iman edenler biliyor -elhamdülillah- acıya gark olanlara sabır, yardıma koşanlara şükür düştüğünü, Rabbimizin sabredeni de, şükredeni de “müstesna” eylediğini.

Varsın, derdi, kederi, acıyı, elemi ikram eden Rabbimiz olsun, adına “afet” diyelim. Çünkü “zorluk” kadar “kolaylık” vereceğine dair vaadi olan ve her şeye güç yetirecek kudrete haiz yegâne yaratıcımız O’dur. O’ndan gelecek imtihanın tesellisi, kederin ta kendisidir belki de. Ve muhakkak bir ecre mebnidir. Ama ki, insanın insana zulmedişinde hem teselli olmuyor, hem adı “felâket” oluyor. Bu yüzden şairin ruhu bir tek mısrada, “Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda” diye diye inliyor.

Evet, bir ibretler manzumesi okunuyor şimdilerde. İnsanlığını ve merhametini yitirmemiş, ölümlü olduğunun idrakini kaybetmemiş olanlar nasibine düşen en güzel mesajı alıyorlar. Ne söyleyeceğini, nasıl eyleyeceğini o mesaj ile tanzim ediyorlar. Kimi fiilî, kimi maddî, kimi aynî, kimi zikrî gayretiyle dua kesiliyor. Ben ise, baharın gelişinden yeniden diriliş muştularına, mübârek üç aylar hürmetine Rabbimizin ikram edeceği lütuflara, Devletimizin acıya ve acılı kalplere sahip çıkışına, oruçlu ağızların edeceği dualara, bayramın şerefesinden, arefesinden ve sabahından sevinçler neşet edeceğine inanıyorum.

Bir temennim daha var ki dua olup düşecek şimdi buraya: “Allah’ım! Canımız dâhil, ne’miz var ise her şey Senindir, Senin ikramındır. Malikü’l-Mülk olan Sensin. Bize verdiğin canı ve tüm nimetleri kendimizden zannetme cüretinden bizi koru. Sahip olduklarımızın emanetçisi olduğumuzu unutturma. Bizi, ölümü seveceğimiz bir yaşamak ile nasiplendir.” (Âmin.)

Hasbihâlimi mazur göreceğinizi umuyor, Ramazan-ı Şerifinizi kutluyor, idrak edeceğimiz Ramazan Bayramı’nın ülkemize, yıkılan şehirlerde mukim olanlara, tüm mü’minlere, kıymetli yazarlarımıza, okurlarımıza ve sevdiklerimize güzellikler getirmesini temenni ederken huzurlu okumalar diliyorum.

Hoşnut kalınız efendim…