Ölüm “Geliyorum” diyor

Her şey bir şimdiye sığdırılmaya mecbur. Çünkü ölüm geldiğinde az evveli, biraz önceyi, çok eskideni silip attığı gibi az sonrayı, biraz öteyi ve yıllar sonrayı da toprağa verir. Ölüm geldiğinde zaman şimdidir. Önceki asırlar hiç var olmamış gibi susar, gelecek nesiller hiç ihtimâle muhatap değilmiş gibi hayâl olurlar.

ADI konulmamış, salâsı okunmamış canların bile ilk ve en hevesli istikameti ölümdür. Henüz oksijenle tanışan ve sızım sızım sızlayan akciğerler, ilk andan itibaren ölüme gidişin öyküsünü fısıldamaya başlıyor.

Ölüm, ilk nefesin ardına da yanaşabilir, yılların yorgunluğunda süzülmüş gözbebeklerine de denk düşebilir. Çocukluğun diz yarası bahçesini de kuşatabilir, ihtiyarlığın diz ağrıtan mûsikîsini de susturabilir. Bazen yaşı bahane eder de bazen kalp ağrısını ahbap edinir. Geldiğinde, yarım kalmışların hesap defterini hesaba katmaz. Gelecek plânları dizelgesine paraf atmaz. Alınacak gönülleri, ödenecek borçları, yapılacak işleri, görülecek yerleri koordine etmez. Bir tövbelik hengâmı, bir namazlık mekânı cabadan sunmaz. 

“Dur”dan, “imdat”tan, “tazarru”dan, “eyvah”tan anlamaz. Tedirgin gönüllere sükûnetli bir bekleyiş müddeti vaat etmez. Hiçbir kaçışa ve manevraya alan bırakmaz. Ölüm Meleği, İlâhî bir emirle cana teslimiyet davetiyesi getirdiğinde, kabulün ve rızanın “var”ını sormaz.

Hâl böyleyken, hâl-i pürmelâlimiz, Shakespeare’den bir lâtifeyle “yanlışlıklar komedyası”. Ümitler, tutkular, hazlar ve sefahat büyük bir hızla zamanı sarmalarken; nesnenin, maddenin ve nakdin buyurgan tavrı akılları ve nefisleri düşkün eylemlere çarçabuk dâhil ederken; hırs, menfaat ve şahsî gönenç kümesi dışındaki her bir değer çöp yığınları altında yok oluşa terk edilirken; sevgisizlik ve vefasızlık günlerin anlamını karşılarken; ölüme vuran saatlerin sessizliği aklı karıştırıyor.

Oysa ölümün tiktakları kâinatı, zemini ve gök kubbeyi çınlatıyor. Duymak ve idrakine varmak için tek bir aksiyona bile girmeyen kulak zarları, dünyanın gürültüsüyle kandırılmış durumda. Ana caddelerin ışıltısı ara sokakların samimiyetini yerle yeksan etmiş, yapay ışımalar gözleri öyle bir boyamış ki tabiatın binbir rengi siyahın savunmasızlığına mahkûm edilmiş.

Bütün bu aldanmışlık serüveni, aklı ve kalbi sahte bir doygunluk masalında uyutsa da tükenen zamanı ve yaklaşan ölümü saf dışı bırakamaz. Zamanı, mekânı ve hangi sebeple vuku bulacağı bilinmeyen can veriş hakikati, her an “Geliyorum” diye fısıldıyor. Bir nefeslik zamanı daha hava boşluğunda savrulan bir hiçliğe heba etmeden evvel durmak, düşünmek ve eyleme dönük bir inancı keşfetmek gerek. Beylik naralar değerine indirgenmiş nice uyarıcı kelâm vardır ki ömür sürüşü keskin bir “U” dönüşüyle yepyeni ve hakikatli yörüngelere ilikleyecek raddede kıymettardır. İşte onlardan biri: “Bugünü son günün gibi yaşa!”

Öyle sıradan bir cümle kalıbıdır ki bu… Ve öyle mütemadi tekrara feda edilmiştir ki… Öyle hamasî hezeyanlar içinde anlamı ezilmiştir ki, duyulur, mealen sindirilir, mantık kalburlarından özenle geçirilir ve maatteessüf, aklın tozlu raflarında bir tezyin objesi gibi seyirlik bekletilir. Oysa kalpleri ürpertiyle titretmesi gereken bütün kavramlar bir biblo gibi köşelere bırakıldığında zayiatın büyüklüğü gözleri hayrete düşürebilir.

Yine benzer kalabalıklar içinde izdihama uğrayıp ezilen cümlelerden biri daha: “Ölmeden önce öl!”

Tam bu vasatta, hakikatin nüvesini içmiş, aşkın şahikasında kalpleri aslına, gevherine davet etmiş bir ehl-i irfan, bir Hak âşığı ve mutasavvıf olan Yûnus Emre’nin şu dizelerine uğramak gerek: “Kişi Hakk’ı bilmek gerek/ Hak haberin almak gerek/ Zinde iken ölmek gerek/ Varıp anda ölmez ola.”

Ölüm, gayr-i iradî bir seyahattir. İnsanın kararlar, yargılar ve talepler ülkesindeki benlik hikâyesini mimler. Ne kadar arzulu ve talepkâr bir coşkunlukla yaşansa da o geldiğinde can ve ten ancak bir emirberdir.

Ne yapmalı da can verişin hazin bekleyişini vuslatın müjdesine çevirmeli? Cevaplar basit, bariz ve kararlı. Ne var ki, merakına mucip olan pek az ve cevabı bulanın harekete geçişi çok uzun. “Şimdi”yi sevmeli evvelâ. “Şimdi” denilen zaman, hiç bitmeyen ve yerini hiçbir başka sıfata emanet etmeyen yegâne varoluştur. Çünkü zaman hep şimdidir ve saatler hep şimdiden seslenir. O yüzden ibadetse şimdi, hayırsa şimdi, secdeyse şimdi, tövbeyse şimdi!

Her şey bir şimdiye sığdırılmaya mecbur. Çünkü ölüm geldiğinde az evveli, biraz önceyi, çok eskideni silip attığı gibi az sonrayı, biraz öteyi ve yıllar sonrayı da toprağa verir. Ölüm geldiğinde zaman şimdidir. Önceki asırlar hiç var olmamış gibi susar, gelecek nesiller hiç ihtimâle muhatap değilmiş gibi hayâl olurlar.

Bir hülyalı gidiştir ömür. Yaşanıp tüketilmiş ne kadar takvim yaprağı varsa ardımızda, hepsi bir zamanın şimdisidir ve şimdinin hiçliğidir.