“Olmuyor!” derken olanlarla “Oldu!” zannederken olmayanlar

Bazen de insan ne duâ eder, ne sebat. Zorbaca, kibir kokulu, hakka zulmeden bir eylemle bir kazanç elde eder. Zorbalığında devam eder. Sürekli bir kazanma duygusuyla daha da hırslanır. Kırar, döker, çalar çırpar... Bunları yaptıkça eline maddî kazançlar geçer. İşte bu da, oldu zannedilip de olmayanlardandır! “Kazandım” sandıkça kaybetmektir. Kazana kazana kaybetmektir. Bir gün bu kazanılanlar ellerinde capcanlı dururken, insan bir bakar ki, kalpte huzur, gözde sürur kalmamış…

LÜTUFKÂR bir vadediş... Cömertçe bir ikram...

Böyledir; hayâl âleminin ve arzuların bıraktığı iz… Pek çoğu mantık, matematik ve istatistik bilimlerinden bir tekine bile uğramaz. Geldiği gibi de yerleşir kalbe... Hani kalbin ikna süreci çok daha kısa bir zaman dilimiyle sınırlıdır ya, o yüzden bu teklifsiz isteklerin ilk adresi kalptir.

Bilindiği üzere, beynin ikna sürecinde sayısal verileri baz alan bilim ya da yöntemlerden en az birinin aktif olması gerekir. Öyle hesapsız, ölçüsüz ve bir ön eleme programı olmaksızın her gelene buyurgan bir tavır sergilemez beyin. Ama kalbi ikna ettikten sonrası çorap söküğü gibi gelir...

Bu, yalnızca biz fânilerin -kaçınılmaz- duygu akış çizelgesindeki doğrusal hareketin bir açıklaması. Fakat asıl mesele; bir hayâl, tutku ya da talep sahibi olmamızla başlayacak... Ki benimle hemfikir, bir yığın dolusu katılımcı bulabilirim; biz fânilerin en sık yaptığı ya da maruz kaldığı bir ortak payda varsa, o da -sürekli olarak- bir şeyleri istiyor olmamızdır.

İstemek, her cümlenin sabit yüklemi. Fakat zamanla işleri büyütmek de âdetlerimiz arasındadır. Sade bir “istemek” yüklemiyle kurduğumuz cümleler zamanla (hızla) “çok istemek, arzulamak, tutkuyla beklemek” türevi başka başka yüklemlere dönüşür.

İstemek kadar sıradan bir duyguya sahip olduğumuz o ilk süreç oldukça kısa sürer. Çünkü safi bir “istemek” eylemiyle beyni bu duruma ikna etmek kolay olmayacaktır. Tabiî burada istenilenin ne olduğu da hayli mühim. Fakat absürt, gerçeküstü, uzak ihtimâlli taleplerimizde beynin de bu coşkuya katılması için daha ısrarlı bir kalp gerekli olacaktır.

Akıl “Bu işin oluru yok!” derse, kalp “Ama çok istiyorum” demeye başlar. Akıl “Bir düşünelim” raddesine erdiğinde, kalp “Tutkuyla bekliyorum, candan arzuluyorum, her şeyimi veririm...” gibisinden mübalağalı; fakat beyni zorlayan silahlarını kuşanır. Velhasıl beynin yönetici olduğu varsayılan bu sistemde, kalbin ikna etme kabiliyeti çok daha yüksek.

Hayatın akışında nadiren de olsa beynin talepleri de kalbi yönlendirebiliyor. Bu yöntemde çok zaman daha yararlı sonuçlar aldığımız da bir gerçek. Tabiî ki insanın yanılan ve yanlışa götüren kısmının ne zaman beyin, ne zaman kalp olduğunu söylerken, bu iki yargıyı ayıran sınır çizgisinin ne kadar flulaştığını da herkes bilir.

Şöyle ki; “Akla yatkın olduğundan mı kalp ikna oldu, kalbin tutkusuna mı beyin yenik düştü?” sorusuna kendi iç âleminde kusursuz cevap verebilecek kabiliyete henüz denk gelinmiş değil.

İnsanın ruhundaki teşkilâtlanmayı bir kenara koyduğumuzda, bazen bir şeyi “oldurmaya” çalışmak beynin, kalbin, ruhun ve beşeriyet için kabul edilen gerekliliklerin bir devamı olarak gerçekleşiyor. İşte bu kusursuz katılımla tüm hücrelerimiz aynı hedefe odaklanıyor! Beraberinde “duâ” dediğimiz İlâhî ve mucizevî başvuru yöntemi, eylem plânında ilk sırayı alıyor.

***

Duâ:

Bir isteğin “olmuş” hâlidir. Beklenen huzurun eli kulağında demektir. Aranan bir refahın varlığına kanıttır. Kalbin inşirahına kefildir.

***

Duâ:

Olması istenen bir şeyi Yaradan’a dile getirmek olarak görünse de, olmuş bir şeyin dile gelişidir. Duâ etmeye öteleyen tüm beklenti ve istekler, duâ edebilmek şerefine ve bu eşsiz muhabbet hâline erişmek için vardır. Bir şeyin oluşunda duâ son derece etkilidir; fakat Allah’ın nezdinde kulun kalbinden geçenin dile getirilişi, Allah’ın kuluna lütfetmesidir.

***

Duâ:

Öyle karar verip, mantık süzgecinden geçirip, kâr-fayda grafiğini çıkarıp da başvurduğumuz bir mertebe değil, zaten istek ve taleplerle dolu olan kalbin, çok daha başka sebeplerle duâ edebilecek bir kulluğa terfi etmesidir.

***

Duâ:

Bir yangının bitişidir. Bir fırtınanın sonu, bir gecenin sabahıdır. Hırçın dalgaların dindiği, durulduğu andır. Korkuların korktuğu zamandır.

***

Duâ:

Derin kuyulardan çıkıştır. Nihâyetsiz yolların bitimi, kaybedilmişlerin toplanıp toplanıp geri gelişidir. Heybetli, gösterişli bir geri dönüştür.

Her ne olursa olsun, her ne zannedilirse zannedilsin, her ne şekilde inanılırsa inanılsın, duâ, Rabbin kabulünün tezâhürüdür.

***

“Duâm kabul olur mu?” diyoruz ya, duâ etmek arzusunun kabulünü es geçiyoruz işte!

Oldu mu, olmadı mı?

Şimdi malûmun ilâmı olacak fakat Shakespeare der ki, “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!”…

Şimdi düşünelim bir...

Olan bir şey için “olmamak” mevzubahis değildir. Var olmayan hiçbir şeyin de “olmak” gibi bir ihtiyacı yoktur.

Öyleyse “olan”ların “olmamak” ile bir meselesi olmadığı gibi, olmayan bir yokluğun da “olmak” ile sorunu olamaz. Demek oluyor ki, olmak ve olmamak endişesi, sadece “var olan” bir öznenin çarpık düşüncesi olabilir. Zaten olmayanın iki eylemle de bir alışverişi olmayacaktır.

O zaman biz var olanların asıl meselesi, varlığımızı çevreleyen ve varlığımız dışında kalan her bir durum için “Oldu mu, olmadı mı?” ve/veya “Olacak mı, olmayacak mı?” gibi sorunlardır.

Bu sorunun da ilk ayyuka çıktığı alan, duâ etmek eylemidir. Ki duânın kabul oluş şekline de hayli aykırıdır…

Rabbin seni duâya çağıracak, sana bu duâ zamanını nasip edecek, arkasını-önünü hayırla nasiplendirecek ve o duâ kabul olmayacak(!)… Olacak iş mi?

Duânın kabulü kesindir. Duânın Cennet kapılarından döndüğü vâki değildir. Duâ, Allah’ın izni dışında gerçekleşen bir eylem olamaz. Duâ etmek fiilinde “olmayacak” olan tek şey, kabul görmemesidir. Bu, ihtimâl dâhilinde bile değildir.

Fakat!..

Çok basite indirgemek sûretiyle hayatî bir detaya dikkat çekmek arzusundayım…

Farz-ı misâl; kalbinin ya da beyninin veyahut her ikisinin de katılımcı olduğu bir ekip çalışması sonucu, bir arzunun peşine düştün! Sen istedin ki, şu ağaçlar mavi olsa…

Bir örnek üzerinden yol alacaksak; kimsenin talep etmeyeceği, metafizik bir durumdan yararlanmak gerek. Bu abesle iştigal hâli, varmak istediğimin sonucun “apaçık” bir nispete erişmesinde kullanacağım. O yüzden -affınıza sığınarak- abartılı kurgumu, iddiama destekçi kılarak devam etmek istiyorum…

“Keşke ağaçlar mavi olsa!” dedin. Beyni ikna ettin mi bu isteğinde ya da zorla mı katıldı, onu kenara attın da sadece kalpten mi istedin, artık o detaylara girmeyeceğim. En nihâyetinde mantık dışı bir olguyu süjeye dâhil ettik. Burada mühim olan, duâ ile kabulü hakkındaki inancımın beyanı...

Şimdi sen bu isteğin için açtın Rabbine ellerini, duâ ettin. Duânda sabrettin... Sebat ettin... Israrcı oldun...

Ve bir gün...

Yok yok! Ağaçlar mavi oluverdi demeyeceğim...

Ve bir gün, ağaçlar hâlâ yeşildi...

İşte şimdi, bu örneğe başlamadan önce, içine düşmen için kazdığım çukurdasın. Şaka bir yana, hepimizin düştüğü çukur burası... Öyle derin bir çukur ki, bir kere düştün mü eyvah!

Şöyle ki; sen ağaçların mavi olması için onca yalvardın, usanmadan el açtın ve duâna da inandın(!)…

İnandın mı?

Fakat ağaçların bir türlü mavi olmaması, duânın kabul olmadığı hissini kalbine zerk ettiyse, sen bu duâya baştan inanmamışsın!

Bir duânın kabul oluş şekli, senin duâ ederken kurduğun cümlenin birebir aynısı olabilir mi? Olabilir... Peki, her zaman böyle mi olur? Katiyen... Asla... Olasılıksız...

Bir duâ, edildiği anda kabul olmuştur.

Fakat o duânın kabulü, her zaman senin kurduğun cümleciğin özne, nesne ve yükleminin birebir dünyaya yansıması değildir.

Şöyle açıklayayım: İnsan bir şey istediğinde, istediği şeyin ne olduğunun çok bir önemi yok! Çünkü her fâni aynıdır ki, istek maddelerimiz değişse de tek gâyemiz mutlu, huzurlu ve refah içinde olmaktır. Bunun nasıl olacağına karar verir ve o yönde isteklere kapılırız. Bunu da duâ olarak Rabbimize sunarız. Sonra bir gün huzurlu ve refah içinde olduğumuzda, ağaçlarının mavi olmasının pek bir hükmü yoktur. Ağaçlar hâlâ yeşildir ama onu gören gözler şendir. Ağaçlar hâlâ yeşildir de onun dibinde oturan biz fânilerin kalbinde huzur vardır.

Bazen de duâ ettikçe olmaz, yalvardıkça gerçekleşmez, hattâ ne istiyorsak her şey, ama her şey tam aksi yönde ilerler… Sen yine duâ edersin, yine olmaz, olmuyor gibi olur... Böyle böyle sürüp giderken oluverir. Olmuyor gibi görüne görüne olur... İşte bu da bir duâda sabretmenin, sebat etmenin ne kadar gerektiğini tekraren bize haykıran bir durumdur.

Bazen de insan ne duâ eder, ne sebat. Zorbaca, kibir kokulu, hakka zulmeden bir eylemle bir kazanç elde eder. Zorbalığında devam eder. Sürekli bir kazanma duygusuyla daha da hırslanır. Kırar, döker, çalar çırpar... Bunları yaptıkça eline maddî kazançlar geçer. İşte bu da, oldu zannedilip de olmayanlardandır! “Kazandım” sandıkça kaybetmektir. Kazana kazana kaybetmektir. Bir gün bu kazanılanlar ellerinde capcanlı dururken, insan bir bakar ki, kalpte huzur, gözde sürur kalmamış…

Olmuyormuş gibi olanlarla insan; sabrı, tevekkülü ve huzuru keşfeder. Bırak ağaçlar yeşil kalsın, fakat kalbine Rabbin inşirahı yakın...

Duâlar, şu âlemde kabulü kesin olan mucizelerdir.