“Ölmem için gelmen lâzım!”

Aile büyükleri araya girdiler ve zorla razı ettiler Seher’i. Eve gittiklerinde Ali Bey gözlerini Seher’e dikti ve yalvarırcasına uzun uzun baktı yüzüne. Yanına yaklaşıp elini tuttu ve “Hadi bakalım, helâl ediyorum hakkımı kızımın hatırı için” dedi. Ali Bey’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü şakaklarına doğru.

ÇOK güzel, su gibi bir kızdı Seher. Anne ve babasını çocuk yaşta kaybetmişti. Akrabalarının yanında zor şartlarda büyümüş, sonra yine akrabalarının uygun gördüğü, kendisinden epeyce büyük olan Ali Bey ile evlendirilmişti. Sivas ilinin Suşehri ilçesinde mütevazı bir düğünle evlenmişler, bir süre sonra Ali Bey, çalışmak üzere İstanbul’a gitmişti.

Seher kız için yine çileli günler başlamıştı. Bu kez kocasının akrabalarının yanında kalıyor ve kendisinden ne istenirse yapıyordu. Sabah erkenden kalkıp yatıncaya kadar delice koşturuyor, kocasından gelecek haberi bekliyordu. Büyük bir şehre gidecek, kendine ait bir yuvası olacak, yağlı yavan yese de mutlu olacağı hayâli ile avunuyordu.

Aradan üç dört yıl geçti. Bu zaman içerisinde kocası iki kez gelebilmişti ilçeye. Son gelişinde artık bir işi olduğunu, bir ev tuttuğunu söyleyerek genç ve güzel karısını alıp İstanbul’a getirmişti. Seher, bu koca şehre gelince şaşırıp kalmıştı. Küçücük kasabalarından ne kadar farklıydı bu şehir. İlk kez denizi görünce şaşkınlığı iyice artmıştı. Hiç konuşmuyor, otobüsün camından hayretler içinde etrafı izliyordu. Çoğu kez duymuş olduğu cümleyi şimdi de kocası söylüyordu: “‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ derler, biz de artık burada yaşayacağız. Belki bize de rastlar o altınlardan bir miktar” diyordu.

Güzel İstanbul mest etmişti genç kadını. Hayâller kuruyor, ne kadar mutlu olacağını düşlüyordu. Harem’de otobüsten inmiş, Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne geçerlerken içine bir korku düşmüştü birden. “Bu koca şehirle nasıl baş edeceğiz?!” korkusu... Sonra Beyoğlu’nun arka sokaklarından birindeki evlerine gelince biraz rahatlamıştı Seher gelin.

Eski bir apartmanın giriş katında, “nohut oda, bakla sofa” olan evlerini pek bir sevmişti. Yol uzundu ve çok yorgunlardı. Bir şeyler atıştırıp yatacaklardı. Seher geceliğini giyip yatağa uzanınca, kocası gürleyen bir sesle, “Hayır, oraya değil ayakucuma yatacaksın! Burada âdet böyle!” diye kükredi âdeta. Kendisinden hem büyük olması, hem de “Kocanın dediği olur” diye öğrendiğinden, “Neden?” bile diyemeden dediğini yaptı ve kocasının ayakucuna kıvrıldı. Yorgunluktan sızıp kaldı. Ve günler böyle geçip gidiyordu. Hayatı hep iş güç hengâmesinde geçiyordu. Kocası sormuyordu bile bir derdinin olup olmadığını.

Bir sabah uyandığında, şiddetli bir bulantı ile banyoya koştu Seher. Hamileydi, bir çocukları olacaktı. Sevinçle kocasına söylediğinde, “Geç bile kaldın!” dedi Ali Bey. Gündüz vakti sancılanınca komşuları hastaneye götürdüler ve bir kız çocuk dünyaya getirdi. Dokuz ay boyunca “Benim oğlum olacak” deyip duran kocasını beklemeye başladı. İki gün sürdü bu bekleyiş. Sonra çaresiz, yine komşularının yardımı ile eve döndü. Ali Bey’in, eve geldiğinde suratından düşen bin parça idi. “Ne oldu, neden gelmedin bizi görmeye?” diye sorunca yine kükredi adam: “Kızını mı görmeye gelecektim yani? Erkek doğuraydın, gelirdim!”

Şaşırdı genç kadın. Bu da onun evlâdı değil miydi? Yaralandı kalbi, üzüldü. Sonra ellerini açıp yalvardı Yaratanına: “Dilerim, Rabbim seni bu kızın ellerine bıraksın!”

Adını koymaya bile tenezzül etmedi babası. “Zeynep” dedi kızına Seher. Esmer, zayıf, ama şipşirin bir kızdı Zeynep. Artık ayakucunda bile yatamıyordu kocasının. Diğer odadaki divanda yatıyordu kızı ile. Arada bir, gönlü olduğunda yanına çağırıyordu adam karısını. Kızının yüzüne bile bakmıyordu. Böylece dört yıl daha geçti. İkinci kez hamile olduğunu anladığı andan itibaren gece gündüz dua ediyordu “Bu sefer erkek olsun Allah’ım, yoksa bu adam beni eve de almaz!” diye. Çok zorlu bir hamilelik geçirmişti ama bu sefer duaları kabul olmuş, bir erkek evlât doğurmuştu Seher.

Önceleri mutlu görünüyordu kocası. Ama uzun sürmedi bu durum. Ahmet de yetmemişti insafa gelmesine. İyice asabileşmişti adam. En ufak şeyi bahane ediyor, belindeki kayışı çıkarıp öldüresiye dövüyordu genç kadını. Çaresizdi Seher. Çekilecek hâli kalmamıştı zalim adamın. Ama sığınacağı bir ailesi, bir yakını olmadığı için bir şey yapamıyordu. Çocukları küçüktü. Ayrılsa nereye gidecek, nasıl geçinecekti? Bu koca şehirde iki küçük çocukla ne yapabilirdi ki?

Çocuklarının istediği hiçbir şeyi almıyordu cimri adam. Sadece ekmek parası bırakıyor, başka beş kuruş vermiyordu. Yıllar bu zorluklarla geçti. Çocukları büyümüş, Zeynep memur olmuştu. Ahmet’in okuması için erken yaşta çalışmaya başlamıştı. Ahmet mühendis olup çalışmaya başladığı yıllarda, Zeynep de bir avukat ile hayatını birleştirmişti. Hep dua ediyordu Seher, “Kızımın kaderi benimkine benzemesin!” diye. Ama ne yazık ki, büyüklerin dediği gibi, “ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlekte oraya gider” misâli, kızının kocası olacak adam da babası gibi zalim çıkmıştı. Karısına zulmetmekten âdeta zevk alıyordu. Tahsilli, okumuş, çevresi olan bir adam olduğu hâlde…

Bu arada Ali Bey, oturdukları evi ve aynı binada iki daireyi, bir iki de arsa almıştı. Çocuklarının ve karısının ihtiyaçlarından kıstıkları ile zor olmamıştı mal mülk sahibi olmak. Sonunda dayanamadı bunca zorluğa Seher ve ayrıldı kocasından. Oğlu ile yaşamaya başladı. Ali Bey, kızının yanına yerleşti ve damadına uşak olmaya razı oldu bir anlamda. Kızının bir kız, bir erkek çocuğuna bakıyor, alışverişe gidiyor, damadın arabasını yıkıyor, ayakkabılarını boyuyor, etrafında âdeta dönüyordu. Yine de kızına yaptığı eziyeti engelleyemiyordu ne yazık ki!

Yıllar böyle geçip giderken, bir gün aniden hastalandı Ali Bey. Ani tansiyon yükselmesi sonucu beyin kanaması geçirip felç olmuştu. Evini dağıtmamış, kızı ve damadı ile aynı binada olan evinde yaşamaya başlamıştı. Bakacak başka kimse olmadığından, zavallı Zeynep, çocukları, zalim kocası ve babasının arasında koşturuyordu.

Sonra bir bakıcı tuttu Zeynep. Her yemek saatinde yemeğini yediriyor, banyosunu yaptırıyor, bebeği gibi ilgileniyordu babası ile. Seher’in bedduası tutmuş, istemediği kızının ellerine kalmıştı Ali Bey. Böylece tam yedi yıl geçti. Artık durumu iyice ağırlaşmıştı. Sekerat hâlinde başını bekliyordu kızı. Hiç konuşamayan adam, karısının adını sayıklamaya başlamıştı. “Seher… Seher…” diyordu inlercesine.

Zavallı Zeynep ne yapacağını şaşırmıştı. Sonunda annesini aradı: “Anneciğim! Babam ölemiyor. Sadece senin adını sayıklıyor. Ne olursun gel, hakkını helâl ediver!”

“Hayır!” dedi Seher, “Asla hakkımı helâl etmem o adama, bana çektirdiklerini çekmeden ölemez o”.

Aile büyükleri araya girdiler ve zorla razı ettiler Seher’i. Eve gittiklerinde Ali Bey gözlerini Seher’e dikti ve yalvarırcasına uzun uzun baktı yüzüne. Yanına yaklaşıp elini tuttu ve “Hadi bakalım, helâl ediyorum hakkımı kızımın hatırı için” dedi. Ali Bey’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü şakaklarına doğru. Sanki bütün ıstırabı, acıları bitmiş, rahatlamıştı. Yüzündeki acı ifade yok olup huzur gelmişti sanki. Orada bulunanlar bu durum karşısında tuhaflaştılar. Ertesi sabah mahalle camiinden okunan salâ sonucu Ali Bey’in vefat ettiğini öğrenmişti mahalle sakinleri: “Mahallemiz sakinlerinden Sivas Suşehri doğumlu Ali Akyüz Beyefendi vefat etmiştir. Cenazesi, öğle namazını müteakip, Şişli Camii’nden kaldırılacaktır. Mevlâ rahmet eylesin…”