ÇOK güzel, su gibi
bir kızdı Seher. Anne ve babasını çocuk yaşta kaybetmişti. Akrabalarının
yanında zor şartlarda büyümüş, sonra yine akrabalarının uygun gördüğü, kendisinden
epeyce büyük olan Ali Bey ile evlendirilmişti. Sivas ilinin Suşehri ilçesinde
mütevazı bir düğünle evlenmişler, bir süre sonra Ali Bey, çalışmak üzere
İstanbul’a gitmişti.
Seher
kız için yine çileli günler başlamıştı. Bu kez kocasının akrabalarının yanında
kalıyor ve kendisinden ne istenirse yapıyordu. Sabah erkenden kalkıp yatıncaya
kadar delice koşturuyor, kocasından gelecek haberi bekliyordu. Büyük bir şehre
gidecek, kendine ait bir yuvası olacak, yağlı yavan yese de mutlu olacağı hayâli
ile avunuyordu.
Aradan
üç dört yıl geçti. Bu zaman içerisinde kocası iki kez gelebilmişti ilçeye. Son
gelişinde artık bir işi olduğunu, bir ev tuttuğunu söyleyerek genç ve güzel
karısını alıp İstanbul’a getirmişti. Seher, bu koca şehre gelince şaşırıp
kalmıştı. Küçücük kasabalarından ne kadar farklıydı bu şehir. İlk kez denizi
görünce şaşkınlığı iyice artmıştı. Hiç konuşmuyor, otobüsün camından hayretler
içinde etrafı izliyordu. Çoğu kez duymuş olduğu cümleyi şimdi de kocası
söylüyordu: “‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ derler, biz de artık burada
yaşayacağız. Belki bize de rastlar o altınlardan bir miktar” diyordu.
Güzel
İstanbul mest etmişti genç kadını. Hayâller kuruyor, ne kadar mutlu olacağını
düşlüyordu. Harem’de otobüsten inmiş, Kadıköy’den vapurla Eminönü’ne
geçerlerken içine bir korku düşmüştü birden. “Bu koca şehirle nasıl baş
edeceğiz?!” korkusu... Sonra Beyoğlu’nun arka sokaklarından birindeki evlerine
gelince biraz rahatlamıştı Seher gelin.
Eski
bir apartmanın giriş katında, “nohut oda, bakla sofa” olan evlerini pek bir
sevmişti. Yol uzundu ve çok yorgunlardı. Bir şeyler atıştırıp yatacaklardı.
Seher geceliğini giyip yatağa uzanınca, kocası gürleyen bir sesle, “Hayır,
oraya değil ayakucuma yatacaksın! Burada âdet böyle!” diye kükredi âdeta.
Kendisinden hem büyük olması, hem de “Kocanın dediği olur” diye öğrendiğinden, “Neden?”
bile diyemeden dediğini yaptı ve kocasının ayakucuna kıvrıldı. Yorgunluktan
sızıp kaldı. Ve günler böyle geçip gidiyordu. Hayatı hep iş güç hengâmesinde
geçiyordu. Kocası sormuyordu bile bir derdinin olup olmadığını.
Bir
sabah uyandığında, şiddetli bir bulantı ile banyoya koştu Seher. Hamileydi, bir
çocukları olacaktı. Sevinçle kocasına söylediğinde, “Geç bile kaldın!” dedi Ali
Bey. Gündüz vakti sancılanınca komşuları hastaneye götürdüler ve bir kız çocuk
dünyaya getirdi. Dokuz ay boyunca “Benim oğlum olacak” deyip duran kocasını
beklemeye başladı. İki gün sürdü bu bekleyiş. Sonra çaresiz, yine komşularının
yardımı ile eve döndü. Ali Bey’in, eve geldiğinde suratından düşen bin parça
idi. “Ne oldu, neden gelmedin bizi görmeye?” diye sorunca yine kükredi adam: “Kızını
mı görmeye gelecektim yani? Erkek doğuraydın, gelirdim!”
Şaşırdı
genç kadın. Bu da onun evlâdı değil miydi? Yaralandı kalbi, üzüldü. Sonra
ellerini açıp yalvardı Yaratanına: “Dilerim, Rabbim seni bu kızın ellerine
bıraksın!”
Adını
koymaya bile tenezzül etmedi babası. “Zeynep” dedi kızına Seher. Esmer, zayıf,
ama şipşirin bir kızdı Zeynep. Artık ayakucunda bile yatamıyordu kocasının. Diğer
odadaki divanda yatıyordu kızı ile. Arada bir, gönlü olduğunda yanına
çağırıyordu adam karısını. Kızının yüzüne bile bakmıyordu. Böylece dört yıl
daha geçti. İkinci kez hamile olduğunu anladığı andan itibaren gece gündüz dua
ediyordu “Bu sefer erkek olsun Allah’ım, yoksa bu adam beni eve de almaz!” diye.
Çok zorlu bir hamilelik geçirmişti ama bu sefer duaları kabul olmuş, bir erkek
evlât doğurmuştu Seher.
Önceleri
mutlu görünüyordu kocası. Ama uzun sürmedi bu durum. Ahmet de yetmemişti insafa
gelmesine. İyice asabileşmişti adam. En ufak şeyi bahane ediyor, belindeki
kayışı çıkarıp öldüresiye dövüyordu genç kadını. Çaresizdi Seher. Çekilecek hâli
kalmamıştı zalim adamın. Ama sığınacağı bir ailesi, bir yakını olmadığı için
bir şey yapamıyordu. Çocukları küçüktü. Ayrılsa nereye gidecek, nasıl
geçinecekti? Bu koca şehirde iki küçük çocukla ne yapabilirdi ki?
Çocuklarının
istediği hiçbir şeyi almıyordu cimri adam. Sadece ekmek parası bırakıyor, başka
beş kuruş vermiyordu. Yıllar bu zorluklarla geçti. Çocukları büyümüş, Zeynep
memur olmuştu. Ahmet’in okuması için erken yaşta çalışmaya başlamıştı. Ahmet
mühendis olup çalışmaya başladığı yıllarda, Zeynep de bir avukat ile hayatını
birleştirmişti. Hep dua ediyordu Seher, “Kızımın kaderi benimkine benzemesin!”
diye. Ama ne yazık ki, büyüklerin dediği gibi, “ön tekerlek nereye giderse,
arka tekerlekte oraya gider” misâli, kızının kocası olacak adam da babası gibi
zalim çıkmıştı. Karısına zulmetmekten âdeta zevk alıyordu. Tahsilli, okumuş,
çevresi olan bir adam olduğu hâlde…
Bu
arada Ali Bey, oturdukları evi ve aynı binada iki daireyi, bir iki de arsa
almıştı. Çocuklarının ve karısının ihtiyaçlarından kıstıkları ile zor olmamıştı
mal mülk sahibi olmak. Sonunda dayanamadı bunca zorluğa Seher ve ayrıldı
kocasından. Oğlu ile yaşamaya başladı. Ali Bey, kızının yanına yerleşti ve
damadına uşak olmaya razı oldu bir anlamda. Kızının bir kız, bir erkek çocuğuna
bakıyor, alışverişe gidiyor, damadın arabasını yıkıyor, ayakkabılarını boyuyor,
etrafında âdeta dönüyordu. Yine de kızına yaptığı eziyeti engelleyemiyordu ne
yazık ki!
Yıllar
böyle geçip giderken, bir gün aniden hastalandı Ali Bey. Ani tansiyon
yükselmesi sonucu beyin kanaması geçirip felç olmuştu. Evini dağıtmamış, kızı
ve damadı ile aynı binada olan evinde yaşamaya başlamıştı. Bakacak başka kimse
olmadığından, zavallı Zeynep, çocukları, zalim kocası ve babasının arasında
koşturuyordu.
Sonra
bir bakıcı tuttu Zeynep. Her yemek saatinde yemeğini yediriyor, banyosunu
yaptırıyor, bebeği gibi ilgileniyordu babası ile. Seher’in bedduası tutmuş, istemediği
kızının ellerine kalmıştı Ali Bey. Böylece tam yedi yıl geçti. Artık durumu
iyice ağırlaşmıştı. Sekerat hâlinde başını bekliyordu kızı. Hiç konuşamayan
adam, karısının adını sayıklamaya başlamıştı. “Seher… Seher…” diyordu
inlercesine.
Zavallı
Zeynep ne yapacağını şaşırmıştı. Sonunda annesini aradı: “Anneciğim! Babam
ölemiyor. Sadece senin adını sayıklıyor. Ne olursun gel, hakkını helâl ediver!”
“Hayır!”
dedi Seher, “Asla hakkımı helâl etmem o adama, bana çektirdiklerini çekmeden
ölemez o”.
Aile büyükleri araya girdiler ve zorla razı ettiler Seher’i. Eve gittiklerinde Ali Bey gözlerini Seher’e dikti ve yalvarırcasına uzun uzun baktı yüzüne. Yanına yaklaşıp elini tuttu ve “Hadi bakalım, helâl ediyorum hakkımı kızımın hatırı için” dedi. Ali Bey’in gözlerinden iki damla yaş süzüldü şakaklarına doğru. Sanki bütün ıstırabı, acıları bitmiş, rahatlamıştı. Yüzündeki acı ifade yok olup huzur gelmişti sanki. Orada bulunanlar bu durum karşısında tuhaflaştılar. Ertesi sabah mahalle camiinden okunan salâ sonucu Ali Bey’in vefat ettiğini öğrenmişti mahalle sakinleri: “Mahallemiz sakinlerinden Sivas Suşehri doğumlu Ali Akyüz Beyefendi vefat etmiştir. Cenazesi, öğle namazını müteakip, Şişli Camii’nden kaldırılacaktır. Mevlâ rahmet eylesin…”