
NE zaman bir elime
şehrin cazibesi, diğer elime köyün o mütevazı havası tutuşup beni aksi istikametlere
çekiştirmeye başlasa, köy tarafım ağır basar, paldır küldür o yöne
devriliveririm.
Köy
hayatına yüklediğim bu değer, “nasıl”lığını bilmediğim bir merakı gidermek
mesabesinde değil, aksine çocukluk çağlarımda köyde geçirdiğim zamanların
ruhumda uyandırdığı aşinalıktan ilhamını alır.
***
Henüz
6 yaşındaydım; babamın tayini çıkıp da şehre gittiğimizde, kısıtlandığımı
hissedip geri dönmek istedim. Bu isteğim önce pek dikkate değer bir şey olarak
algılanmadı ailem tarafından. Neyse ki babaannem (!) haykırışlı ağlamalarım
netice verdi ve kısa bir süre sonra büyükbabam ile amcam, uzun bir yolculuğu
göze alarak geldiler ve beni köyüme götürdüler. Böylece okul çağım başlayana
kadarki zamanımı da köyde geçirmiş oldum. Ne kadar çabuk geçse de zaman, o
küçücük yaşımda, gözbebeklerimle biriktirdiğim köyümün her karesi kaybolmaksızın
durmaktadır zihnimin derinliklerinde.
Küçük
bir buzağıya su verip içerken onu seyretmeyi, kirazı, dutu, muşmulayı dalından
yemeyi, erik, elma, armut ağaçlarına tırmanmayı, portakal çiçeğinin o tarifsiz
kokusunu, ıhlamur ağaçlarından şapka, püsküllü mısırdan oyuncak bebek yapmayı,
inek gütmeyi, süt sağmayı, daha birçok şeyi deneyimledim. Pedalizaların o
nazenin kanat çırpışlarını, toprağa bata çıka ilerleyen solucanları, süzüle
süzüle yol alan salyangozları, yusufçuk böceklerini, ateş böceklerinin
karanlıktaki ışımalarını o yaşta gördüm. O yaşlarımda inceledim kâinatı
süsleyen her gördüğümü. Her şeyden daha önemlisi, bir işi yaparken sabretmeyi ve
başkalarına yardım etmeyi öğrendim. Köy kadınlarının imece yapışlarına daha
küçücükken hayran kaldım da işten korkmak, yardım yapmak, paylaşmak
kavramlarını okuma yazma öğrenmeden bildim.
Bu
nedenledir ki, çocukluğunun tamamını ya da bir kısmını kırsalda geçirmiş
kişileri şanslı addederim. Dahası, köyün sadeliğinin, doğallığının, duruluğunun
çocukların hem bedeninde, hem ruhunda, hem de karakterinde olumlu izler bıraktığına
inanırım.
Çocukların,
tabiatın kendine has olağanüstü yapısını tıpkı bir belgesel izler gibi hiçbir
ücret ödemeden seyretmelerinin kazanımı ne kadar çoktur. Üstelik doğada hareket
alanı da daha geniştir. Koşmak için, taklalar atmak için, saklanmak, kovalamak,
yakalamak için… Bunun için tabiatla iç içe yaşayan çocuklar daha aktif, daha
üretken olmayı kâinat sayfalarından oynarken, eğlenirken öğrenirler. Ruhları
belli belirsiz bir eğitim hâlindedir ve ruhlarına hitap eden, meraklarını
arttıran pek çok şeye şahit olmanın paha biçilmez kazanımıyla ihtiyarî biçimde
donanırlar.
Günümüzde
ebeveynler, çocuklarına daha kaliteli bir gelecek hazırlamak için daha fazla
çalışmak zorunda kalıyorlar. Bu durum aile bireylerini birbirinden daha çok
uzaklaştırıyor. Bu açık, tüketim kaynaklı bandajlarla sarılmaya çalışılıyor
çoğu zaman. Nihaî olarak çocuktaki sahiplenme ve tatmin duyguları da bu suni
çareler ile zedelenebiliyor. Niyet bu olmasa da…
Modern
şehirlerin insana sunduğu konfor, beraberinde huzuru getirmiyor ne yazık ki. İnsanlar
doğal yaşama olan özlemlerini saksılara diktikleri fidanlarla, ufak balkon
köşelerindeki begonyalarla gidermeye çalışıyorlar. Normal şartlarda (!) -pandemi
öncesi- hafta sonu mesire alanlarına yapılan kısa zamanlı yolculuklarla rahat bir
nefes almak hedeflenirken dahi hazırlık, trafik, maliyet gibi yorgunluklar da
cabası oluyor. Hoş, “Bu tür pikniklere gitmek isteyen kaç çocuk kaldı?”
sorusuna vereceğimiz cevap gözlerini tabletten ayırmayan çocuklar nispetince
olacağı için istatistik yapmak bile yorucu olacaktır.
Apartman
dairlerine sığdırdığımız hayatlarımız nicedir hayâl dünyamızı da sınırladı. Çocuklarımıza
hazırladığımız uçurtmalar tellere takılıp kaldı. Yürüdüğümüz parkın metrekaresi
belirledi adım sayımızı. Sığamadık, sığışamadık daracık yerlere. “Arkalara ilerleyelim
lütfen!” denildiğinde 500T biletli yolculuğumuz, pencerelerimizin büyüklüğü ile
daraldı. Görebildiğimiz gökyüzünden bir mısralık nefesler alıyoruz şimdilerde.
Şehir kokulu dünyalarımızda, ne göçmen kuşlarının geçitlerine şahit
olabiliyoruz, ne de sığırcık kuşlarının havada ahenkle raks edişlerine...
Oysa
saati akrepten değil, güneşten okumalıydık; yağmuru buluttan bilmeli, kayan
yıldızların şahidi biz olmalıydık. Kızlarımız papatyadan gelin taçları
takmalıydı saçlarına; minik, tombik ellerin tuttuğu karahindibalar saf bir
nefesle kanat çırpmalıydı. Uç uç böceklerinden korkmamalıydı çocuklar ve derede
toprakla oynamalıydılar çamuruna bulanmalıydı elleri...
Yaşadığımız
alanları taşlaştırarak yeşili, en çok ölümden sonrasına sakladığımız mezarlıklara
yakıştırıyoruz. Betondan kalkanlar kuruyoruz önce, sonra engeller koyduğumuz o
hüdayinabit lisanla dillenmek için bir ömür alın teri akıttığımız sermayelerimizi
harcıyoruz.
Köyünde
büyümeli insan ve doğduğu toprakları unutmamalı hiçbir zaman. Zihnindeki beton
prangaları kırarak yaşamın rengine renk katmalı. En önemlisi, ölmeden önce
göçmeli toprağına, toprağı diriltmeli, toprakla dirilmeli insan!
Köyü olmayanlar, köyü olana misafir olmalı meselâ. Tanışıp, kaynaşıp, ağırlayıp, ağırlanıp çoğalmalı orijinal kodlarla…