Ölme Badegül!

Evlâdı babasız, kendisi ise yola kocasız devam edecekti. “Sonunda ölüm yok ya!” diyerek zorlu bir yolculuğa yelken açma cesareti göstermiş, talihsizliğinden evvel yalnızlığını yenmeyi başarmıştı.

ELLERİNDE kına vardı “Git de kocana kurban ol” dercesine. Üzerinde beyaz gelinlik, yüzünde ise al duvaklık vardı “Geri dönersen kefenin olsun” diye. Elinde bir buket çiçek vardı “Dön de arkana at ve içimizdeki bahtiyarı belirle” diye. Ayakkabısının altında en yakın arkadaşları ile kuzenlerinin isimleri vardı “Yürüdükçe silinsin! Silinsin ki sıra bize gelsin” diye. Gözlerinde umut, dilinde ise haykırırcasına boşalan bir “Evet!” vardı. Buna kimse anlam verememişti. Hattâ kendisi bile!

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar ise yılları kovalamıştı. Uzun ve sabırlı bir bekleyişin ardından “çoğaldığını” ve içinde ikinci bir yürek taşıdığını hissetti. Sağ elini genişleyen karnının üzerinde gezdirdi. Yüzüne çerçevesiz bir tebessüm yerleşmişti. Yerleşen sadece o değildi. Katil, maktul ve şâhit aynı kareye girmişlerdi ama bundan hiçbirinin haberi yoktu. Hem nasıl olacaktı ki?

Bilge, yolun yarısındaydı. Doğmasına, daha doğrusu güneşle buluşmasına, anne karnında geçen sürenin yarısına eş bir zamana ihtiyacı vardı.

Cicim ayları geride kalmış, sihirli kelimeler tükenmiş, köprüler geçilmiş, sarı öküz ölmüş ve ortaklık bozulmuştu. Tek kişilik yatakta çift kişilik uykulara dalıp çift kişilik rüyalar görmeye başlamışlardı. Kızı doğacak, emekleyecek, koşacak, oyunlar oynayacak; saçlarını örecek, okula gidip gelecek, dahası ve en güzeli, büyüyüp annesine kol kanat gerecekti. Zaman su gibi akıyordu. Gözlerinden akanlar ise hiç mi hiç eksilmemişti.

Bilge, annesinin kabul görmüş duâları, tevili yapılmış rüyalarıydı. Örgülü saçlarıyla okula başlamıştı. Ama başlayan başka bir şey daha vardı: Şiddet…

Gördüğü şiddet nedeniyle üç kişilik kare bir daha buluşmamak üzere ayrıldı…

Evlâdı babasız, kendisi ise yola kocasız devam edecekti. “Sonunda ölüm yok ya!” diyerek zorlu bir yolculuğa yelken açma cesareti göstermiş, talihsizliğinden evvel yalnızlığını yenmeyi başarmıştı.

Haber tez yayılmıştı. Üstelik bu durum, “beklenen” bir sonuçtu. Kimisi “Ben size demiştim bu evlilik yürümez diye” derken, boşanma dâvâsına “anlaşmazlık” nedeni iliştirildi. Velâyet anneye verilirken, baba ayda iki kez olmak üzere hafta sonları çocuğuyla görüşebilecekti.

Bir yılı aşkın bir sürenin sonuna gelindiğinde, kızından ayrı düşen baba rolüyle “daha fazla” görüşme talebinde bulunmaya başladı. Devamında ise hakaret ve tehdit dâvâsı açan Badegül, “Ne olursa olsun, kızımın babası, ceza alıp işsiz kalmasın” diyerek kızının da babasız kalmasına gönlü râzı olmadığı için şikâyetini geri aldı. Seneler sonra bu refleks ve göstermiş olduğu merhametten dolayı, “Eğer şikâyetinden vazgeçmeseydi bugün yaşıyor olacaktı!” denilecekti.

Eski eşler, çarşının en işlek caddesinde karşılaşmış, erkek olan, bir fedâi edâsıyla, “Beni çocuğumla neden görüştürmüyorsun?” iddiasıyla eşinin boğazına sarılmıştı. Bu esnada onu sakinleştirme işi yine “anne” olması hasebiyle Badegül’e düşüyordu.

“Anne lütfen ölme!”

Erkek(!), dereden taşan sel suyu gibiydi ve önüne kattığını götürür vaziyetteydi. Arka cebindeki ekmek bıçağını önce zavallı kadının boğazına, ardından hayatî bölgelerine defalarca batırıp çıkardı. Yardımına, şoka girmesine rağmen henüz 10 yaşında olan kızı Bilge koştu. İki eliyle yüzünü kavradı. Boynundan ve göğsünden oluk oluk kan akıyordu. Bütün gücüyle bağırdı: “Anne lütfen ölme!”

Kızın çığlığı kıyamete dek gök kubbede yankılanacaktı. Anne kızına da, kendisine de ümit taşırcasına can havliyle cevap verdi: “Ölmek istemiyorum!”

Bu, onun son sözleriydi…

Sayısız ve tepkisiz bakışların arasında önce ayaklarındaki derman, sonra damarlarındaki kan giderek azaldı, ardından sesi soluğu kısıldı. Bedeni hızla irtifa kaybediyordu. Karıncalanma bütün bedenini kaplamıştı. Daha fazla direnemedi Badegül. Şuurunu kaybederek yere yığıldı. Retinasına ise katili ve şâhidi yerleşmişti.

Son bir umutla en yakındaki hastaneye götürüldü ancak sayısız bıçak darbesiyle iç organlarında oluşan tahribat ve aşırı kan kaybı nedeniyle 38 yaşında hayata gözlerini yumdu. Evet, “Ölmek istemiyorum!” demişti demesine ama ruhu çoktan bulutlara karışmıştı.

Bu hâdise ne ilkti, ne de son olacaktı! Tıpkı ötekiler için söylenen “Umarız bu, işlenmiş son cinayet olsun” temennisi gibi…

İlgili bakanlıklar harekete geçerek olaya müdâhil oldular ve cani kocanın/babanın “en ağır” cezayı almasını talep ettiler. “Çocuğumla görüştürülmüyorum” diyerek canice bir cinayeti tasarlayan katil, “güvenlik gerekçesiyle” bulunduğu şehirden başka bir şehirdeki ceza infaz kurumuna sevk edildi. Böylelikle koruyamadığımız bir kadının katilini korumuş olduk!

O gülümsedi, tüm anneler gülümsedi

Ülkede infiâl uyandıran hâdise sonrasında, başta Millî Eğitim Bakanlığı olmak üzere, ilgili birimler tarafından annesinin boğazlanarak öldürülmesine tanık olan küçük kızın hayatını olumsuz etkilemesini önlemek amacıyla rehberlik uzmanlarından oluşturulan bir ekip kuruldu. Öğrenim hayatı boyunca ihtiyacı olan eğitim yardımı ile sosyal ve psikolojik destekler, akademik, sosyal ve duygusal süreçler bu ekip tarafından takip edilecek ve buna uygun şekilde destekler sunulacak. İlgi ve yeteneklerine uygun şekilde spor ve sanat eğitimlerine yönlendirilecek.

Siyaset, edebiyat, medya, spor ve sanat dünyasından birçok isim olaya tepki verirken, küçük kıza en anlamlı destek, “Yakında… Bak, yakında yanına gelip şarkı söyleyeceğim” diyen ünlü bir sanatçıdan geldi…

O gülümsedi, tüm anneler gülümsedi…

Yüzü dün gülmedi ama bugün ve yarın hep gülsün!