YAĞMURA uyandım bugün.
İçimde dün kırıntıları… Cama vuran yağmur damlaları yıkadı yüzümü, gözümü, gönlümü.
Vallahi içimi serinletti, düşlerim tazelendi!
İçime
bir ışık düştü. Bulutların arkasındaki güneşe güldü: “Ben de katılabilir miyim
size, cıvıl cıvıl, renk renk yankılanan bu şarkınıza?”
Allah’ım,
ne de güzel kokuyor var olmanın nefesi! Tarif edilemeyecek kadar güzel ve Yüce
bir Yaratıcının eseri olmak, bir gün daha varlık âlemine yazılmak…
Yazılmak;
bir gün daha doya doya ağaçlara bakabilmek, bir gün daha bir bebeğin gülüşüne
şahit olabilmek, bir şans daha alabilmek yapamadıklarını yapabilmek için, daha
çok, daha coşkulu sevebilmek için…
Yazılmak…
Islak kaldırımlarda ayağını su birikintilerine çarpa çarpa yürümek için bir
fırsat daha! Dün fark etmeden yaptıklarını, bugün yaşamının en özel ânı gibi
görebilmek belki de aynı zamanda. Günün sadece bir günden ibaret olursa bir
kelebek misali, öyle özel olur ki her ânın… Bilemiyorum, anlatılabilir mi?
Düşünsenize… Bir adım atabiliyor olmak, yüzlerdeki bir damla gülüşe şahit olmak,
masmavi gökyüzüne hayran hayran bakmak… Denizi ilk defa görmek gibi meselâ...
Tıka
basa dolu bir otobüse binmek meselâ... Daha önce kaçtığın, binsen de perişan
olduğun… Düşünün, gerçekten sadece bir gününüz var, nasıl olurdu o zaman o
otobüs? Bir otobüs dolusu farklı hikâye, farklı yüz, farklı desen... İçeride
hareket ederken ister istemez bu farklı hayatlardan insanlarla omuz omuza
gelmek, her yüzde değişik masallar görmek... Aynı mekânda onlarca insan; ama
bakıyorsunuz ki yüzlere, hiçbiri orada değil, bambaşka yerlerde. Kimi acılarda,
kimi düşlerde, kimi sevdiğinde, kimi sevmediğinde… Burada hiçbir şey, hiç kimse
birbirine benzemiyor. Ne güzel, değil mi?
Ne
güzel değil mi bir saate bakabilmek, zamanının olduğunu bilmek? Az önce
götürdüklerini seyrederken “Acaba?” demek, “Biraz sonra neler getirecek?”…
Eskiden
zaman yavaş ilerlermiş. İnsanlar yaşamdan, yaşadıklarından bir şeyler
yakalayabilme fırsatı bulabilirlermiş. Yaşama bir “Dur!” deyip soluk
alacakları, şöyle geriye çekilip de aldıkları nefesi seyredecekleri, gittikleri
yollara bakacakları zamanları olurmuş. Şimdi ise her şey çok hızlı ilerliyor.
Daha dün evinde televizyonu olan bayram yaparken, şimdi teknolojiyi cebinizde
taşıyorsunuz. Dün başka bir şehre iki günde gitmek bir güzellikken, bugün iki saatte
varamazsak canımız sıkılıyor.
Olsun,
yaşamın her hâli çok güzel bence. Ya sizce? Dün yavaş yavaş çözülen bir
bulmacaydı her şey. Bugün çok daha hızlı, kat kat açılan bir bulmaca sanki
yaşamak.
Yerimde
duramıyorum bugün. Her çizgiyi takip etmek, her sesi işitmek istiyorum. Sadece
ışığa değil, karanlığa da bakmak istiyorum şaşkın şaşkın. İçinde neleri
gizliyor acaba o karanlıklar, nelere gebe, herhangi bir yerinde bir kibrit
tutuştursam neleri yansıtacak idrakime?
Şimdi
bir binanın 10. katındayım. Pencereyi açıp fırlatmak istiyorum kendimi. “İntihar”
mı dediniz? Yok yok, bedenimi değil, bedenim dışında her şeyimi. Merak etmeyin,
düşmem artık, o eskidendi. Düşmeler bitti. Sahi, düşülecek yer var mıdır
düşlerde? Pencereyi açıp kendinizi aşağı doğru bıraktığınızı hayâl ettiğinizde
o hayâl sizi yere çarpıyorsa, üzgünüm, hayâlleriniz hasta.
Benim
düşlerimde toprakla gökyüzü arasında mesafe yok. Aşağı ve yukarı yok. Ben her
şeyle, her şey benle beraber yazılıyor bu hikâyede. Aynı sayfanın aynı
satırlarını paylaşıyoruz. Gökyüzü, ağaç, toprak, çamur, su, sen ve ben, öyle
değil mi? Aynı satırları paylaşıyorsak ayrı olamayız, değil mi? Birimiz aşağıda,
diğerimiz yukarıda olamaz yani. Diğeri ötekinden daha değerli, daha gerekli,
daha ulaşılmaz hani.
“Koskoca
kâinatta bir başına bırakıldın” dendiğinde düşüncelerin ve duyguların hemen
kaçırmamalı benliğini. Ki aslında yalnızlık bile içinde büyük bir kalabalığı
barındırır. Her şey senin özgürlüğünde bitiyor. Her şey senin idrakini esir
etmiş birçok bağı koparıp atmanda bitiyor. Her şeyin arkasına, korkulara,
kaygılara, sahte anlamlara sıkıştırmak isteyen, duvarlar içinde duvarlar inşa
edip içinde seni boğmak isteyen birkaç düşünceye ve duyguya karşın büyük bir kâinat
sana el uzatıyor aslında.
Acele
etme yeter ki! Düşünce ve duyguların senin içinde, senden hızlı; o yüzden bu
kadar çabuk alıp kaçıyorlar seni. Sen de gönüllü akıp gitme bu akıntıda, ne
olur?! “Ben akıntıya karşı kürek çekemem” diyenler haklı çıktı. Akıp gittiler,
kayboldular. İman sahibi olup da imanına sahip çıkanları ise Rabbim her sıkıntı
ve musibetten çekip aldı. Bütün bir yaşam, elini uzatıp akıntıdan çekmek için
hep hazır bekledi.
Ne
güzel işte! Yazılmak muhteşem bir şey güne ve de farkında olmak! Kendi
yürüyüşünü yazmak, adımlarını okumak ve çılgınca mutlu olmak… Yazılmak ve
okuyabilmek, işte “yaşam” denen sır bu bence!
Bir
gün parkta, çocuklarım ve eşimle beraber zaman geçiriyordum. Biri üç, diğeri
beş yaşında olan çocuklarımı orada seyrederken başka dünyalara tanık oluyormuş
gibi hissederdim. Kanat takmış uçuyorlardı sanki.
Öyle
ya, çocuklar parklara uçabilmek, gönüllerince koşabilmek ve gülebilmek için
geliyorlardı. Biz büyüklerse onların mutluluğu ile mutlu olmak, biraz da
yeşillikler arasında bir bankta oturup biraz nefes alabilmek için orada bulunuyorduk.
Bilirsiniz, bir yazar için her yer bir sofradır. Aklıma geldiği an ben de
etrafımdan nasıl gıdalanacağımı merak etmeye başladım. Gözlerimi ve
farkındalığımı dört açıp bakınmaya başladım.
Parkın ortasında bir havuz vardı. Etrafında yürüyüş yolları ve çimenlik alanların yanı sıra bahçe sulama fıskiyelerinden ve rüzgâr sayesinde havuzdaki fıskiyelerden gelen su ile çukurluk alanlarda birikmiş su birikintileri de mevcuttu. Bir çamurlu su birikintisinde yaşananlara takıldı gözlerim ve bilincim.
Bir
küçük çocuk (siz deyin “bir melek”) oyun alanını terk etmiş, bu çamurlu suya
gelmiş ve ayakları ile vurup duruyor suya. Belli ki plastik oyun alanından
fazla zevk alamamış, doğaya koşmuş. Suyla olan teması onu çok daha mutlu
ediyor. O küçük su birikintisi ve suyu zıplatma şenliği onun için ayrı bir
dünya sanki. Sonra yaşananlar ise bu mutlu dünyanın yıkılışı!
Çocuğun
annesi parka, kendi babası ve çocuğun abisi ile gelmiş. Anne bir işi için biraz
uzaklaşmış oradan. Oyun esnasında kaşla göz arası küçük çocuk abisi ve
dedesinin gözetiminden kurtulup su birikintisinde mutlu ve özgür olmaya
başlamış. Tam o esnada anne çıkıp geliyor ve çamurlu sudaki dehşet (mutlu
dünya) ile karşılaşıyor. Peki, o ne görüyor orada sizce?
Burada
şunu söylemek doğru olur sanırım: (O annenin nasıl bir ruh hâlinden dolayı o
hareketleri yaptığını bilemem tabiî.) Koşarak geliyor, bakıyor ki çoraplar,
bacaklar batmış, çamurlu su elbiseyi kirletmiş. O ara hemen dede ve abi de
koşup geliyor ama artık çok geç. Bayan, babasını ve çocuğunun abisini de bir
güzel fırçalayıp peşine takıyor. Hepsini alıp parktan çıkarırken artlarından bakakalıyorum.
Dede ve abinin büyük suçtan dolayı boyunları bükük, anne ise yüzünde
kızgınlığın ifadeleri ile söylenip duruyor. O küçücük çocuk ise gerçekten ne
olup bittiğini anlamış değil. Ama verilen tepki tanıdık ki boynunu büküp razı
oluyor o büyük suçuna(!). Annenin o anki gerilimi uzak mesafeden beni bile o
kadar olumsuz etkiliyor ki üzülmemek elde değil.
Onların
parktan çıkmasının hemen ardından, çok da fazla zaman geçmeden aynı su birikintisine
aynı yaşlarda, bu sefer bir kız çocuğu giriyor. Bembeyaz çorapları ile çamurlu
suda debelenip duruyor. “Tamam” diyorum içimden, “İkinci büyük felâket geliyor!”.
Gözlerim hemen büyüklerini arıyor. Annesi ve ablasının hemen yakındaki bir banktan
durumu izlediklerine tanık oluyorum. O da ne? Şaşkın şaşkın olanları izliyorum.
Hiç ama hiç kıpırdamıyor çocuğun ailesi yerinden. Tam tersi, basıyorlar
kahkahayı. “A! Şuna bak, ne yapıyor?” diye anne ve abla doyasıya gülüyor. Onu
ve batan çoraplarını oradan çıkarmak yerine daha ilginç bir şey yapıyorlar o an.
Anne, cep telefonunu alıp kızının mutluluğunu videoya alıyor.
İçimden,
“Ayakları çamurlu su oldu, bir an önce çıkartsa ve hemen temizlese” falan diye
düşünürken, anne, kızının mutluluğuna şahit olduğu bu ânı çabucak bitirmek için
acele etmiyor. E haklı da değil mi sizce? Ne kadar mutlu olmak istiyorsa
olmalıydı kızı.
Bu
dünyada, bu yaşamda eminim “gün” denen her sayfada yaşanabilecek çok şey var.
Aynı olmasın hep günlerimiz, düşüncelerimiz, mutluluklarımız, üzüntülerimiz.
Yapamıyorsak, bırakalım da çocuklarımız biraz geç büyüsünler.
“İşte!”
diyorum, “Şimdi kendimi daha iyi hissediyorum”. Bu ikinci olay kalbime daha iyi
geldi. Demek ki kalp doğru olanı onaylıyor. İki büyük ve farklı anlayış…
Onların kim olduklarının önemi yok. Önemli olan, bize verdikleri mesajlar!
Çocuklarımızın dünyası ile kendi dünyamızı bir tutmayalım. Onları erkenden
büyütmeyelim. Sınırları çok keskin çizmeyelim. Bakış açısına göre ne kadar da değişiyor
dünya.
Aile
Yazılmak,
Rabbimin yarattığı bir can olmak harika bir şey! Elhamdülillah. Durum böyle
iken, bu güzelliği yaşatacak, devam ettirecek, güçlendirecek, örnek olacak en
önemli unsurun “aile” kavramı olduğunu görüyorum. Yaşamı derinden hissedebilmenin
ya da edememenin tohumları burada atılıyor bence. Aile kavramına değinmek
istiyorum bu aşamada kendimce.
Önce
“olmak” lazım, sonra da “aile olmak”. “Olmak” mucizenin başlangıcı, güzel bir “aile
yuvası” ise mucizenin en tatlı köşesi...
Aile
toplumun çekirdeği, vatan ve millet şuurunun bel kemiği, eğitimin ilk
gerçekleştiği, kişilik özelliklerinin şekillendirildiği, yaşam için ekilen
tohumlarla ömür sermayemizi nasıl geçireceğimizin belirlendiği bir kutlu mabet.
Bütün
insanlara güzel bir aile yuvası nasip olmasa da isteyene kucak açıyor bütün bir
kâinat ve yaşam. Aile olmak bir sorumluluk! Var olmak, insan olmak bu mucizenin
ve sorumluluğun başlangıcı, aile kurumu ise sorumluluğun kalbi. Bir anne, bir
baba ve çocuklardan oluşan ailede “aile” kavramının gizemi, kutsallığı, önemi,
kişiler ötesidir. Burada ekilen tohumlar hem bireyleri, hem topyekûn bir
milleti etkiler.
Eşler
aile kurumuna adım attıktan sonra düşünce ve davranışlarını bambaşka bir
çizgiye çekmelilerdir. Taraflar haklılıklarına ve duygularına göre değil,
sağlam bir aile yuvasının gerektirdiği davranışlara göre hareket etmelilerdir.
O aile yuvasında bir çocuk yetişecekse, fiiliyata geçecek her davranışın
çocuğun hem kişiliğini, hem yarınlarını, hem de bir milletin geleceğini önemli
ölçüde etkileyeceğini hesap etmelidirler. Parktaki iki aile olayında durum ne
kadar da güzel ifade bulmuştu. Yetişme, anlayış ve bakış açısına göre olay bir
kutlamaya da dönebilir ve yaşamdan zevk alınır ya da bir kavgaya dönüşüp hayat
zindana da dönüşebilir. Gelin, hep beraber kalbimizin rotasını izleyelim! O bize
doğru yönü her zaman gösterir.
Nasıl
ki Kur’an-ı Kerim’imizde Rabbim, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain
olur” buyuruyor, işte buradan da anlaşılacağı üzere, kalplerimiz neyin güzel ve
doğru olduğunu, nereye doğru akmak istediğini iyi bilir, tepkisini iyi koyar.
Yaratılış, her bir parçası ile böylesine muhteşem işte dostlar! Yaratan’a
sonsuz hamd ve şükr olsun!
İşbu
açılardan bakınca, yaşam gerçekten çok güzelken, Rabbim sonsuz kerem sahibi
iken, aile olmak bu kadar güzelken, gelin, bu yaz farklı bir şeyler yapalım!
Evde isek evde, sokakta, tatilde (mekân fark etmez) isek biraz daha, evet biraz
daha yaklaşalım birbirbirimize. Aile içi suçlar ve cezalar af olsun. Beraat
edilsin bütün bir geçmiş. Ramazan ve Kurban Bayramları arasına bir bayram daha
yazılsın. Aile bayramı yapılsın. Bütün kavgalar bitirilsin. Sevgiler ekilsin,
anlayış, hoşgörü olsun. Önem vererek dinlensin bütün taraflar. Bütün büyükler
parklara insin, kaydıraktan kaysınlar. Sahi, çoğu yerde niye büyüklere salıncak
yapılmaz oldu ki? Sahi, araçların girmesi yasak olan sokaklar neden temin
edilmiyor. Mahalle maçları, sokak üstü kurulan masalardaki yemeklerde sohbetler
çok mu kötü olurdu? Bütün mahalle birbiriyle buluşsa ve vatan sevdası, din
şuuru ve çocuk ruhu ile hem kendi geleceklerine, hem vatanlarının gelişimine,
hem de İslâm âlemine hizmette fikir alışverişi yapsa, güzel olmaz mıydı?
Bir
TV kanalı olmalı meselâ ve sadece mucizelerden, var olmaktan, vatan ve millet
sevdasından, dinimin ruhundan, insanlığın birleştiriciliğinden, kısaca
dualarımızdan, özetle kalbimizden yayın yapmalı. Çünkü bir olmaya, diri olmaya,
güçlü olmaya, safları sıklaştırmaya ihtiyacımız var. Çocuk olmaya ihtiyacımız
var. Büyümek ve akıllanmak, genelde işleri ters yönde götürür gibi oldu sanki.
Bu
yaz çocuklarımızın oyuncaklarına ortak olalım. Kitaplarımızı hep beraber
okuyalım. Cep telefonlarımıza değil, birbirimize bağlanalım daha çok. Meselâ
benim çocuklarım dışarı çıktıkları gibi koşmaya başlıyorlar, ben de içimden
diyorum ki, “Ben niçin yürüyorum?”. Yaşam bu kadar güzelken koşmalıyım ben de
sebepsizce, yaşamın ve mutluluğun tam kalbine doğru!
Çocukça
ama cengâver bir ruhla, yaşama dört elle sarılmak temennisi ile efendim, yaz
aylarınız huzurlu ve mutlu olsun, hoşça ve güzel kalınız!
-Duadır
sözlerim, bütün bir insanlıktan “Âmin!” beklerim.-