Olmak ve aile olmak

Sahi, çoğu yerde niye büyüklere salıncak yapılmaz oldu ki? Sahi, araçların girmesi yasak olan sokaklar neden temin edilmiyor. Mahalle maçları, sokak üstü kurulan masalardaki yemeklerde sohbetler çok mu kötü olurdu? Bütün mahalle birbiriyle buluşsa ve vatan sevdası, din şuuru ve çocuk ruhu ile hem kendi geleceklerine, hem vatanlarının gelişimine, hem de İslâm âlemine hizmette fikir alışverişi yapsa, güzel olmaz mıydı?

YAĞMURA uyandım bugün. İçimde dün kırıntıları… Cama vuran yağmur damlaları yıkadı yüzümü, gözümü, gönlümü. Vallahi içimi serinletti, düşlerim tazelendi!

İçime bir ışık düştü. Bulutların arkasındaki güneşe güldü: “Ben de katılabilir miyim size, cıvıl cıvıl, renk renk yankılanan bu şarkınıza?”

Allah’ım, ne de güzel kokuyor var olmanın nefesi! Tarif edilemeyecek kadar güzel ve Yüce bir Yaratıcının eseri olmak, bir gün daha varlık âlemine yazılmak…

Yazılmak; bir gün daha doya doya ağaçlara bakabilmek, bir gün daha bir bebeğin gülüşüne şahit olabilmek, bir şans daha alabilmek yapamadıklarını yapabilmek için, daha çok, daha coşkulu sevebilmek için…

Yazılmak… Islak kaldırımlarda ayağını su birikintilerine çarpa çarpa yürümek için bir fırsat daha! Dün fark etmeden yaptıklarını, bugün yaşamının en özel ânı gibi görebilmek belki de aynı zamanda. Günün sadece bir günden ibaret olursa bir kelebek misali, öyle özel olur ki her ânın… Bilemiyorum, anlatılabilir mi? Düşünsenize… Bir adım atabiliyor olmak, yüzlerdeki bir damla gülüşe şahit olmak, masmavi gökyüzüne hayran hayran bakmak… Denizi ilk defa görmek gibi meselâ...

Tıka basa dolu bir otobüse binmek meselâ... Daha önce kaçtığın, binsen de perişan olduğun… Düşünün, gerçekten sadece bir gününüz var, nasıl olurdu o zaman o otobüs? Bir otobüs dolusu farklı hikâye, farklı yüz, farklı desen... İçeride hareket ederken ister istemez bu farklı hayatlardan insanlarla omuz omuza gelmek, her yüzde değişik masallar görmek... Aynı mekânda onlarca insan; ama bakıyorsunuz ki yüzlere, hiçbiri orada değil, bambaşka yerlerde. Kimi acılarda, kimi düşlerde, kimi sevdiğinde, kimi sevmediğinde… Burada hiçbir şey, hiç kimse birbirine benzemiyor. Ne güzel, değil mi?

Ne güzel değil mi bir saate bakabilmek, zamanının olduğunu bilmek? Az önce götürdüklerini seyrederken “Acaba?” demek, “Biraz sonra neler getirecek?”…

Eskiden zaman yavaş ilerlermiş. İnsanlar yaşamdan, yaşadıklarından bir şeyler yakalayabilme fırsatı bulabilirlermiş. Yaşama bir “Dur!” deyip soluk alacakları, şöyle geriye çekilip de aldıkları nefesi seyredecekleri, gittikleri yollara bakacakları zamanları olurmuş. Şimdi ise her şey çok hızlı ilerliyor. Daha dün evinde televizyonu olan bayram yaparken, şimdi teknolojiyi cebinizde taşıyorsunuz. Dün başka bir şehre iki günde gitmek bir güzellikken, bugün iki saatte varamazsak canımız sıkılıyor.

Olsun, yaşamın her hâli çok güzel bence. Ya sizce? Dün yavaş yavaş çözülen bir bulmacaydı her şey. Bugün çok daha hızlı, kat kat açılan bir bulmaca sanki yaşamak.

Yerimde duramıyorum bugün. Her çizgiyi takip etmek, her sesi işitmek istiyorum. Sadece ışığa değil, karanlığa da bakmak istiyorum şaşkın şaşkın. İçinde neleri gizliyor acaba o karanlıklar, nelere gebe, herhangi bir yerinde bir kibrit tutuştursam neleri yansıtacak idrakime?

Şimdi bir binanın 10. katındayım. Pencereyi açıp fırlatmak istiyorum kendimi. “İntihar” mı dediniz? Yok yok, bedenimi değil, bedenim dışında her şeyimi. Merak etmeyin, düşmem artık, o eskidendi. Düşmeler bitti. Sahi, düşülecek yer var mıdır düşlerde? Pencereyi açıp kendinizi aşağı doğru bıraktığınızı hayâl ettiğinizde o hayâl sizi yere çarpıyorsa, üzgünüm, hayâlleriniz hasta.

Benim düşlerimde toprakla gökyüzü arasında mesafe yok. Aşağı ve yukarı yok. Ben her şeyle, her şey benle beraber yazılıyor bu hikâyede. Aynı sayfanın aynı satırlarını paylaşıyoruz. Gökyüzü, ağaç, toprak, çamur, su, sen ve ben, öyle değil mi? Aynı satırları paylaşıyorsak ayrı olamayız, değil mi? Birimiz aşağıda, diğerimiz yukarıda olamaz yani. Diğeri ötekinden daha değerli, daha gerekli, daha ulaşılmaz hani.

“Koskoca kâinatta bir başına bırakıldın” dendiğinde düşüncelerin ve duyguların hemen kaçırmamalı benliğini. Ki aslında yalnızlık bile içinde büyük bir kalabalığı barındırır. Her şey senin özgürlüğünde bitiyor. Her şey senin idrakini esir etmiş birçok bağı koparıp atmanda bitiyor. Her şeyin arkasına, korkulara, kaygılara, sahte anlamlara sıkıştırmak isteyen, duvarlar içinde duvarlar inşa edip içinde seni boğmak isteyen birkaç düşünceye ve duyguya karşın büyük bir kâinat sana el uzatıyor aslında.

Acele etme yeter ki! Düşünce ve duyguların senin içinde, senden hızlı; o yüzden bu kadar çabuk alıp kaçıyorlar seni. Sen de gönüllü akıp gitme bu akıntıda, ne olur?! “Ben akıntıya karşı kürek çekemem” diyenler haklı çıktı. Akıp gittiler, kayboldular. İman sahibi olup da imanına sahip çıkanları ise Rabbim her sıkıntı ve musibetten çekip aldı. Bütün bir yaşam, elini uzatıp akıntıdan çekmek için hep hazır bekledi.

Ne güzel işte! Yazılmak muhteşem bir şey güne ve de farkında olmak! Kendi yürüyüşünü yazmak, adımlarını okumak ve çılgınca mutlu olmak… Yazılmak ve okuyabilmek, işte “yaşam” denen sır bu bence!

Bir gün parkta, çocuklarım ve eşimle beraber zaman geçiriyordum. Biri üç, diğeri beş yaşında olan çocuklarımı orada seyrederken başka dünyalara tanık oluyormuş gibi hissederdim. Kanat takmış uçuyorlardı sanki.

Öyle ya, çocuklar parklara uçabilmek, gönüllerince koşabilmek ve gülebilmek için geliyorlardı. Biz büyüklerse onların mutluluğu ile mutlu olmak, biraz da yeşillikler arasında bir bankta oturup biraz nefes alabilmek için orada bulunuyorduk. Bilirsiniz, bir yazar için her yer bir sofradır. Aklıma geldiği an ben de etrafımdan nasıl gıdalanacağımı merak etmeye başladım. Gözlerimi ve farkındalığımı dört açıp bakınmaya başladım.

Parkın ortasında bir havuz vardı. Etrafında yürüyüş yolları ve çimenlik alanların yanı sıra bahçe sulama fıskiyelerinden ve rüzgâr sayesinde havuzdaki fıskiyelerden gelen su ile çukurluk alanlarda birikmiş su birikintileri de mevcuttu. Bir çamurlu su birikintisinde yaşananlara takıldı gözlerim ve bilincim.


Bir küçük çocuk (siz deyin “bir melek”) oyun alanını terk etmiş, bu çamurlu suya gelmiş ve ayakları ile vurup duruyor suya. Belli ki plastik oyun alanından fazla zevk alamamış, doğaya koşmuş. Suyla olan teması onu çok daha mutlu ediyor. O küçük su birikintisi ve suyu zıplatma şenliği onun için ayrı bir dünya sanki. Sonra yaşananlar ise bu mutlu dünyanın yıkılışı!

Çocuğun annesi parka, kendi babası ve çocuğun abisi ile gelmiş. Anne bir işi için biraz uzaklaşmış oradan. Oyun esnasında kaşla göz arası küçük çocuk abisi ve dedesinin gözetiminden kurtulup su birikintisinde mutlu ve özgür olmaya başlamış. Tam o esnada anne çıkıp geliyor ve çamurlu sudaki dehşet (mutlu dünya) ile karşılaşıyor. Peki, o ne görüyor orada sizce?

Burada şunu söylemek doğru olur sanırım: (O annenin nasıl bir ruh hâlinden dolayı o hareketleri yaptığını bilemem tabiî.) Koşarak geliyor, bakıyor ki çoraplar, bacaklar batmış, çamurlu su elbiseyi kirletmiş. O ara hemen dede ve abi de koşup geliyor ama artık çok geç. Bayan, babasını ve çocuğunun abisini de bir güzel fırçalayıp peşine takıyor. Hepsini alıp parktan çıkarırken artlarından bakakalıyorum. Dede ve abinin büyük suçtan dolayı boyunları bükük, anne ise yüzünde kızgınlığın ifadeleri ile söylenip duruyor. O küçücük çocuk ise gerçekten ne olup bittiğini anlamış değil. Ama verilen tepki tanıdık ki boynunu büküp razı oluyor o büyük suçuna(!). Annenin o anki gerilimi uzak mesafeden beni bile o kadar olumsuz etkiliyor ki üzülmemek elde değil.

Onların parktan çıkmasının hemen ardından, çok da fazla zaman geçmeden aynı su birikintisine aynı yaşlarda, bu sefer bir kız çocuğu giriyor. Bembeyaz çorapları ile çamurlu suda debelenip duruyor. “Tamam” diyorum içimden, “İkinci büyük felâket geliyor!”. Gözlerim hemen büyüklerini arıyor. Annesi ve ablasının hemen yakındaki bir banktan durumu izlediklerine tanık oluyorum. O da ne? Şaşkın şaşkın olanları izliyorum. Hiç ama hiç kıpırdamıyor çocuğun ailesi yerinden. Tam tersi, basıyorlar kahkahayı. “A! Şuna bak, ne yapıyor?” diye anne ve abla doyasıya gülüyor. Onu ve batan çoraplarını oradan çıkarmak yerine daha ilginç bir şey yapıyorlar o an. Anne, cep telefonunu alıp kızının mutluluğunu videoya alıyor.

İçimden, “Ayakları çamurlu su oldu, bir an önce çıkartsa ve hemen temizlese” falan diye düşünürken, anne, kızının mutluluğuna şahit olduğu bu ânı çabucak bitirmek için acele etmiyor. E haklı da değil mi sizce? Ne kadar mutlu olmak istiyorsa olmalıydı kızı.

Bu dünyada, bu yaşamda eminim “gün” denen her sayfada yaşanabilecek çok şey var. Aynı olmasın hep günlerimiz, düşüncelerimiz, mutluluklarımız, üzüntülerimiz. Yapamıyorsak, bırakalım da çocuklarımız biraz geç büyüsünler.

“İşte!” diyorum, “Şimdi kendimi daha iyi hissediyorum”. Bu ikinci olay kalbime daha iyi geldi. Demek ki kalp doğru olanı onaylıyor. İki büyük ve farklı anlayış… Onların kim olduklarının önemi yok. Önemli olan, bize verdikleri mesajlar! Çocuklarımızın dünyası ile kendi dünyamızı bir tutmayalım. Onları erkenden büyütmeyelim. Sınırları çok keskin çizmeyelim. Bakış açısına göre ne kadar da değişiyor dünya.

Aile

Yazılmak, Rabbimin yarattığı bir can olmak harika bir şey! Elhamdülillah. Durum böyle iken, bu güzelliği yaşatacak, devam ettirecek, güçlendirecek, örnek olacak en önemli unsurun “aile” kavramı olduğunu görüyorum. Yaşamı derinden hissedebilmenin ya da edememenin tohumları burada atılıyor bence. Aile kavramına değinmek istiyorum bu aşamada kendimce.

Önce “olmak” lazım, sonra da “aile olmak”. “Olmak” mucizenin başlangıcı, güzel bir “aile yuvası” ise mucizenin en tatlı köşesi...

Aile toplumun çekirdeği, vatan ve millet şuurunun bel kemiği, eğitimin ilk gerçekleştiği, kişilik özelliklerinin şekillendirildiği, yaşam için ekilen tohumlarla ömür sermayemizi nasıl geçireceğimizin belirlendiği bir kutlu mabet.

Bütün insanlara güzel bir aile yuvası nasip olmasa da isteyene kucak açıyor bütün bir kâinat ve yaşam. Aile olmak bir sorumluluk! Var olmak, insan olmak bu mucizenin ve sorumluluğun başlangıcı, aile kurumu ise sorumluluğun kalbi. Bir anne, bir baba ve çocuklardan oluşan ailede “aile” kavramının gizemi, kutsallığı, önemi, kişiler ötesidir. Burada ekilen tohumlar hem bireyleri, hem topyekûn bir milleti etkiler.

Eşler aile kurumuna adım attıktan sonra düşünce ve davranışlarını bambaşka bir çizgiye çekmelilerdir. Taraflar haklılıklarına ve duygularına göre değil, sağlam bir aile yuvasının gerektirdiği davranışlara göre hareket etmelilerdir. O aile yuvasında bir çocuk yetişecekse, fiiliyata geçecek her davranışın çocuğun hem kişiliğini, hem yarınlarını, hem de bir milletin geleceğini önemli ölçüde etkileyeceğini hesap etmelidirler. Parktaki iki aile olayında durum ne kadar da güzel ifade bulmuştu. Yetişme, anlayış ve bakış açısına göre olay bir kutlamaya da dönebilir ve yaşamdan zevk alınır ya da bir kavgaya dönüşüp hayat zindana da dönüşebilir. Gelin, hep beraber kalbimizin rotasını izleyelim! O bize doğru yönü her zaman gösterir.

Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’imizde Rabbim, “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur” buyuruyor, işte buradan da anlaşılacağı üzere, kalplerimiz neyin güzel ve doğru olduğunu, nereye doğru akmak istediğini iyi bilir, tepkisini iyi koyar. Yaratılış, her bir parçası ile böylesine muhteşem işte dostlar! Yaratan’a sonsuz hamd ve şükr olsun!

İşbu açılardan bakınca, yaşam gerçekten çok güzelken, Rabbim sonsuz kerem sahibi iken, aile olmak bu kadar güzelken, gelin, bu yaz farklı bir şeyler yapalım! Evde isek evde, sokakta, tatilde (mekân fark etmez) isek biraz daha, evet biraz daha yaklaşalım birbirbirimize. Aile içi suçlar ve cezalar af olsun. Beraat edilsin bütün bir geçmiş. Ramazan ve Kurban Bayramları arasına bir bayram daha yazılsın. Aile bayramı yapılsın. Bütün kavgalar bitirilsin. Sevgiler ekilsin, anlayış, hoşgörü olsun. Önem vererek dinlensin bütün taraflar. Bütün büyükler parklara insin, kaydıraktan kaysınlar. Sahi, çoğu yerde niye büyüklere salıncak yapılmaz oldu ki? Sahi, araçların girmesi yasak olan sokaklar neden temin edilmiyor. Mahalle maçları, sokak üstü kurulan masalardaki yemeklerde sohbetler çok mu kötü olurdu? Bütün mahalle birbiriyle buluşsa ve vatan sevdası, din şuuru ve çocuk ruhu ile hem kendi geleceklerine, hem vatanlarının gelişimine, hem de İslâm âlemine hizmette fikir alışverişi yapsa, güzel olmaz mıydı?

Bir TV kanalı olmalı meselâ ve sadece mucizelerden, var olmaktan, vatan ve millet sevdasından, dinimin ruhundan, insanlığın birleştiriciliğinden, kısaca dualarımızdan, özetle kalbimizden yayın yapmalı. Çünkü bir olmaya, diri olmaya, güçlü olmaya, safları sıklaştırmaya ihtiyacımız var. Çocuk olmaya ihtiyacımız var. Büyümek ve akıllanmak, genelde işleri ters yönde götürür gibi oldu sanki.

Bu yaz çocuklarımızın oyuncaklarına ortak olalım. Kitaplarımızı hep beraber okuyalım. Cep telefonlarımıza değil, birbirimize bağlanalım daha çok. Meselâ benim çocuklarım dışarı çıktıkları gibi koşmaya başlıyorlar, ben de içimden diyorum ki, “Ben niçin yürüyorum?”. Yaşam bu kadar güzelken koşmalıyım ben de sebepsizce, yaşamın ve mutluluğun tam kalbine doğru!

Çocukça ama cengâver bir ruhla, yaşama dört elle sarılmak temennisi ile efendim, yaz aylarınız huzurlu ve mutlu olsun, hoşça ve güzel kalınız!

-Duadır sözlerim, bütün bir insanlıktan “Âmin!” beklerim.-