
ÖLÇÜ miyardır,
ayardır, takdirdir. Ölçü, olması gerekenin olması gerektiği yerde olmasıdır.
Ölçü, durması gerekenin durması gerektiği yerde durmasıdır. Ölçü, söylenmesi
gerekenin söylenmesi gerektiği yerde söylenmesidir. Ölçü, susulması gereken
yerde susulmasıdır.
Ölçü,
eşyanın (varlığın) tabiatına uygun hareket etmesidir. Ölçü, haklının hakkının
haklıya verilmesidir. Ölçü, hakikatin hakkıyla ortaya çıkarılmasıdır.
Bir
şeyi doğru ölçebilmek için güvenilir ölçüm araçlarına ihtiyaç vardır. Uzunluk
birimini ölçen metreye, ağırlık birimini ölçen teraziye ihtiyaç olduğu gibi… Ölçüm
araçları her sahada ve her konuda olmalıdır. Eğitim sahasında, sosyal, siyasal,
dînî ve ahlâkî sahalarda ve bilimsel ve de teknolojik tüm konu ve alanlarda
olmalıdır.
Eğer
bir konu ve alanda ölçü, ölçüm, ölçüt, ölçme aracı ve kriterleri yok ise o
zaman her şey birbirine karışır, neyin doğru, neyin yanlış olduğu anlaşılmaz,
olması gereken olduğu yerde olmaz, bulunması gereken bulunduğu yerde bulunmaz.
Bu
durum, eşya (varlık) için tam bir kaotik ortamdır. Kozmosta (evren) kaos olursa,
anarşi ve çatışma kaçınılmaz olur. Bu, genelde evren, özelde de dünya için son
derece tehlikelidir. Kaosun sonunda neyin ne olacağı, sonucun nasıl
şekilleneceği (evren ve dünya için) ve sonuçta nelerin ortaya çıkacağı önceden
kestirilemez. Her şey hüsranla sonuçlanabilir.
Örneğin
kozmos âlemdeki tüm gezegenler güneşiyle, ayıyla, yıldızlarıyla tüm gök
cisimleriyle bir ölçü, bir ayar ve bir takdir bağlamında yerli yerinde
olmasaydı, yörüngelerinde sabit kılınmasaydı (ontolojik olarak kendi doğal
hâllerindeki hareketlilik müstesna) ya da başka bir deyişle emre itaatsizlik
yaparak ölçüyü kaçırsalardı, o zaman evrenin hâl-i pürmelâli kim bilir nasıl olurdu?
İşte
evrendeki eşyanın (uzaydaki tüm varlıkların) bir varsayım olarak ölçüyü
kaçırdıklarında (Sünnetullah gereği gök cisimlerinin ölçüyü kaçırmaları mümkün
değildir) nasıl ki bir kaos ortaya çıkar ve sonuçlarının nelere evrileceği
önceden kestirilemezse, dünyadaki toplumlararası ilişkilerde ve fertler arası
beşerî münâsebetlerde de durum hemen hemen aynıdır ve “ölçüyü kaçırmak”
nokta-i nazarından aralarında bir fark yoktur.
Buradaki
tek fark (ölçüyü kaçırmak nokta-i nazarından) -insan dışındaki gök cisimleri ve
diğer varlıklar açısından takdir edenin yeni bir takdiri olmadıkça tabiî ki bu
muhâldir, imkânsızdır)- bir tarafın gayr-i irâdî hareket etmesi (insan dışı
varlıkların), diğer tarafın ise (insanların) irâdeli davranmasıdır.
Hâl
böyle olunca, (insanların irâdeli davranışları söz konusu olduğunda) ister
istemez “sorumluluk” kavramı devreye girmekte ve bu bağlamda her insan, eylemlerinden
dolayı mutlaka bir sorguyu ve sorgulamayı, bir yargıyı ve yargılamayı hak
etmektedir.
Görüldüğü
gibi ölçülü olmak ne kadar önemliyse, ölçüyü kaçırmak da bir o kadar tehlikeli
ve risklidir. Bu bakımdan dinde, dilde, sevgide, muhabbette, buğzda, garezde, sosyal
hayatta, siyâsette ve hayatın her alanında ölçüyü kaçırmamak, ölçülü olmak icap
eder.
Kişisel
ve toplumsal meselelerde ölçüyü kaçırmak demek, aşırı uçlarda gezinmek
demektir. İfrat ve tefrit noktalarında dolaşmak hem kişiye zarar verir, hem de
içinde yaşadığı topluma…
Meselâ
dînî konularda ölçüyü kaçırarak aşırılığa giden Yahudiler, Üzeyir’i Allah’ın
oğlu ilân ettiler. Hıristiyanlar ise İsâ Mesih’e aynı muameleyi yaptılar. Allah
bu konuda şöyle diyor:
“Yahudiler,
‘Üzeyr, Allah’ın oğludur’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘İsa Mesih, Allah’ın
oğludur’ dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan)
sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine
benziyor. Allah onları kahretsin, nasıl da haktan çevriliyorlar!” (Diyânet İşleri
Meâli. Yeni. Tevbe, 30)
Allah,
Muhammed’in (as) ağzından bu konudaki ölçüyü ise şöyle koyuyor: “De ki, ‘Ben
de ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) Bana, ‘Sizin İlâhınız ancak bir
tek ilâhtır’ diye vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş
yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.” (Diyânet İşleri Meâli.
Yeni. Kehf, 110)
Görüldüğü
gibi Yahudi ve Hıristiyanlar bu konuda ölçüyü kaçırırken, Müslümanlar da
yaşayan ve yaşatılan geleneksel İslâm anlayışında (cemaatler ve tarikatlar eliyle)
Rasûl Muhammed (as) üzerinden ölçüyü bir miktar kaçırdılar. O’nu, örnek alınan
bir “insan” konumundan uzaklaştırarak âdeta nurlaştırdılar. Sanki O,
artık bir insan değil, bir nurdu. Bu konuyla ilgili olarak klasik İslâm
anlayışında öteden beri yıllara sari bir külliyat oluştu.
Diğer
yandan Hâricîler, Selefîler ve günümüzdeki değişik türev ve uzantıları da (El-Kaide,
DEAŞ, Boko Haram gibi) başka bir açıdan (şiddet üretme ve tekfir etme) aynı
hataya düşerek ölçüyü kaçırdılar.
Ölçü
kaçınca, “Cemel” ve “Sıffin” vakalarından tutun da günümüze gelinceye
kadar nice aşırılık yaşandı ve bu aşırılıklarda nice mâsum insan can verdi.
Müslümanlar bölük pörçük oldu, aralarına kan ve kin girdi.
Hâlbuki
Allah böyle mi yapılmasını demişti? Rasûl’ün sünneti bu muydu? Bütün bunlara
rağmen ne acıdır ki, Müslümanlar hâlâ bu konulardan ve yaşanan bunca olaydan
ders çıkarmayı ve ibret almayı bilememiş, becerememiş ve başaramamış görünüyor ne
yazık ki!
Oysa
İslâm ümmeti, vasat (ölçülü) bir ümmetti, daha doğrusu böyle olması
gerekiyordu. Ama heyhat, olamadı!
Onun
için Müslümanlar sevdiklerini Allah için ölçülü sevmeli, buğz ettiklerine de
Allah için ölçülü buğz etmelidir. Ola ki, durum her an değişebilir ve tersine
dönebilir.
Ailelerde
ebeveynler de çocuklarını ölçülü sevmeli, neredeyse onları putlaştırarak ve
tabulaştırarak dokunulmazlar kılmamalıdırlar. Ne yazık ki, son yıllarda gidişat
bu yöndedir. Her dediklerini yapar ve “Hayır!” demeyi beceremezlerse
yarın onların önünü alamazlar. Bundan sonra da eğitim kurumlarında ve toplumda
istenmedik bir sürü davranışın oluşmasına ve gelişmesine kendi elleriyle zemin
hazırlamış olurlar.
Aynı
şekilde, ideolojik meseleler ve siyâsî faaliyetlerde de ölçü kaçınca toplum
ikiye, üçe, beşe bölünür, millet birbirine düşer; ülkede ne huzur kalır, ne de
güven. Bu bakımdan ülkeyi yönetenlerin de, yönetime muhalefet edenlerin de
birliğimiz ve beraberliğimiz açısından bu hususlara çok dikkat etmeleri ve
sorumluluk duygularını kaybetmeden sorumluluklarının gereğini yerine
getirmelidirler.
Bu konu, ihmâl edilemeyecek kadar önemli ve hassastır. Bir o kadar da olmazsa olmaz bir şarttır. Vesselâm…