Olacak “iş” mi?

Sözüm meclisten dışarı olmakla birlikte, çok fazla örneğine rastladığım bu tutum beni bu eleştiriye mecbur bıraktı. Pek çok iş arayan ve bulduğu işi reddeden nevi şahsına münhasır, çok yorulacağı bir para kazanma eylemi istemiyor. Oysa TDK bile diyor ki, “Güç harcamadan iş olmaz!”.

CİNSİYET, yaş, toplumsal statü ve istisnaî koşullar, insanın girişimci potansiyelinde frenleyici ya da itekleyici bir güce sahip. Kişinin tüm tercih ve teşebbüslerinde, aslında tercih etmediği ya da tercih sürecinin aktif olmadığı bu özgeçmiş bilgilerinin yeri büyük.

Yaş almak bir tercih değildir ya da hangi cinsiyetle dünyaya geleceğini belirlemek imkânı bulunmuyor. Hakeza, bireysel ve ailevî koşullar da uzun zaman dilimlerinde, çoklu etkileşimler sonucu son şeklini alan bir olgu.

Tüm bunlar; kişinin memnuniyet duygusuna hitap etsin ya da etmesin, -herkes için- yönelim ve talep olmaksızın şekilleniyor. Şimdi, tam şu anda, hangi koşullara sahip olduğumuz (psikolojik, sosyolojik, toplumsal, maddî, coğrafî vb.), girişimci kimliğimiz ve hayata katılım oranımız üzerinde bariz etkiler bırakacak...

Buradan hareketle, yönelimlerimiz birbirinden farklı, sonuca varamama hâlimiz birbirinin tekrarı...

Demek istiyorum ki; yapamadıklarımıza bulduğumuz sığ sebepler, inovatif ya da prototip karakterli değil! Aksine, birbirinden farklı zihinsel gelişim süreçleri, yaşamsal olanaklar, birikim ve deneyim stokları, tek tip bahaneleri kullandığımızda inandırıcılığını yitiriyor. Bununla birlikte tüm o “bize özel” nitelikleri de ortalama kişilik vasatına indirgiyor.

En yaygın başarısızlığımız: İşsizlik

En kullanışlı başarısızlık öyküsünü iş ve meslek hayatı başlığında bulmak mümkün. Bu öyle kullanışlı ve çok amaçlı bir malzeme ki, başarının varlığı da, başarısızlığın tespiti de iş hayatı mevzubahis olduğunda öyle değişmez ve tartışmaya kapalı bir gerçeklik taşımıyor.

Kimine göre başarısızlık olarak addedilen bir pozisyon, bir başkasında huzurun ve şahsî beklentilerin tam karşılığını çağrıştırabiliyor. Oldukça tabiî ve kabul görür bir aykırılık bu... Saâdet ve huzurun elde edilmesinde tüm insanoğlu adına sabit bir kavram ileri süremeyeceğimize göre, hangi tip kazancın başarı olduğunu da genelleme yaparak savunamayız. İşte tam da bu yüzden iş sahibi olmanın ve işsizliğin ne zaman başarı, ne zaman başarısızlık olduğunu söylemek, uzun sürecek ve envaiçeşit görüşün çok farklı cephelerde savunulacağı bir tartışmayı beraberinde getirir.

O hâlde daha belirgin etkileri gözler önüne sererek bir başarısızlık kümesi meydana getirebiliriz.

İnsan, bulunduğu konumda lâyıkıyla bulunabilmek için birtakım sorumlulukları karşılamakla yükümlü. Aile sahibi olmak, maddî, zihinsel ve fiziksel gayretlerin de gerekliliği anlamına geliyor. Bu kurguda kadın ve erkek olmanın da farklı farklı yaptırımları mevcût.

Yükümlülüklerini severek ve gönülden icra edeni olduğu kadar, sahip olduklarına sitem ve şikâyet duygusuyla yaklaşanı da ziyâdesiyle var. Öyleyse ilk ve en gerçekçi veri, insanın yükümlülüklerini yerine getiremeyecek bir pasiflikte olması (hastalık gibi istem dışı durumlar hâricinde) başarısızlık olarak algılanacaktır.

Hiç cinsiyet ve yaşam koşulları gibi zarurî durumlara giriş yapmadan, bir insanın kendi ihtiyaçlarına ve yükümlü olduğu bireylerin gereksinimlerine iş gücü sağlamak sûretiyle cevap veremiyor olması, tertemiz bir başarısızlık öyküsüdür.

Lüks ve kalburüstü bir refah seviyesine hitap etmekten bahsetmiyorum elbette...

Ekmek parası kazanmak -yalnızca- hâlis niyetle olabilecek bir şeydir. Ekmek parası kazanmayı istemek hâlis bir niyettir. Bunu helâlinden yapmaya gayret etmek de bu niyetin ana malzemesi olarak düşünülebilir.

Yaşanılan ülkede ekonomik çöküş, büyük afetler ve yıkımlar, arbede ve anarşi gibi olağan dışı hâller olmadığı ve insanın eli ayağı tuttuğu müddetçe “ekmek parası” kazanmanın milyon çeşit yolu vardır. Bu milyon yoldan birine bile uğrayamamak, üstün dereceli bir başarısızlık olarak takdir edilmesi gereken bir durum.

Her birimiz pek çok “işsizlik” sebebi duyumu almışızdır. Çok zaman bu duruma neden olanlar, “yöneticiler ve ülke ekonomisinde başı çeken üreticiler” olarak işaret edilir. İstihdam oranlarıyla yeni açılan ya da bir türlü açılmadığından yakınılan fabrikalar, üretim-evleri dayanak olarak gösterilir. Eğitim sistemine muhakkak bir atıfta bulunulur. Sonra esnafa da bir ziyaret gerçekleştirilir. Esnaf kredilerinden, banka ve devlet destekli girişimcilik faaliyetlerinden de okkalı bir işsizlik raporu masaya yatırılır. Evrilir çevrilir, en nihâyetinde “Daha çok üretim, daha fazla iş gücü” sloganıyla nokta koyulur.

Kullandığım kinayeli dil, bunların geçersiz ve her zaman için tamamen gerçek dışı olduğunu savunmamdan değil, işsizlik seviyesini fahiş oranlara çıkaran sebebin asla bunlar olmayışındandır.

İşsizliğin istatistiksel ve teknik sebepleri, ülkede iş gücü sağlayabilecek nitelikteki nüfus varlığıyla var olan iş potansiyellerinin birbirine oranı olarak ileri sürülür.

Bir yere kadar kabul edebilirim, fakat süreci buraya getiren çok başka ve çok daha vahim sebepler var!

Öncelikle, hâlihazırda var olan iş olanaklarının ne kadarını kabul ettiğimiz bu oranı belirleyecek. Meselâ sosyal güvencesi olan, yol desteği ve yemek ihtiyacı gibi elzem beklentilere hitap eden pek çok iş olanağı, sırf “yorucu” olduğundan kabul görmeyebiliyor…

Affedersiniz, “yorucu” mu dedim?

Evet, sanırım “yorucu” dedim…

Bu “yorucu” sıfatının içini de doldurabiliriz: Kimine göre çok erken uyanmak yorucu bir aktivite(!). Bazen de yürüyerek gidemeyeceğimiz bir iş yeri oldukça “yorucu” olabiliyor. Meselâ mesai boyunca bir masa başında oturmayacaksak, bazılarımız bu durumu oldukça “yorucu” bulabiliyor. Hattâ ve hattâ o masa başında dinamik ve aktif bir mesai süreci geçirmek durumunda kalmak da yorucu işler kategorisinde sayılıyor.

Şimdi affınıza sığınıyorum, fakat toplumsal bir aldanışa da dikkat çekmeden edemeyeceğim.

İş...

TDK, bu minimal ve şık kelimeyi şöyle açıklar: Bir sonuç elde etmek, herhangi bir şey ortaya koymak için güç harcayarak yapılan etkinlik, çalışma.”

Cümlenin içinde sihirli bir kelime var: Güç... Hattâ devamı daha da büyüleyici: “Güç harcamak”...

İşte işin sırrı burada!

Sözüm meclisten dışarı olmakla birlikte, çok fazla örneğine rastladığım bu tutum beni bu eleştiriye mecbur bıraktı. Pek çok iş arayan ve bulduğu işi reddeden nevi şahsına münhasır, çok yorulacağı bir para kazanma eylemi istemiyor.

Oysa TDK bile diyor ki, “Güç harcamadan iş olmaz!”.

“Sabah ezanıyla dükkânı açmayan bereket bulamaz!” diyen esnaftan, “Daha kendime gelemedim, bir çay daha içeyim de gider açarım dükkânı” (Saat 9 ile 10 arasında geziniyor bu arada) diyen esnafa dönüşümün acısını yaşıyoruz.

Nasip tam da yorulmakla gelir. Yorulduğun için gelmez ama yorulduğun zaman gelir. Yaşamımız boyunca tüm güzellikler bir emek, sabır ve sebatın meyvesidir. Başka türlü ne gelmişse ömrümüze ya geçicidir ya da eksik anlamlıdır.

Herkes işsiz kalabilir ya da kurduğu işte başarısızlığa uğrayabilir. Fakat bu süreç hiçbir zaman yıkıcı olmaz. Çünkü serde gayret ve hâlis niyet olduğu sürece, yaşanılan zor süreçlerin hepsi daha iyiye evrilerek son bulur.

Benim dikkat çekmek istediğim nokta şu ki; bugünkü işsizlik narâlarının büyük bir kısmı, tembellik ve egoizmin bir sonucu...

Çok kez yorulmayı ya da daha azdan başlayarak çoğu bulmayı kendimize lâyık görmüyoruz. Çünkü kendimizi, diğer tüm insanlardan daha özellikli buluyoruz. Her birimiz, bir iş yerinin aranan ismiyiz. Bize sırf orada bulunduğumuz için bile ücret ödemeleri gerekiyor(!). Hani diyorlar ya şimdilerde, “prezantabl eleman”, hepimiz ondanız işte!

Masada oturmamız bile o iş yerine bir lütufken, ne demek “Akşama kadar çalış”, olacak iş mi?