Ol/durabilmek

Oldurmak değil de oldurabilmek adına, olması istenen şeyin olma imkânı istemekten ve dahası, istemeyi bilmekten, neyi istediğini bilmekten, nasıl istediğini bilmekten geçtiğinden oldurmanın önemi ötelenir, ötelenmelidir.

DAİRENİN başlangıcı olan yazıya dair “Ol/durduğunuz sizin olsun” dediğimiz noktada vazgeçilmiş bir ol/durmak söz konusu olmuş ve bu kelimenin içeriğini ertelemiştik…

Yolculukta değişmez ve dokunulmazların saha içerisinde uygulama alanı olarak kabul edilen ol/durmak fakat farkına varıldığında terk edilen bir ol/durmak...

“Ol-dur(-mak)”, kelime anlamı itibariyle “olmasını sağlamak, meydana getirmek, vücût vermek, gerçekleştirmek”...

Elbette mevzubahis “oldurmak” olunca, işin arifesi kaçınılmaz şekilde “istemek” olmakta, en azından “olmasını istemek”... Her ne kadar düşünsel anlamda arzu ve istek arasında bir ayrıma çabalasam da bu konuda muvaffak olmuş değilim. Ancak Descartes arzudan bahsederken, farklı duygulara bağlı olarak arzuyu kendi içerisinde çeşitlendirir ve temelde işlevselliği bakımından üç tür (duygulara bağlı iki tür) arzudan bahseder; sonuçları yalnızca bize bağlı olan arzular, sadece başka nedenlerden kaynaklanan arzular, bize ve başka nedenlere bağlı olan arzular…

Buradan hareketle, belki arzuyu daha çok bilinçdışı, doğanın sunduğu, doğal gelişen bir yapıya; isteği ise daha çok zihinden süzülen, bilinçli, kontrolünün kendimizce belirlendiği bir yapıya büründürüp bir ayrım yapılabiliriz.

İstemenin başlangıç noktasında söz vuku bulur. Meselâ bu noktada Yuhanna insanlığa, “Önce söz vardı” diyerek seslenir. Sözün hikmetini yitirdiğimiz şu günlerde ihtiyacımız olan şeylerin başında sözden, sözün hikmetlisinden ve netîcede sözün anlama bindiği ol-durabilmekten bahsedilebilir. Fakat ol-durmak başka, ol-durabilmek daha başka!

Oldurmak… Sözlerin yabana atılmış, değer görmeyen hâli ile oldurmak ki “vazgeçilen”…
Oldurmak… Çevrenin verdiği ile yetinenlerin, başkalarının düşünceleri ile düşünüp isteyenlerin yolculuklarındaki oldurmak ki “terk edilen”... Durmak/sızın oldurmak…

Günümüzde çoklukla gerek devlet idarelerinin, gerek özel idarelerin üst yöneticilerinde topluma yansıyan bu oldurmak hâlinin mevcûdiyeti çok rahat bir şekilde okunabilmektedir. Aynı hâl genel olarak ise sonuçta bir siyâsî ideolojiye dayanan fikir, düşünce, hareket topluluklarında rastlamamanın imkânsız olduğu bir durumdur. Bunun nedeni sözün, sahibinde dahi kıymet-i harbiyesinin olmayışından kaynaklanır. Böylece hem değişmez ve dokunulmazların (ilkelerin, dogmaların, inançların) yolcularında, hem de onların hitap ettikleri topluluklarda sözlerin hikmetine değil, sadece ihtiyacın giderilmesine odaklanılır ve olup olmamaya bakılır.

Netîce olarak sorgulama ortadan kalkar; muhalefetin dahi şikâyetleri söz ile değil, doğrudan oldurmak ile alâkalı gelişir.

Ferdî olarak sözün, sözdeki hikmetin, hikmetli sözlerin eksikliği ile sürülen yaşama, âdeta sırlı bir (ağır) bedel eşlik eder. İnsanın benden kendine yolculuk imkânını ortadan kaldıran bu hâl, yeryüzü yaşam yolculuğunda bir an olsun durmak, düşünmek, geçmiş ile hesaplaşmak, hayran olmak, yenilgideki tadın tesellisi ile kaynaşmak gibi bu noktaya kadar bahsettiğimiz vasıfların yitikliğini de akabinde getirir.

O hâlde önce söze değer vermek, bu değer ile istemeyi bilmek, ne istediğini bilmek; olmuştaki, olandaki ve olacaktaki hikmeti arayışın (sormanın, sorgulamanın) hakikatine bağlayabilme imkânını sunabilir. Oldurmak değil de oldurabilmek adına, olması istenen şeyin olma imkânı istemekten ve dahası, istemeyi bilmekten, neyi istediğini bilmekten, nasıl istediğini bilmekten geçtiğinden oldurmanın önemi ötelenir, ötelenmelidir.

Varlık için oldurabilmenin arifesi olan sözün en anlamlı hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de “Kün fe yekün” olarak belirir. İnsan için istemenin sırrı ise “‘Ol’ deyince Oldurabileni” bilmekle sezdirilir. Durabilmek mümkünatı, beliren ve sezdirilen eşliğinde terk edilmiş, vazgeçilmiş bir ol/durmak mevcûdiyetini taşır. Bu noktada mevcûdiyetin farkına varabilen içinse artık terk edilendir ol/durmak ve sözün hikmetinde, talep edilendir ol/durabilmek…