“TEVRAT’ın ilk emri: ‘Yaşat!’ İncil’in ilk emri: ‘Sev!’
Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emri: ‘Oku!’ Yahudi yaşatmadı, Hıristiyan sevmedi,
Müslüman okumuyor.”
Genellikle
Aamir Khan’a atfedilen bu söze ilk rastladığımda, dönemlere göre indirilen
emirlerin günümüzdeki önceliğini de merak ettim. Tabiî ilk emre direkt muhatap
olmayanların diğer emirleri ne kadar yerine getirdiğini de kendimce sorguladım…
Okumamak,
bizim diyarın derin bir yarası ve fakat acaba sevgiden yana bir yaraya sahip
değil miyiz? Bu söze mukabil, diğer yandan yazmanın şevkine vardığım ilk andan
beri hep, “Keşke her insan yazmanın verdiği
o hazzı yaşayabilseydi” diye düşünürdüm.
Yazmak,
insanın anlatmak istediği şeyin muhtelif anlatma yollarından bir tanesi ama
bazı zamanlarda da saklamak istediği şeyleri de kodlama hâli. Elbette “Herkes
yazabilseydi” derken şiirler, makaleler, kitaplar kaleme almaktan değil, halk
ağzıyla en azından bir şeyler karalamaktan bahsediyorum; günlük gibi meselâ. Ne
var ki, aslında günlük deyip geçmemeli. Çünkü yazılacak en zor türlerden bir
tanesi olarak kabul edilebilir.
Genellikle
günlük için, kâğıda yazılmaya değer bir şeylerin yaşanmış olması gerektiğini
düşünebiliriz ve yaşadığımız şu yüzyılda anormal olan her şeyi normal karşılama
hâlimizle günlüğümüze de yazılacak değerli pek bir şey yaşamıyoruz olsa gerek…
Biliriz ki, yazmak kolay bir iş değildir. En
azından kayda değer bir şeyler yazabilmek için okumak, çok okumak gerekir. Bu
sebeple iyi bir yazar, diğer taraftan da iyi bir okur kabul edilebilir. Biz de öyle kabul
edip, yazımıza kapsayıcılık bağlamında yazarlar üzerinden devam etmek
arzusundayız. Yani hem okurlardan, hem yazarlardan…
Yukarıda
da değindiğimiz üzere, yazmak, insanın anlatmak istediği şeyin muhtelif anlatma
yollarından bir tanesi ama bazı zamanlarda da saklamak istediği şeyleri kodlama
gayreti… Yazarların birçoğu bu yönteme vâkıflardır ve kullanabildikleri sürece
bu yöntemle hem bir şeyler anlatır, hem bir şeyler saklarlar. Öyle ki, insanoğlu yaşadığı birçok şeyi susarak
saklar, bazılarını yazarak ve bazılarını da konuşarak… Bu noktada yazarlar
yazarak hem susmuş, hem yazmış, hem de konuşmuş şekilde, yaşadıkları pek çok
şeyi anlatabilir ve dolayısıyla saklayabilirler.
Yazarların anlatmak ve
saklamak dışında bir de kendilerine has yalnızlık hâlleri vardır. Çoklukla
çevreleri tarafından kendilerini yıpratan, yoran ve acziyet olarak yorumlanabilen
yalnızlık hâli... Fakat acziyet, zaten çevredekilerin size kötü geldiğini
düşündükleri şeyin aslında iyi gelmesi gibi bir muammânın adı değil midir? Yani
acziyet diye yorumlanan o muammâ hâl, çevredekilerin göremedikleri için kötü
zannettikleri, ancak yaşayana iyi gelen şeylerdir.
Örnek vermek gerekirse…
Mecnun, Leylâ’sına kavuşmak
için çöllerde aç bîilâç, günlerce susuz kalabilir ve bu durum Mecnun için
aşk/şevk meselesidir. Ama Mecnun’un gördüğünü kimse göremediğinden, sadece
Mecnun’a bakanlar Leylâ’nın Mecnun’a kötü geldiğini, onu kötüye sürüklediğini
düşünürler.
Yazarlar için de aşk/şevk
yazmaktır. Yetim kalmış kâğıtlara analık-babalık yaparlar, kambur kalemlerine dostluklarını
sunarlar. Yazarları yalnızlığa iten bu acziyet hâli,
aslında Douglas McGrath tarafından 2006’da sinemaya aktarılan “Infamous” adlı
yapıtın bir sahnesiyle özetlenebilir.
Filmin finaline doğru, başkahraman Capote’nin
bir kadın arkadaşı, Frank Sinatra’nın sanatçı bir dostu hakkında söylediği şu
söze atıf yapar: “Her şarkı söyleyişinde
biraz daha ölüyor.”
Ardından ilâve eder: “Yazarlar da sanatçılar gibidir. Onlar da kalemi her ele alışlarında
biraz daha ölürler.”
Ölmekten kasıt, olmaktandır. Olmak için ölmek
ya da ölmeden önce olmak... Bu tür ölmeler sadece yazarlara özgü değildir.
Şairler, ressamlar, düşünürler de böyle bir yaşayışa sahiptirler. Çünkü okuma,
öğrenme, anlama, dinleme, görme, bir düzeyden sonra bu hâli alır. Bir dizesi
için ezberlenen şiirler, bir karesi için defalarca izlenen filmler, bir cümlesi
için tamamı şikâyetsizce okunan kitaplar, sadece tınısı için sabahlara kadar
tekrarlanan besteler…
Bu tür davranışlar bazılarına beyhude bir
çabaymış gibi gelir. O yazarın, düşünürün, şairin veya ressamın çevresindeki
insanlar bu davranışlardan ötürü zarara uğramış, zaman kaybetmiş gibi
hissederler kendilerini. Oysa hiç öyle değildir ve verdikleri tepkilerle âdeta
taşlarlar zaten o yalnızlığı seçmiş insanları.
Tümden isimlendirmek gerekirse bu yalnız
insanları, yaşayış tarzlarından ötürü onlara “albatros kuşları” diyebiliriz. Albatros
kuşları ki, uzun kanatlara sahiptirler ve bu kanatlar sayesinde sadece süzülerek
okyanusları aşabilirler; düşünürler ve onların düşleri gibi… Onlar da bir
kereliğine dalmak sûretiyle âdeta gökyüzünü dolanır, yeryüzünü temâşâ eder,
okyanuslar misâli farklı düşlerden geçerler…
Fakat albatros kuşlarının bir kusuru vardır ki,
üremek ve beslenmek gibi zorunlu gereksinimlerini gidermek için karaya inmek
durumunda kalırlar ve o okyanusları süzülerek geçmelerini sağlayan uzun
kanatları bu defa yeryüzünde yürümelerine engel olur. Beceremezler bir türlü
ayakta kalmayı, düşe kalka bir mücadele verirler. Tıpkı düşünürlerin kendi
fildişi kulelerinden kalabalık sokaklara çıktıklarında âdeta çırılçıplak kalmış
hissetmeleri gibi… Onlar da zorunlu sosyal ilişkileri yüzünden amansız acılara
maruz kalırlar.
Hattâ albatros kuşları yeryüzüne inerken
gemilerde bekleyen avcıların yemlerle onları kandırıp sapanlarla üzerlerine saldırmaları
gibi, düşünürler de sevdikleri tarafından farklı mekânlara çağrıldıklarında, farklı
ortamlara girdiklerinde bu saldırıya maruz kalır ve hiçbir zaman anlaşılmazlar.
Oysa onlar için sevdâ, kişiler arasında değil,
bir kuş misâli kanatlardadır ve incitilirlerse eğer, bulunamaz, ökse veya sapan
ile vurulsalar da sarılamazlar.
Sanırım
başlığımızda kullandığımız “Okur-yazar mısın?” sorusu, genellikle kurumların
ileri yaştaki vatandaşlara yönelttiği “Okuma yazma biliyor musunuz?” anlamıyla
kullanmadığımız anlaşılmıştır. Zaten bu anlamda bilindiği üzere ülkemizdeki
okuryazar oranı yüzde 100’e yakın. Ancak bizim okumak ve yazmaktan kastımız, belli
bir zamanda kaç tane kitap okunduğu ya da ülkemizin kaçta kaçının yazar
bağlamında durduğu değildir. Kastettiğimiz, bir kitabın ne kadar okunduğu ya da
bir kitaba hakkıyla ne kadar vakit ayırdığımız… Veyahut yazmaktan kastımız, ne
kadar zamanda kaç yazı kaleme aldığımız, hangi esere imza attığımızla alâkalı
değil, yazdıklarımızın ve dolayısıyla yaşadıklarımızın akıttığımız mürekkebe
değecek şeyler olup olmadığıyla alâkalı. Meselâ insanlar illâ satışa çıkan kitapları
okumaz, babalarından mîras kalan kitaplara da bir ömür verebilirler. Ve bu, istatistiklere
yansımaz.
Diğer yandan ülkemizde günlük tutanlar da tam anlamıyla tespit edilemeyeceğinden, yazar oranları da istatistiklere yansımaz. O hâlde sanırım başlıktaki “Okur-yazar mısın(ız)?” sorusunun muhatabı topluma değil de kendimiziz. Evet, sen hakkıyla okur ve yazar mısın ey tâlip?