Okuma notları

Yavuz Sultan Selim’in ölümüne sebep olan, sırtında çıkan bir çıbandır. Çâresi o vakitler bulunamayan çıbanı adı “Şirpençe çıbanı”dır. Aslan pençesine benzediği için bu isim verilmiş. O yüzden derim ki... Yazmak-yaşamak ilişkisi çok çetrefil. İnsan bazen yaşadığını yazar. Bazen de yazdığını yaşar.

“ŞÎRLER pençe-i kahrımda olurken lerzân

Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek…”

Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu rivâyet edilen bu beyit, “Selimî” mahlâsıyla yazan Sultan’ın dîvanında yer almaz.

Bugünkü kelimelerle ifade edince şöyle bir anlam çıkıyor:

Aslanlar bile mahvedici pençem karşısında titrerken, beni bir ceylan gözlünün karşısında aciz bıraktı felek.

[Şîr: Aslan./ Lerzan: Titremek./ Âhû: Ceylan./ Zebun: Güçsüz, zayıf, aciz.]

*

Yavuz Sultan Selim’in kaleminden çıktığı kesin olmamakla beraber, biz de cemaate uyarak kabul edelim ve kıtanın önceki mısralarını da hatırlayalım:

“Merdüm-i dîdeme bilmem ne fusûn etti felek

Eşkimi kıldı füzûn, giryemi hûn etti felek…”

Buradaki kelimeleri de bugün şu şekilde kullanıyoruz:

Merdüm-i dîde: Gözbebeği. Fusûn: Efsun, büyü. Eşk: Gözyaşı. Füzûn: Fazla, çok. Girye: Ağlama, ağlayış. Hûn: Kan.

*

Sultan Selim böyle demiştir ancak demekle kalmamıştır.

Hayat öyle gariptir ki bazen akıl durur. 

Buna izah gerek... 

Yavuz Sultan Selim’in ölümüne sebep olan, sırtında çıkan bir çıbandır. Çâresi o vakitler bulunamayan çıbanı adı “Şirpençe çıbanı”dır. Aslan pençesine benzediği için bu isim verilmiş. 

O yüzden derim ki... 

Yazmak-yaşamak ilişkisi çok çetrefil. 

İnsan bazen yaşadığını yazar. Bazen de yazdığını yaşar. 

Anna ile Nana

Dünya edebiyatının büyük isimlerinden Rus yazar Lev Nikolayeviç Tolstoy, 1828’de doğmuş, 1910’da ölmüş.

Bir diğer büyük isim Fransız yazar Émile François Zola ise 1840’ta doğmuş, 1902’de ölmüş.

İkisi de aynı dönemin yazarları… Tolstoy, Zola’dan biraz daha uzun yaşamış.

Bu iki yazarın ünlü eserlerinden Anna Karanina ile Nana’yı birlikte düşünecek olsak, isimleri kadar, roman kahramanlarının birbirine çok benzediklerini de görürüz.

Nana, 1880 tarihli. (16 Ekim 1879’da, “Le Voltaire” isimli gazetede tefrika edilmeye başlanmış.)

Anna Karanina ise 1887’de yayınlanmış.

Kitapların tarihleri de birbirine çok yakın.

İki eserde de yozlaşma eleştirisi görürüz.

Bir etkilenme var mıdır bilemeyiz. “O tarafını edebiyat tarihçileri araştırsın” demiş ya şair. Onlar bilecektir. Bir etkilenme varsa, hangi noktalarda olduğunu bile tespit edebilirler. Belki edilmiştir bile…

Bakın, bundan da haberim yok. Bilmemek ne kötü!

İki farklı ülke, iki farklı toplum yapısı… İki farklı kitap, iki usta yazar…

Fakat benzerlikler çok fazla!

Şaşırtıcı geldiği için not düşmüşüm defterime.

Anna ile Nana isimlerinin benzerliği bile hayrete düşmek için yeterli.

Hani neredeyse, “Nana’ya da Karanina’ya benzer bir soyadı yapıştırılsaydı” diyesi geliyor insanın.

*

Zola, yirmi kitaplık serisini yazdığı zaman, Fransız halkından epeyce tepki görmüş.

Ben de şöyle düşünmüştüm: Eğer bu romanı bir Türk yazar kaleme almış olsaydı, Fransa hiç tereddütsüz ve hiç beklemeksizin bize savaş açardı.

Bu kitapta Paris’teki hayat tarzını en ince ayrıntısıyla anlatan natüralizm akımının öncüsü Zola, hem sosyetesi (zenginleri), hem fakir kesimiyle Fransızları kötü gösterdiği, yer yer aşağıladığı için büyük tepkilerle karşılaşmış. (Yer yer değil, “baştan sona” demek aslında daha isabetli.)

Hatta “Nana” adlı bu romanının “Meyhane” adlı eserinin devamı olduğu duyurulunca, daha tek satır yayınlanmadan sesler yükselmeye başlamış.

(Bir de malûm, Maksim Gorki’nin “Ana” isimli romanı var fakat o konumuz dışında. Tam bir propaganda romanı! Elbette yalnız Gorki’nin değil, herkesin bir anası vardır. Zira çocuk doğuracak bir makine yapılmadı.)

Okumuş çocuk

Kitap isimleri üzerine bir metin yıllardır âlem-i nette dolaşmaktadır. Büyük ihtimâl rastlamışsınızdır…

Afganistan’ın başşehri Kabil’de bir kitapçı dükkânında geçen konuşmalardan bahsedilir.

Baba ile kız, onların işlettiği dükkân ve kızın sevdiği bir gençten bahsedilir. Böyle bir diyalog ne derece kabildir, adı geçen kitaplar ve yazarlar hayâli midir, o tarafını fazla kurcalamadan anlatılana bakalım derim…

Genç kız, babasıyla beraber dükkândayken, bir bakar ki karşıdan sevdiği genç geliyor. Onu uyarması gerektiğini düşünür:

-Alman yazar Yorg Daniel’in “Baban Evde mi?” kitabını almaya geldin galiba?

Delikanlı:

-Hayır, ben İngiliz yazar Tomas Munis’in “Seni Nerede Görebilirim” kitabını almaya gelmiştim.

-O kitap yok ama ABD’li yazar Patrice Olfel’in “Elma Ağaçlarının Altında” kitabını önerebilirim.

-Çok güzel. Belçikalı yazar Jean Barner’ın “Beş Dakika Sonra Ararım” kitabını yarın getirebilir misiniz?

-Memnuniyetle… Ayrıca Fransız yazar Mishel Daniel’in “Asla Yalnız Bırakmam” kitabını da öneririm.

Bu konuşmadan sonra baba der ki, “Bunca kitap çok değil mi? Bunların hepsini okuyor mu bu delikanlı?”.

-Evet baba, o çok zeki çocuk. Hepsini okur.

-Benim çok güzel ve sevimli kızım, öyleyse ona Hollandalı yazar Frank Martinis’in “Ben Geri Zekâlı Değilim” kitabını da öner. Ayrıca sen de Rus yazar Muris İstankoviç’in “Amcaoğlunla Evlenmeye Hazırlan” kitabını mutlaka okumalısın.

Kitap isimlerinden makale

Sovyetler döneminde bir kütüphane görevlisinin, kitapları rafa dizmesiyle ilgili bir hikâye anlatılırdı.

Kitapları öyle bir şekilde yan yana getirmiş ki, peş peşe okuyunca, âdeta bir makale ortaya çıkmaktaymış.

Tabiî rejim eleştirisi taşıyan cümleler çıkıyor o kitaplara bakanların karşısına.

Bu da hemen dikkat çekiyor.

Çünkü böyle bir şey yapmak için çok değişik raflardan çok farklı türdeki kitapları seçip dizmek gerekir.

Kimi şiir, kimi araştırma, kimi roman, kimi deneme, bazıları da hikâye…

Kısa süre içinde fark edildiği ve kütüphane görevlisinin cezalandırıldığı rivâyet edilirdi.

Bakın, işte bu da bir yakıştırma olabilir!

Ancak şu var ki, “Sovyetler döneminde böyle bir dizilimi her kütüphane görevlisi yapmıştır” dense yakışırdı ve kimse de şaşırmazdı.

Çünkü bütün despot rejimler öyle bir tepkiyi fazlasıyla hak eder.

Turşu Suyu ve Aptallar Defteri

Tarihten bir sayfa ile bugünkü yazıyı bitirelim…

Sadrazam Koca Ragıp Paşa, Gebze taraflarında ava çıkmıştır. Epeyce av peşinde koştuklarından, yorulurlar. Hava da çok sıcaktır. Yanlarında bulunan bütün suları bitirmişlerdir.

Bir kulübeye rastladıklarında, orada su bulabileceklerini düşünürler. Kapı önünde altı yedi yaşlarında bir çocuk vardır. Ondan su isterler. Çocuk içeri girer, elinde bir tasla onlara turşu suyu getirir.

Paşa içtikten sonra sorar: “Biz senden su istedik, sen turşu suyu getirdin. Annen kızmasın?”

“Kızmaz” der çocuk, “O küpün içine bir sıçan düşmüş de çıkamayıp ölmüştü. Annem o yüzden gelene geçene verdiğime kızmaz”.

Paşa tükürmeye başlar, elindeki kâseyi yere çalar. Kâse kırılır.

Bu sefer çocuk ağlayarak içeri seslenir: “Anne, bu amca köpeğin tasını kırdı.”

Ve ekler: “Annem işte şimdi kızacak!”

Paşa bütün kızgınlığına rağmen, çocuğun çok zeki olduğunu fark etmiştir ve onu İstanbul’daki konağına davet eder. Ailesinin izniyle onu yetiştirir.

Çok iyi eğitim gören çocuk, büyür ve devrin büyük şairlerinden biri olur. Adı, Şair Haşmet’tir.

*

Şair Haşmet, aptal olduklarına inandığı kişiler için bir defter tutarmış.

Adına da “Aptallar Defteri” dermiş.

Bundan haberdar olan Ragıp Paşa, Haşmet’e sorar: “Bu defterde benim de adım var mı?”

“Var efendim” cevabını verir Haşmet.

Paşanın kaşları çatılır: “Neden?”

“Çünkü siz geçen gün bir adama borç para verdiniz.”

Sadrazam, “Ya o adam bana olan borcunu öderse ne yapacaksın?” deyince, Haşmet şöyle cevap verir: “O zaman sizin adınızı siler, onun adını yazarım paşam.”