Okulun adı, “Çocuk”

Çocuk etrafını dinliyor, çevreyi inceliyor sürekli. İlk başlarda gürültü olarak gelen sesler zamanla anlamlı kelimelere ve cümlelere dönüşüyor. Anlamayı öğreniyor, anlamaya ve çözmeye çalışıyor, yorulmadan, neden sormadan, vazgeçmeden, strese girmeden, haftalarca ve aylarca… Büyükler olarak en son ne zaman çevremizi anlamak için bu kadar gayretin sahibi olduk? Ve harika şeyler olmaya devam ediyor. Bir dil öğreniyor çocuk. Türkçe, Japonca, İngilizce, Almanca, Arapça…

ELİNE almış kalemi, duvarları karalıyor çocuk. Dünya bir tuvâl olmuş, çocuk ise heyecanlı bir ressam. Etrafında gördüğü her şeyi tanımak, tatmak, okumak ve bir defter gibi üzerine kendince notlar almak istiyor. Her ne kadar biz bunlara karalama veya yanlış davranış desek de bu çizgilerin neyi ifade ettiğini okumayı bilmediğimizi itiraf etmek yerine bizim kurallarımıza göre hareket etmeyi öğrenmeleri için müdahale ediyoruz.

Çocuk o kadar mutlu ve heyecanlı ki kıpır kıpır, bir şeyler bedeninden taşmak için sabırsızlanıyor. Yükseklerden çağlayanlar dökülüyor yüreğine. Baksanıza, kocaman kocaman duvarları nasıl da resim defterine çevirmiş. Oralara sevinçlerini, heyecanlarını, mutluluklarını çizmek istiyor, sonra da ailesini, belki de arkadaşlarını sergilerine davet etmek istiyor. Çok özel bir duyguyu yaşıyor.

Takdir görmek, onaylanmak ve iltifat, hattâ başka bir duvar için sipariş beklerken, o da ne? Çatık kaşlı bir saldırıya maruz kalıyor. Kahkahaların yerini şaşkınlık alıyor ve neyi yanlış yaptığını anlayamadan karmakarışık duygular içinde sürükleniyor. Biz ise kenarda oturmuş, yaşamın en doğal, en masum ve en berrak mucizelerle dolu bu döneminde kusur arama yarışına girmiş olarak müdahale ediyor, onlara başarının, heyecanın, üretmenin yerine sadece kurallara uymalarının yeterli olacağını öğretmeye çalışıyoruz. Böylece büyüyen bedenle birlikte artması gereken coşku ters orantıya geçiyor.

İnsan büyüdükçe akıllanıyor, dolayısıyla çocukça şeyler yapmayı bırakıyor. Ne dersiniz, kârlı bir alışveriş mi? Dev neşeleri, çılgın ağıtları, hayatı kafadan tayfa arkadaşlarla tanımalarını ellerinden alıp, yerine çabucak sıkılmak, gelir gider hesabı yapmak, bir hedef uğruna koca bir ömrü feda etmek, başkalarının başarı, görüntü, söz ve davranışları ile uğraşmak, savaş çıkarmak, kanunlar koyup onları çiğnemek, sınav telâşı, dünün derdi, gelecek kaygısı ile uğraşsınlar diye önemli bilgiler aşılıyoruz, nasıl bir alışveriş sizce bu?

Şunu hiçbir zaman anlamadım: Küçücük yaşlarda dünyayı ve hayatı tanımaya başladığım daha ilk o dönemlerden itibaren beni sürekli göz hapsine alan büyüklerimin aman amanlarının bitmemesi, bizi korumak adına ev içinde ve dışında birçok kural koyup daha kendi aralarında anlaşamaz, birbirlerini anlayamaz ve birbirlerine katlanamazken bir çocuktan kurallara tam riâyet içerisinde mantıklı hareketler yapmasını beklemeleri ne derece mantıklıydı?

Minicik bir bedenden her gün, her hafta, her ay, her sene sürekli kabul bekleyen büyüklerim, size tek bir sorum var: Çocuğunuzu ne sıklıkta kabul ediyorsunuz? Çocuğumuzun sürekli olarak zihnimizdeki gibi hareket etmesini, uslu, etrafına zarar vermeyen, akıllıca davranış ve sözlerde bulunan tavırla beklentilerimizi daimî bir kabul içinde karşılamasını beklerken, biz onu mu kabul ediyoruz, yoksa yarattığımız bir düşünceyi mi? Ebeveyn olarak, öğretmen olarak, toplum olarak bir yere gelmek istiyorsak, insan ve geleceğimizi kazanmak istiyorsak önce onaylayacak, önce kabul edeceğiz bireyi. Varlığını, hareket ve düşüncelerini, sözlerini ve hatâlarını kabul etmediğiniz bir bireyden kabul ve onay beklemeyiniz lütfen.

Bir çocuktan güzel, dengeli ve başarılı hâl ve hareketler bekleyerek, aslında sorumluluğumuzun mümkün olduğunca azalması ve bu sayede kendimize ait vaktin çoğalmasını, çevreye karşı övünç ve gurur kaynağımızın oluşması gibi beklentilerimiz mi var acaba? Ne hazindir ki, öğretmenler ve eğitim sistemi de çocuktan aynı şeyleri bekliyor. Maksimum düzeyde kurallara uyuş, başarı ve dengeli bir oluş… Ön plânda çocuğun varlığı değil, onun büyürken standartları sağlayıp sağlayamadığı ile daha yakından ilgileniyoruz sanki.

Hayatın en özel ve en sırlı çağının sahiplerini okumak yerine bize yük olmamalarını ve kurallara uymaları halinde doğru davranışların sahibi olmuş olacaklarını aşılamak, böyle bir anlayışın sahibi olmak, gerçekten trajik bir görüş ve algı olayı. Bizler asla iyi ebeveyn olamayacağız bu anlayışla. Ne okursak okuyalım, nasıl bir akıl sahibi olursak olalım ve nasıl bir destek alırsak alalım, çocuk yetiştirmek bize göre değil. Beklentilerimizi karşılamak zorunda değiller, yetişmek zorunda değiller! Bebeklik dönemindeyken etrafına toplanıp da havalara atarak sevdiğiniz o varlık, biraz biraz konuşmaya ve bir şeyler anlamaya, ilkokula başladığında neden borsaya düşmüş gibi değeri düşmeye başlıyor? Hâlbuki ilkokula, bir şeyleri çözmeye ve anlamaya başladığı o dönemin en iyi şekilde değerlendirilmesi için onlara dünyaya ve aramıza katılarak bizleri nasıl sevindirdiklerini ve onurlandırdıklarını gösterecek etkinliklerde bulunmamız gerekmez mi? Onları hemen yetiştirmek ve apar topar ders adı altında bilgi bombardımanına tutmadan önce kendi varlığını, canlılığı, yaşamı, dünyayı, aklı, düşünceyi, duyguları, çevreyi, okuldan amacın ne olduğunu anlatmaya ve bu sayede önce onu kazanmaya başlasak daha güzel olmaz mı?


Çocuk, bir “Hoş geldin”i hak etmiyor mu?

O minik avuçlara tatlı ve heyecanlı, merak uyandıracak bilgiler bıraksak... O anladıkça, sordukça alkışlasak, tebrik etsek, iteleyip dursak daha fazlası için… Ah büyümek, büyümeyi yanlış anlamak! Ah büyüdükçe birilerini küçültmek, küçükleri küçük görmek ve kusuru daha çok dışarıda aramak!

“Çocuk” deyip geçiyoruz. Ne bilir ki o daha, değil mi? Hoplayıp zıplıyor, tahta ve plâstik oyuncaklar ile oynuyorlar. Sürekli bir ihtiyaçları var. Güvenlikleri için devamlı göz önünde tutmaya çalıştığımız için yoruyorlar. Temizlikleri, beslenmeleri, okul zamanı ödevleri var... Bazen çok eğlendirici ve güzel duygular yaşatsalar da çoğu zaman sinirleri zorlayıcı davranışları, kaldırabileceğimizin ötesine geçebiliyor. Zihnimizden geçen şeyse şu: “İyi hoş da bir an önce büyüseler ve sorumluluklarını üstlenerek kendi ihtiyaçlarını gideren, başarılı ve takdir gören kişilik sahibi olsalar…”

Onlar kendi ayaklarının üstünde durdukça, başardıkça, yuva sahibi oldukça biz gururlansak ya da omuzlarımızdaki yük azalsa... Ama gözden kaçırdığımız bir nokta var: Olaylara kendi penceremizden bakmak… Takdir edersiniz ki, penceremiz maalesef bütün gerçekliği kapsayacak büyüklükte ve kapasitede değil. Yaşamın kendisi ve yaşam içinde yer kaplayan zerreden kürreye her varlık Rabbimin bir harfi, bir kelimesi ve benim inancıma göre bizlere, tek tek hepimize vermek istediği mesajıdır. İşte bu mesajlar içinde benim için en özel yeri kaplayan şey, çocukluk dönemidir.

Rabbim çocukluk dönemi ile gerek o minicik bedenler ve gerekse de onlarla olan iletişimimizle bize vermek istediği çok önemli mesajlar iletiyor. O minicik bedenlere bir bakın, Allah aşkına! Hayatın diğer hiçbir döneminde göremeyeceğiniz coşkuyu göreceksiniz. En temiz bakışları, en saf duygu ve düşünceleri bulacaksınız. Hayatın en zorlu mücadelelerinden birinin nasıl da akıl, mantık, hesap ve binlerce saatlik stresli çalışma gerektirmeden başarıldığına tanık olacaksınız. Ayağa kalkmak çoğu insan için basit bir hareket olabilir. Bunu bir felçli ve yatalak ya da başka rahatsızlıkları nedeniyle yürüyemeyecek durumda olan insanlara sorun, o kadar basit bir şey mi ayağa kalkmak?

Dünyaya geleli henüz bir iki sene olmuş bir canlı, ısrarla yerde sürünüyor, emekliyor, yuvarlanıp duruyor ve tatlı tatlı bazen ağlayarak, bazen gülerek, ama kitabında vazgeçmek asla yazılı olmayacak şekilde yoluna devam ederek ilerliyor. Sandalye/kanepe kenarlarına, büyüklerinin ayaklarına tutuna tutuna ayağa kalkmaya çalışıyor.

Düşüşlerin, başarısızlıkların hâddi hesabı yok. Ama vazgeçmek de yok! Ayağa kalkılacak ille! Onların düşüşleri başarısızlık değil aslında, bir oyun sadece. Sonuca varana dek oynanacak bir oyun. İlk adımlar atılıyor, ilk alkışları alıyorlar. Bir komutanın birliğini selâmlaması gibi gururla selâmlıyorlar çevrelerini. Bütün dünya tebrik etmeli bu yürüyüşü, bu başarının ayak seslerini. Hak etti çünkü. Onlarca düşüşün bir neşe içinde söndürülmesi ile geldi bu gurur. Bu arada siz kaybetmeyi, düşmeleri oyun yapabilir misiniz? Ya da yaşadığınız olumsuzlukları neşenizle söndürebilir misiniz?

Bir yaşam vaat edilmiş, bu topraklara seçilmişler girebiliyor sadece. Var olmak, bir yaşama seçilmek kâinattaki en büyük nişan, hediye ve sır. Bunun üstüne bir mâkâm veya onur yok. İşte bunu, kalp gözü açık olanlar, en güzel çocukluk dönemini inceleyerek anlayabilir ve hayran olabilirler bu oluşa.

Çocuk etrafını dinliyor, çevreyi inceliyor sürekli. İlk başlarda gürültü olarak gelen sesler zamanla anlamlı kelimelere ve cümlelere dönüşüyor. Anlamayı öğreniyor, anlamaya ve çözmeye çalışıyor, yorulmadan, neden sormadan, vazgeçmeden, strese girmeden, haftalarca ve aylarca… Büyükler olarak en son ne zaman çevremizi anlamak için bu kadar gayretin sahibi olduk? Ve harika şeyler olmaya devam ediyor. Bir dil öğreniyor çocuk. Türkçe, Japonca, İngilizce, Almanca, Arapça…

Şu üç şeyden daha büyük bir başarı beklemeyin insandan lütfen: Ayağa kalkmak, anlamak ve bir dil öğrenmek. İşte “çocuk” deyip geçtiğiniz varlık, bunları gayet doğal bir süreç içerisinde güle oynaya başarıyor.

Burada çok önemli bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Elimizde bir yaşam ölçer cihazı olsa ve bu cihaz ile bazı testler yapsak, en fazla canlılık, en yoğun temiz enerji, hareket yoğunluğu, en fazla paylaşım isteği ve en zararsız dönem, çocukluk dönemi olarak karşımıza çıkacaktır. Büyüdükçe ve akıllandıkça fiziksel hareketliliğin yerini zihinsel hareketliliğin aldığını görüyoruz. “Biz” olgusunun yerini benmerkezin tuttuğunu görüyoruz. Yoğun zihinsel faaliyet altında korunaksız kalan bir yetişkin, aslında küçük bir çocuktan daha korunaksız ve zayıf durumdadır.

Biz büyükler akletme yeteneğimizle bir şeyleri çözdüğümüzü, yaşamı çekip çevirebilecek olgunluğa geldiğimizi idrak ediyor olabiliriz ama her gün izlemekte olduğumuz akşam haberleri bunun tersini söylüyor sanki. Zihninden geçen düşüncelerle sarmaş dolaş olan insan, çok ıstırap çektiği durumlar içinde olsa dahi kendini akıntıdan kurtarmakta güçlük çekmekte. Aslında olup bitenlerin sorgulayarak, varlığının anlamını, düşüncelerin işleyişini analiz ederek farkındalık ve yaşam için farklı donanımlar kazanmak sûretiyle irademiz biraz kendine gelebilir ve kaderimize yön verebiliriz.

Çocuklarda ise zihinden daha çok beden ve beyin uyumlu hareketler aktiftir. Ballandıra ballandıra yaşamak ister hayatı. Kabına sığmaz içindeki yaşam enerjisi. Mesaj açıktır: “Düşünme, yap!”

“Düşünmeden olmuyor” diyeceksiniz. Haklısınız. Art arda sıralanan, öğrencilik, çalışma hayatı, bir yuvanın sorumluluğu, vatandaşlık vazifeleri, savaşlar, hastalıklar, kurallar dünyasında düşünmeden ilerlenmiyor. Hayat mücadelesi çoğu insan için çok çetin geçiyor ve onlara boş vermek, o kadar düşünmemek, yaşama bakmak sadece dile kolay! “Çocuklar gibi hopla zıpla, oyunlar oyna, kahkaha at, oyuncağını paylaş” diyemezsiniz değil mi bu tür sıkıntılar yaşayan insanlara? Peki, hayatı insana bu kadar zorlaştıran şey nedir? Kâinatın toprağı ve o topraktaki nimet mi bitti? Dünyanın suyu mu bitti ki birinde az, birinde çok var? Birilerini birilerine üstün ve haklı kılmaya çalışmayı, ezen ve ezileni, aç ve toku, güçlü ve zayıfı kim icat etti?

“İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi” insanı insandan korumak için çıkarılmışken, insanın en büyük korkusu, cezası, hapishanesi yine insanken, kimse bana çocuklardan daha akıllı olduğumuzu kanıtlamaya çalışmasın! Koca koca adamlar okullar okuyup tonla eğitim alarak sonra da yöneticilik koltuğuna geçince insanı yeniden inşâ etmek, birleştirmek yerine insanını diğer insanlardan ayırmaya ve diğer insanları dışlamaya çalışırken, kimse bana okumuşluğundan ve adamlığından bahsetmesin!

Okulun adı, “Çocuk”! Ve acilen büyükler okullara tıkılmalı, çocukluk dönemi işlenmeli derslerde.

Rabbim üstün bir ilim ve eşsiz bir sanatla varlık âlemini yaratmış. Bize ise bu sanatı araştırmak ve hayran hayran izlemek yeter de artarken, iyi olmak ve iyilik yapar üzere olmak yetmiyor. Kendini ve çevresini geliştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmak yetmiyor. Sözün ve davranışın güzelini yansıtmak, aşılamaya çalışmak, dünyaya güzel eserler, güzel evlâtlar bırakmak yetmiyor. Vatanı, dini için mücadele etmek de güzel. Lâkin birileri bölerek yol alıyor. Sadece kendinden, ailenden, evinin önündeki bahçeden ve vatanından sorumlu değilsin. Dünya da senin evin ve herkes senin ailen. Birileri ve bir yerler için olmak, sınır çekip bölmek değil midir? Hangi çocuk insanları sınıflara, zenginliklere, güce, dine, ırka, ülke ve sokaklara böler? Hangi çocuk parası olanı güzel ve manzaralı evlere koyup diğerlerini kiracı ve göçebe yapar? Hangi çocuk kendi türünü süründürmek ve yok etmek için yaşar?

Büyüklerin büyük hedefler uğruna bütün bir ömrü feda etmesi sonucunda elde ettiği mutluluk, küçük bir yaramazın, küçücük arkadaşı ile oynadığı bir basit oyunu kazanması sonucu kazandığı neşe, kahkaha ve dolu dolu coşkuyu asla yakalayamayacak.

Zaman hızlı, ömür kısa. Birbirimizle uğraşarak, TV’lerde, cep telefonlarında, işte güçte çok fazla zaman tüketiyoruz. Ömrümüze bin ömür eklense bitmeyecek bir araştırma konusu var önümüzde: Varlığımız, yaşam ve Var Eden… Bütün bir yaşam her köşesiyle bir mesaj ve bir bulmaca iken, bize düşen, ömrümüzün her ânını okula çevirmek, sonsuzluğun öğrencisi olmak ve hep birlikte yol almak.

Çocuklarımızı yetiştirmeden önce onları okumak sûretiyle kendimizi yetiştirelim ve yaşamı beraber öğrenelim!