ELİNE almış kalemi,
duvarları karalıyor çocuk. Dünya bir tuvâl olmuş, çocuk ise heyecanlı bir
ressam. Etrafında gördüğü her şeyi tanımak, tatmak, okumak ve bir defter gibi
üzerine kendince notlar almak istiyor. Her ne kadar biz bunlara karalama veya
yanlış davranış desek de bu çizgilerin neyi ifade ettiğini okumayı
bilmediğimizi itiraf etmek yerine bizim kurallarımıza göre hareket etmeyi
öğrenmeleri için müdahale ediyoruz.
Çocuk
o kadar mutlu ve heyecanlı ki kıpır kıpır, bir şeyler bedeninden taşmak için
sabırsızlanıyor. Yükseklerden çağlayanlar dökülüyor yüreğine. Baksanıza,
kocaman kocaman duvarları nasıl da resim defterine çevirmiş. Oralara
sevinçlerini, heyecanlarını, mutluluklarını çizmek istiyor, sonra da ailesini, belki
de arkadaşlarını sergilerine davet etmek istiyor. Çok özel bir duyguyu yaşıyor.
Takdir
görmek, onaylanmak ve iltifat, hattâ başka bir duvar için sipariş beklerken, o
da ne? Çatık kaşlı bir saldırıya maruz kalıyor. Kahkahaların yerini şaşkınlık
alıyor ve neyi yanlış yaptığını anlayamadan karmakarışık duygular içinde
sürükleniyor. Biz ise kenarda oturmuş, yaşamın en doğal, en masum ve en berrak
mucizelerle dolu bu döneminde kusur arama yarışına girmiş olarak müdahale
ediyor, onlara başarının, heyecanın, üretmenin yerine sadece kurallara
uymalarının yeterli olacağını öğretmeye çalışıyoruz. Böylece büyüyen bedenle
birlikte artması gereken coşku ters orantıya geçiyor.
İnsan
büyüdükçe akıllanıyor, dolayısıyla çocukça şeyler yapmayı bırakıyor. Ne dersiniz,
kârlı bir alışveriş mi? Dev neşeleri, çılgın ağıtları, hayatı kafadan tayfa
arkadaşlarla tanımalarını ellerinden alıp, yerine çabucak sıkılmak, gelir gider
hesabı yapmak, bir hedef uğruna koca bir ömrü feda etmek, başkalarının başarı,
görüntü, söz ve davranışları ile uğraşmak, savaş çıkarmak, kanunlar koyup
onları çiğnemek, sınav telâşı, dünün derdi, gelecek kaygısı ile uğraşsınlar
diye önemli bilgiler aşılıyoruz, nasıl bir alışveriş sizce bu?
Şunu
hiçbir zaman anlamadım: Küçücük yaşlarda dünyayı ve hayatı tanımaya başladığım
daha ilk o dönemlerden itibaren beni sürekli göz hapsine alan büyüklerimin aman
amanlarının bitmemesi, bizi korumak adına ev içinde ve dışında birçok kural
koyup daha kendi aralarında anlaşamaz, birbirlerini anlayamaz ve birbirlerine
katlanamazken bir çocuktan kurallara tam riâyet içerisinde mantıklı hareketler yapmasını
beklemeleri ne derece mantıklıydı?
Minicik
bir bedenden her gün, her hafta, her ay, her sene sürekli kabul bekleyen
büyüklerim, size tek bir sorum var: Çocuğunuzu ne sıklıkta kabul ediyorsunuz?
Çocuğumuzun sürekli olarak zihnimizdeki gibi hareket etmesini, uslu, etrafına
zarar vermeyen, akıllıca davranış ve sözlerde bulunan tavırla beklentilerimizi
daimî bir kabul içinde karşılamasını beklerken, biz onu mu kabul ediyoruz,
yoksa yarattığımız bir düşünceyi mi? Ebeveyn olarak, öğretmen olarak, toplum
olarak bir yere gelmek istiyorsak, insan ve geleceğimizi kazanmak istiyorsak
önce onaylayacak, önce kabul edeceğiz bireyi. Varlığını, hareket ve düşüncelerini,
sözlerini ve hatâlarını kabul etmediğiniz bir bireyden kabul ve onay
beklemeyiniz lütfen.
Bir
çocuktan güzel, dengeli ve başarılı hâl ve hareketler bekleyerek, aslında sorumluluğumuzun
mümkün olduğunca azalması ve bu sayede kendimize ait vaktin çoğalmasını, çevreye
karşı övünç ve gurur kaynağımızın oluşması gibi beklentilerimiz mi var acaba?
Ne hazindir ki, öğretmenler ve eğitim sistemi de çocuktan aynı şeyleri
bekliyor. Maksimum düzeyde kurallara uyuş, başarı ve dengeli bir oluş… Ön plânda
çocuğun varlığı değil, onun büyürken standartları sağlayıp sağlayamadığı ile
daha yakından ilgileniyoruz sanki.
Hayatın en özel ve en sırlı çağının sahiplerini okumak yerine bize yük olmamalarını ve kurallara uymaları halinde doğru davranışların sahibi olmuş olacaklarını aşılamak, böyle bir anlayışın sahibi olmak, gerçekten trajik bir görüş ve algı olayı. Bizler asla iyi ebeveyn olamayacağız bu anlayışla. Ne okursak okuyalım, nasıl bir akıl sahibi olursak olalım ve nasıl bir destek alırsak alalım, çocuk yetiştirmek bize göre değil. Beklentilerimizi karşılamak zorunda değiller, yetişmek zorunda değiller! Bebeklik dönemindeyken etrafına toplanıp da havalara atarak sevdiğiniz o varlık, biraz biraz konuşmaya ve bir şeyler anlamaya, ilkokula başladığında neden borsaya düşmüş gibi değeri düşmeye başlıyor? Hâlbuki ilkokula, bir şeyleri çözmeye ve anlamaya başladığı o dönemin en iyi şekilde değerlendirilmesi için onlara dünyaya ve aramıza katılarak bizleri nasıl sevindirdiklerini ve onurlandırdıklarını gösterecek etkinliklerde bulunmamız gerekmez mi? Onları hemen yetiştirmek ve apar topar ders adı altında bilgi bombardımanına tutmadan önce kendi varlığını, canlılığı, yaşamı, dünyayı, aklı, düşünceyi, duyguları, çevreyi, okuldan amacın ne olduğunu anlatmaya ve bu sayede önce onu kazanmaya başlasak daha güzel olmaz mı?
Çocuk,
bir “Hoş geldin”i hak etmiyor mu?
O
minik avuçlara tatlı ve heyecanlı, merak uyandıracak bilgiler bıraksak... O
anladıkça, sordukça alkışlasak, tebrik etsek, iteleyip dursak daha fazlası
için… Ah büyümek, büyümeyi yanlış anlamak! Ah büyüdükçe birilerini küçültmek,
küçükleri küçük görmek ve kusuru daha çok dışarıda aramak!
“Çocuk”
deyip geçiyoruz. Ne bilir ki o daha, değil mi? Hoplayıp zıplıyor, tahta ve plâstik
oyuncaklar ile oynuyorlar. Sürekli bir ihtiyaçları var. Güvenlikleri için
devamlı göz önünde tutmaya çalıştığımız için yoruyorlar. Temizlikleri,
beslenmeleri, okul zamanı ödevleri var... Bazen çok eğlendirici ve güzel
duygular yaşatsalar da çoğu zaman sinirleri zorlayıcı davranışları,
kaldırabileceğimizin ötesine geçebiliyor. Zihnimizden geçen şeyse şu: “İyi hoş da
bir an önce büyüseler ve sorumluluklarını üstlenerek kendi ihtiyaçlarını gideren,
başarılı ve takdir gören kişilik sahibi olsalar…”
Onlar
kendi ayaklarının üstünde durdukça, başardıkça, yuva sahibi oldukça biz
gururlansak ya da omuzlarımızdaki yük azalsa... Ama gözden kaçırdığımız bir
nokta var: Olaylara kendi penceremizden bakmak… Takdir edersiniz ki, penceremiz
maalesef bütün gerçekliği kapsayacak büyüklükte ve kapasitede değil. Yaşamın
kendisi ve yaşam içinde yer kaplayan zerreden kürreye her varlık Rabbimin bir
harfi, bir kelimesi ve benim inancıma göre bizlere, tek tek hepimize vermek
istediği mesajıdır. İşte bu mesajlar içinde benim için en özel yeri kaplayan
şey, çocukluk dönemidir.
Rabbim
çocukluk dönemi ile gerek o minicik bedenler ve gerekse de onlarla olan
iletişimimizle bize vermek istediği çok önemli mesajlar iletiyor. O minicik bedenlere
bir bakın, Allah aşkına! Hayatın diğer hiçbir döneminde göremeyeceğiniz coşkuyu
göreceksiniz. En temiz bakışları, en saf duygu ve düşünceleri bulacaksınız. Hayatın
en zorlu mücadelelerinden birinin nasıl da akıl, mantık, hesap ve binlerce
saatlik stresli çalışma gerektirmeden başarıldığına tanık olacaksınız. Ayağa
kalkmak çoğu insan için basit bir hareket olabilir. Bunu bir felçli ve yatalak
ya da başka rahatsızlıkları nedeniyle yürüyemeyecek durumda olan insanlara
sorun, o kadar basit bir şey mi ayağa kalkmak?
Dünyaya
geleli henüz bir iki sene olmuş bir canlı, ısrarla yerde sürünüyor, emekliyor,
yuvarlanıp duruyor ve tatlı tatlı bazen ağlayarak, bazen gülerek, ama kitabında
vazgeçmek asla yazılı olmayacak şekilde yoluna devam ederek ilerliyor. Sandalye/kanepe
kenarlarına, büyüklerinin ayaklarına tutuna tutuna ayağa kalkmaya çalışıyor.
Düşüşlerin,
başarısızlıkların hâddi hesabı yok. Ama vazgeçmek de yok! Ayağa kalkılacak ille!
Onların düşüşleri başarısızlık değil aslında, bir oyun sadece. Sonuca varana dek
oynanacak bir oyun. İlk adımlar atılıyor, ilk alkışları alıyorlar. Bir
komutanın birliğini selâmlaması gibi gururla selâmlıyorlar çevrelerini. Bütün dünya
tebrik etmeli bu yürüyüşü, bu başarının ayak seslerini. Hak etti çünkü. Onlarca
düşüşün bir neşe içinde söndürülmesi ile geldi bu gurur. Bu arada siz
kaybetmeyi, düşmeleri oyun yapabilir misiniz? Ya da yaşadığınız olumsuzlukları
neşenizle söndürebilir misiniz?
Bir
yaşam vaat edilmiş, bu topraklara seçilmişler girebiliyor sadece. Var olmak,
bir yaşama seçilmek kâinattaki en büyük nişan, hediye ve sır. Bunun üstüne bir
mâkâm veya onur yok. İşte bunu, kalp gözü açık olanlar, en güzel çocukluk
dönemini inceleyerek anlayabilir ve hayran olabilirler bu oluşa.
Çocuk
etrafını dinliyor, çevreyi inceliyor sürekli. İlk başlarda gürültü olarak gelen
sesler zamanla anlamlı kelimelere ve cümlelere dönüşüyor. Anlamayı öğreniyor,
anlamaya ve çözmeye çalışıyor, yorulmadan, neden sormadan, vazgeçmeden, strese
girmeden, haftalarca ve aylarca… Büyükler olarak en son ne zaman çevremizi
anlamak için bu kadar gayretin sahibi olduk? Ve harika şeyler olmaya devam
ediyor. Bir dil öğreniyor çocuk. Türkçe, Japonca, İngilizce, Almanca, Arapça…
Şu
üç şeyden daha büyük bir başarı beklemeyin insandan lütfen: Ayağa kalkmak,
anlamak ve bir dil öğrenmek. İşte “çocuk” deyip geçtiğiniz varlık, bunları
gayet doğal bir süreç içerisinde güle oynaya başarıyor.
Burada
çok önemli bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Elimizde bir yaşam ölçer
cihazı olsa ve bu cihaz ile bazı testler yapsak, en fazla canlılık, en yoğun temiz
enerji, hareket yoğunluğu, en fazla paylaşım isteği ve en zararsız dönem,
çocukluk dönemi olarak karşımıza çıkacaktır. Büyüdükçe ve akıllandıkça fiziksel
hareketliliğin yerini zihinsel hareketliliğin aldığını görüyoruz. “Biz”
olgusunun yerini benmerkezin tuttuğunu görüyoruz. Yoğun zihinsel faaliyet altında
korunaksız kalan bir yetişkin, aslında küçük bir çocuktan daha korunaksız ve
zayıf durumdadır.
Biz
büyükler akletme yeteneğimizle bir şeyleri çözdüğümüzü, yaşamı çekip
çevirebilecek olgunluğa geldiğimizi idrak ediyor olabiliriz ama her gün
izlemekte olduğumuz akşam haberleri bunun tersini söylüyor sanki. Zihninden
geçen düşüncelerle sarmaş dolaş olan insan, çok ıstırap çektiği durumlar içinde
olsa dahi kendini akıntıdan kurtarmakta güçlük çekmekte. Aslında olup
bitenlerin sorgulayarak, varlığının anlamını, düşüncelerin işleyişini analiz
ederek farkındalık ve yaşam için farklı donanımlar kazanmak sûretiyle irademiz
biraz kendine gelebilir ve kaderimize yön verebiliriz.
Çocuklarda
ise zihinden daha çok beden ve beyin uyumlu hareketler aktiftir. Ballandıra
ballandıra yaşamak ister hayatı. Kabına sığmaz içindeki yaşam enerjisi. Mesaj
açıktır: “Düşünme, yap!”
“Düşünmeden
olmuyor” diyeceksiniz. Haklısınız. Art arda sıralanan, öğrencilik, çalışma
hayatı, bir yuvanın sorumluluğu, vatandaşlık vazifeleri, savaşlar, hastalıklar,
kurallar dünyasında düşünmeden ilerlenmiyor. Hayat mücadelesi çoğu insan için
çok çetin geçiyor ve onlara boş vermek, o kadar düşünmemek, yaşama bakmak sadece
dile kolay! “Çocuklar gibi hopla zıpla, oyunlar oyna, kahkaha at, oyuncağını
paylaş” diyemezsiniz değil mi bu tür sıkıntılar yaşayan insanlara? Peki, hayatı
insana bu kadar zorlaştıran şey nedir? Kâinatın toprağı ve o topraktaki nimet
mi bitti? Dünyanın suyu mu bitti ki birinde az, birinde çok var? Birilerini
birilerine üstün ve haklı kılmaya çalışmayı, ezen ve ezileni, aç ve toku, güçlü
ve zayıfı kim icat etti?
“İnsan
Hakları Evrensel Beyannâmesi” insanı insandan korumak için çıkarılmışken,
insanın en büyük korkusu, cezası, hapishanesi yine insanken, kimse bana
çocuklardan daha akıllı olduğumuzu kanıtlamaya çalışmasın! Koca koca adamlar
okullar okuyup tonla eğitim alarak sonra da yöneticilik koltuğuna geçince
insanı yeniden inşâ etmek, birleştirmek yerine insanını diğer insanlardan
ayırmaya ve diğer insanları dışlamaya çalışırken, kimse bana okumuşluğundan ve
adamlığından bahsetmesin!
Okulun
adı, “Çocuk”! Ve acilen büyükler okullara tıkılmalı, çocukluk dönemi işlenmeli
derslerde.
Rabbim
üstün bir ilim ve eşsiz bir sanatla varlık âlemini yaratmış. Bize ise bu sanatı
araştırmak ve hayran hayran izlemek yeter de artarken, iyi olmak ve iyilik
yapar üzere olmak yetmiyor. Kendini ve çevresini geliştirmeye ve
güzelleştirmeye çalışmak yetmiyor. Sözün ve davranışın güzelini yansıtmak,
aşılamaya çalışmak, dünyaya güzel eserler, güzel evlâtlar bırakmak yetmiyor.
Vatanı, dini için mücadele etmek de güzel. Lâkin birileri bölerek yol alıyor. Sadece
kendinden, ailenden, evinin önündeki bahçeden ve vatanından sorumlu değilsin.
Dünya da senin evin ve herkes senin ailen. Birileri ve bir yerler için olmak,
sınır çekip bölmek değil midir? Hangi çocuk insanları sınıflara, zenginliklere,
güce, dine, ırka, ülke ve sokaklara böler? Hangi çocuk parası olanı güzel ve
manzaralı evlere koyup diğerlerini kiracı ve göçebe yapar? Hangi çocuk kendi
türünü süründürmek ve yok etmek için yaşar?
Büyüklerin
büyük hedefler uğruna bütün bir ömrü feda etmesi sonucunda elde ettiği
mutluluk, küçük bir yaramazın, küçücük arkadaşı ile oynadığı bir basit oyunu
kazanması sonucu kazandığı neşe, kahkaha ve dolu dolu coşkuyu asla
yakalayamayacak.
Zaman
hızlı, ömür kısa. Birbirimizle uğraşarak, TV’lerde, cep telefonlarında, işte güçte
çok fazla zaman tüketiyoruz. Ömrümüze bin ömür eklense bitmeyecek bir araştırma
konusu var önümüzde: Varlığımız, yaşam ve Var Eden… Bütün bir yaşam her
köşesiyle bir mesaj ve bir bulmaca iken, bize düşen, ömrümüzün her ânını okula
çevirmek, sonsuzluğun öğrencisi olmak ve hep birlikte yol almak.
Çocuklarımızı
yetiştirmeden önce onları okumak sûretiyle kendimizi yetiştirelim ve yaşamı beraber
öğrenelim!