اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ
VAHİY meleği Cebrail
ilk defa yanına geldi ve Hazreti Muhammed’e (sav) “İkra” yani “Oku” dedi. İki
kez… Üçüncüsünde de, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” diye tekrarladı. İlk emir,
ilk vahiy…
Alâk
Sûresi’nin devamında da şöyle der Allah (cc): “Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten,
(böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin, sonsuz kerem sahibidir.” (Alâk, 3-5)
İşte
böyle başlıyor insanın aslına giden yolculuğu. Aslında insan, bir geri dönüş mücadelesinden
ibâret. Dünya ile kaybedilen bu yaratılış gâyemizi bulmakla şereflendirilen
zaman dilimine “ömür” diyorlar. Bu öz benlik kavgasını vermeden, olduğu gibi
yaşandığında, zaman tüketiminden başka bir şey değil “ömür” denilen süreç…
Evet,
bu bir mücadele! Çünkü bulunduğumuz mekân her şeyiyle bir mücadele alanı. Ama
bütün mücadele, var olan ve bize verilmiş güzellikleri bulmak, bulduklarımızı
kaybetmemek üzerine şekillenmiş durumda. Yani olmayan bir fıtratın peşinde
değiliz. Zaten süreci böyle kıymettar yapan olgu da bu. İnsanı, yaratıldığı
güzel sıfatlara nail eden her bir özellik, verdiği içsel ve toplumsal mücadele
ile kıymet kazanıyor. Doğumdan ölüme bu vaat edilmiş kulluk ve insanlık
harikası, öyle kendiliğinden, hiçbir mücadele vermeksizin kazanılsaydı, değeri
fâni âlemde de, Allah katında da bu denli yüksek olmazdı herhâlde…
Şöyle
bir baktığımızda, daha ilk anda “dünya” dediğimiz mesken, insanı olması
gerekenlerden ve yapmakla yükümlü olduklarından bir hayli uzaklara götürüyor. Bütün
güzellikler zorlayıcı görünürken, tüm kolaylıklar yanlış ve eksik olanlar için
geçerli.
Tıpkı
İslâm’ın ilk emrinde vahyedilen ve bize bir yön tayin eden “okumak” eyleminde
olduğu gibi, güzele ve iyiye erişebilmede insanı duraksatan ve tembelliğe iten
bir gaflet var.
Aslında
bir nevi şöyle düşünebiliriz: İnsan bir ruh bedenden müteşekkil. Beden bize en
tanıdık varlığımız. Ruh ise daha uzak gibi gelse de, bütün duyguları ve hayata
yön veren kurguyu belirlediğimiz alan… Fakat bedenin ruha yetişmesi gerekiyor.
Allah ruhlarımızı en güzel şekilde var etti ve bize bahşedilen bir bedende bu
geçici mekâna gönderdi. Öyleyse yaratılmış en güzel hâlimiz olan ruha, bedenî
faaliyetlerle yetişmek gerekiyor.
Beden sadece et ve kemik yığını değil elbette. Aklımızın bir kısmı bedende bulunuyor, bir kısmı da ruha ait tabiî ki… Ruh aklımızla hareket ettiğimiz zamanları kimse inkâr etmez sanırım! Konuşmak, duymak gibi algısal kabiliyetlerimiz de bedenî olgular. Fakat pek tabiî, her biri ruhun da dâhil olduğu alanlar.
İnsan yanlışlarına öyle bir bağlanır ki doğruya çevirebilecek her karşı veriyi çöpe atar. Bunun öncül sebebi, kesinlikle okuyarak geliştirilmemiş bir düşünce sığlığıdır.
Peki,
beden ruha nasıl yetişecek? Allah’ın (cc) bunca eşsiz sıfatla donattığı
ruhlarımıza, ölmeden önce, bedeni bırakmadan önce yetişmek nasıl mümkün
olabilir? Pek çok şey var fakat bu yazının da ana teması olan “okumak” fiiliyle
başlayabiliriz. Ne de olsa bütün yolculuğumuz “İkra” ile başlıyor.
Okumadan,
öğrenmeden düşünmek mümkün olmaz. Fakat okumaya ve öğrenmeye götüren şey,
düşüncedir. Fakat insanın okumamış ve öğrenmemiş düşüncesi ile bunlara vâsıl
olmuş düşüncesi arasında çok uzun mesafeler var. Cahil düşünme yetimiz, var
olan fıtratımızla birlikte bizi okumaya götürebilir. Okumadan bırakılan bir
düşünce, oldukça yetim sayılır. Çünkü yetimlerin, yanlışa düştüklerinde,
korkuya kapıldıklarında ve sorularla kuşatıldıklarında “Baba!” diyebilecekleri
bir dayanakları yoktur. İşte bu dayanaksız düşünme eylemi, okumak ve öğrenmekle
desteklenmeyen bir yalnızlıkta kalır!
Daha
elle tutulur ayrımları da konuşmak lâzım. Okuyanla okumayan, bilenle bilmeyen,
araştıranla araştırmayan arasındaki sıra dağları incelemeli. Meselâ hep derler
ki, “Oku, öğren!”. Bu çok sonraki aşamadır oysa… Okumak her zaman öğrenmeyi
desteklemeyebilir. En azından doğruyu öğrenmeyi garanti etmez. Çünkü ne
okuduğumuz, varılacak sonuçta en keskin belirleyici… Ama insan ne okursa
okusun, çok uç örnekleri katmamakla birlikte, çok daha başka kazanımlara
kavuşur. Her ne kadar bu bahsini ettiğim konuda devasa eksiklerim olsa da
kendimden bir örnekle açıklamak isterim.
Henüz
ortaokul çağında bir kütüphaneye kaydolmuştum. Ara ara gidiyor, hiçbir kitabı
tam bitirmiyor ama hepsinden bir parmak bal çalıyordum. O sıralarda elime geçen
kitaplarda, Marksizm’den tutun da komünizme kadar pek çok içerikle karşılaştım.
Bunlar bugünkü toplam bilgim içinde kabul görenler kısmında değiller çok şükür.
Ama bana hiç kimse bu kitapların birer kayıp olduğunu söyleyemez. İnsan, kabul
ettiği fikirler kadar etmediklerini de bilmeli.
“Böyle
bir okuma insana ne katar?” derseniz… İnsan, savunduğu değerler hakkında
konuşabildiği gibi, savunmadığı, karşıt olduğu fikirler hakkında da bir şeyler
diyebilmeli ve nedenlerini söyleyebilmeli. Ama bütün kazanım bu değil elbette.
Okumakla daha yüksek ısıda pişen bir varlığız. Hamlıktan, olmamışlıktan
kurtulabilmenin yegâne yolu belki de okumak. Bir romanı, bir ideolojiyi, bir
hikâyeyi ya da bir anıyı, neyi okursa okusun insan, düşünme yetisinde bir
olgunlaşma meydana geliyor. Belki yanlış ya da kusurlu kitapları da okuyoruz
zaman zaman. Ama bütün bunlar muhakeme gücünü, fikrine yön verebilmeyi, her
duyduğunu ya da gördüğünü kabul etmemeyi kazandırıyor bize…
Kendi
fikriyle bile çelişebilmek oldukça büyük bir kazanım. Ya yanlış düşündüğünün
doğrusunu ya da doğru olanın zıt kutbunu keşfetmek, okumak eyleminin bize
kattığı nadide becerilerden biri… Yoksa bir gün bir gruba ya da kümeye dâhil
olduğumuzda, her söyleneni kabul etmek ya da tümüyle reddetmek gibi içgüdüsel
bir eğilime sahip oluruz. Hâlbuki Allah’ın Kelâmı ve O’nun Peygamberimize bildirdikleri
dışında kalan ne varsa, içinde doğruyu da, yanlışı da barındırır. İslâm’ın
dışında kalan bütün inanç ve görüşler, ne kadar doğru görünürse görünsün, eksik
ve kusurludurlar. İnsan bu kusurları keşfedebilmek için düşünme yetisini
geliştirmeli.
Dünyada belki de en büyük kayıp, yanlış fikirlerinin esiri olmak, onları değiştirebilecek bir ferasete sahip olmamak, kendi düşüncene ve inandığın yanlışa bir dogma muamelesi yapmak… Bu öyle bir kayıptır ki, insanı cennet bahçelerine eriştirebilecekken, içinde bulunduğu tenhalığı, hattâ karanlığı sevdirir. İnsan yanlışlarına öyle bir bağlanır ki doğruya çevirebilecek her karşı veriyi çöpe atar. Bunun öncül sebebi, kesinlikle okuyarak geliştirilmemiş bir düşünce sığlığıdır. Evet, okumadan ve öğrenmeden yönlendirilmiş bütün düşünceler sığdır! İnsanı sığlıktan kurtarabilecek şey okumak. Ama önce Allah’ın Kelâmını okumak… Sonra? Her şeyi…
Okuyanla
okumayanın farkı
Çok
derin bir okyanus bu okumak mevzuu. İnsan daldıkça içine, nihâyetsiz bir çeşitlilikte
buluyor kendini. Çok lâf kalabalığı yapmadan, direkt sonuca bağlamalı konuyu…
Maatteessüf, okuyanla okumayan bir olamaz!
1.
Okuyan
insan, yazılı olmayan şeyleri de okumaya başlar. Hayatı, insanları, olayları…
Okumayansa sürekli bir ek anlatıma ihtiyaç duyar. Çünkü düşünme ve analiz etme
becerisi çocuk kalmıştır, erginleşmemiştir.
2.
Okuyan
insan, doğruların içindeki o cılız yanlışı görebilecek bir kabiliyete erişir.
Okumayansa bir fikre esir olur.
3.
Okuyan
insan kendini revize edecek, geliştirecek bir değişim hareketinin varlığından
haberdardır. Bir gün bir yanlışını keşfettiğinde, bunu değiştirmek için
kullanacağı yöntemleri çok önceden keşfetmiştir. Okumayan insanın en zorlandığı
konu, kendini değiştirmek, yanlışlarını kabullenmek ve daha iyisi için mücadele
vermektir. Çünkü o, bunun bir yıkım olduğunu zanneder.
4.
Okuyan
insan, kalbini inceltecek eğilimleri bilir. Buna çoğu zaman satırlarda ve
satırların onda yarattığı güzellik özleminde rastlamıştır. Okumayan insan kaba
yönlerini ya keşfedemez ya da onları değiştirmeyi isteyecek bir rikkate
erişemez.
5.
Okuyan
insanın hareketleri de, bakışları da bir şeyler anlatır. İnsan okudukça dolar.
Sadece okuduklarıyla değil, okuyan zihninin dünya algısıyla dolup taşar. Ve bu,
onda bir karakter olarak zuhur eder. Okumayan insanın duruşu, tavrı ve
bakışları bile donuk kalır. Çünkü o karakteri üzerine giyinebilecek tek serveti
düşünceleridir. Onlar da okumak ve öğrenmekle gelişmediğinden sığ kalmışlardır.
6.
Okuyan
insan Yaratan’ı ve yaratılanları daha iyi algılar. Bir roman okumak bile Kur’ân’ı
daha iyi anlayacak bir beyin yapısına sahip olmayı mümkün kılar. Okumayan insan
ne inandığı dini, ne de karşı olduğu görüşleri kompozisyon hâlinde algılayabilir.
Her şey, onda ilk anlamıyla kalır. Derinlere inemez. Çünkü derinlerin varlığını
henüz keşfetmemiştir.
7.
Okuyan
insan saâdeti keşfeder. Okumayan insan ise mutsuzdur. Kendinde var olan
olumlu-olumsuz hiçbir şeyi daha ilerisinde açıklayamaz kendine. Kötü, tamamıyla
kötüdür. İyi de tamamen iyidir. Aralardaki grileri keşfetmemek demek, kendini
ve hayatını yönlendirirken büyük yanlışlar yapmak demektir. Bu da insanı bir
memnuniyetsizlik içine iter.
Daha
yüzlerce ayrım sayılabilir. Ki okumadan düşünenle okuyarak düşünen insanların
arasında geniş bir dünya vardır. Ve bu iki zihin, o dünyayı aşıp da kavuşamaz.
Peki,
Kur’ân’ı okumayan ve hissetmeyen insanın hâli?
Allah’ın
kuluna hitabını okumayan bir insan, onun nasıl bir iletişim olduğunu ömrü
boyunca bilemeyecektir. Çünkü okuyanların söyledikleri onda hep metaforik ve ütopik
kalacaktır. Hâlbuki Kur’ân, okudukça insanı içine çeken ve kâinattan daha büyük
bir genişlikte insanı yeniden var eden bir mucizedir. İnsan zamanla Allah’a yaklaştığını
ve kalbinin O’nun Kelâmıyla iyileştiğini hisseder. Kur’ân okumak insana ilmi
sevdirir, aileyi sevdirir, hayvanları ve tüm yaratılmışları sevdirir. Böylece
insan daha bilgili, daha hayırlı ve daha doğru olmak için bir istek duymaya
başlar. Bu, Kur’ân’ın binlerce mucizevî etkisinden sadece biri…
Öyle
eksiksiz ve kusursuz bir Kelâmdır ki o, insan okudukça âlemin ve ilmin o
Kitap’ta var olduğunu anlar, böylece imanı artar. Yavaş yavaş o mukaddesin
verdiği bir ahlâk seviyesine doğru yol alır. Kendine ve çevresine karşı daha
rikkatle bakan insan, değer kazanır. Kendiyle barışır. İmana gelir, aklı
keşfeder ve sonunda gerçek anlamıyla ve ruhuna yetişmiş bir mertebede gerçek
dünyaya göç eder.
Okumak böyle bir şey; kapalı ve dar alanlardan geniş ve ferah mekânlara geçiş gibidir. Basık tavan aralarından kurtulup semâya uzanan bir bakıştır okumak… Okumak, yaratılışın anlamını daha derinden keşfetmeye çıkılan bir yolculuktur. Tamamlanmaya, tam olmaya niyettir.