Oku: İkra

Allah’ın kuluna hitabını okumayan bir insan, onun nasıl bir iletişim olduğunu ömrü boyunca bilemeyecektir. Çünkü okuyanların söyledikleri onda hep metaforik ve ütopik kalacaktır. Hâlbuki Kur’ân, okudukça insanı içine çeken ve kâinattan daha büyük bir genişlikte insanı yeniden var eden bir mucizedir. İnsan zamanla Allah’a yaklaştığını ve kalbinin O’nun Kelâmıyla iyileştiğini hisseder…

اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ

VAHİY meleği Cebrail ilk defa yanına geldi ve Hazreti Muhammed’e (sav) “İkra” yani “Oku” dedi. İki kez… Üçüncüsünde de, “Yaratan Rabbinin adıyla oku” diye tekrarladı. İlk emir, ilk vahiy…

Alâk Sûresi’nin devamında da şöyle der Allah (cc): Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin, sonsuz kerem sahibidir.” (Alâk, 3-5)

İşte böyle başlıyor insanın aslına giden yolculuğu. Aslında insan, bir geri dönüş mücadelesinden ibâret. Dünya ile kaybedilen bu yaratılış gâyemizi bulmakla şereflendirilen zaman dilimine “ömür” diyorlar. Bu öz benlik kavgasını vermeden, olduğu gibi yaşandığında, zaman tüketiminden başka bir şey değil “ömür” denilen süreç…

Evet, bu bir mücadele! Çünkü bulunduğumuz mekân her şeyiyle bir mücadele alanı. Ama bütün mücadele, var olan ve bize verilmiş güzellikleri bulmak, bulduklarımızı kaybetmemek üzerine şekillenmiş durumda. Yani olmayan bir fıtratın peşinde değiliz. Zaten süreci böyle kıymettar yapan olgu da bu. İnsanı, yaratıldığı güzel sıfatlara nail eden her bir özellik, verdiği içsel ve toplumsal mücadele ile kıymet kazanıyor. Doğumdan ölüme bu vaat edilmiş kulluk ve insanlık harikası, öyle kendiliğinden, hiçbir mücadele vermeksizin kazanılsaydı, değeri fâni âlemde de, Allah katında da bu denli yüksek olmazdı herhâlde…

Şöyle bir baktığımızda, daha ilk anda “dünya” dediğimiz mesken, insanı olması gerekenlerden ve yapmakla yükümlü olduklarından bir hayli uzaklara götürüyor. Bütün güzellikler zorlayıcı görünürken, tüm kolaylıklar yanlış ve eksik olanlar için geçerli.

Tıpkı İslâm’ın ilk emrinde vahyedilen ve bize bir yön tayin eden “okumak” eyleminde olduğu gibi, güzele ve iyiye erişebilmede insanı duraksatan ve tembelliğe iten bir gaflet var.

Aslında bir nevi şöyle düşünebiliriz: İnsan bir ruh bedenden müteşekkil. Beden bize en tanıdık varlığımız. Ruh ise daha uzak gibi gelse de, bütün duyguları ve hayata yön veren kurguyu belirlediğimiz alan… Fakat bedenin ruha yetişmesi gerekiyor. Allah ruhlarımızı en güzel şekilde var etti ve bize bahşedilen bir bedende bu geçici mekâna gönderdi. Öyleyse yaratılmış en güzel hâlimiz olan ruha, bedenî faaliyetlerle yetişmek gerekiyor.

Beden sadece et ve kemik yığını değil elbette. Aklımızın bir kısmı bedende bulunuyor, bir kısmı da ruha ait tabiî ki… Ruh aklımızla hareket ettiğimiz zamanları kimse inkâr etmez sanırım! Konuşmak, duymak gibi algısal kabiliyetlerimiz de bedenî olgular. Fakat pek tabiî, her biri ruhun da dâhil olduğu alanlar.

İnsan yanlışlarına öyle bir bağlanır ki doğruya çevirebilecek her karşı veriyi çöpe atar. Bunun öncül sebebi, kesinlikle okuyarak geliştirilmemiş bir düşünce sığlığıdır. 

Peki, beden ruha nasıl yetişecek? Allah’ın (cc) bunca eşsiz sıfatla donattığı ruhlarımıza, ölmeden önce, bedeni bırakmadan önce yetişmek nasıl mümkün olabilir? Pek çok şey var fakat bu yazının da ana teması olan “okumak” fiiliyle başlayabiliriz. Ne de olsa bütün yolculuğumuz “İkra” ile başlıyor.

Okumadan, öğrenmeden düşünmek mümkün olmaz. Fakat okumaya ve öğrenmeye götüren şey, düşüncedir. Fakat insanın okumamış ve öğrenmemiş düşüncesi ile bunlara vâsıl olmuş düşüncesi arasında çok uzun mesafeler var. Cahil düşünme yetimiz, var olan fıtratımızla birlikte bizi okumaya götürebilir. Okumadan bırakılan bir düşünce, oldukça yetim sayılır. Çünkü yetimlerin, yanlışa düştüklerinde, korkuya kapıldıklarında ve sorularla kuşatıldıklarında “Baba!” diyebilecekleri bir dayanakları yoktur. İşte bu dayanaksız düşünme eylemi, okumak ve öğrenmekle desteklenmeyen bir yalnızlıkta kalır!

Daha elle tutulur ayrımları da konuşmak lâzım. Okuyanla okumayan, bilenle bilmeyen, araştıranla araştırmayan arasındaki sıra dağları incelemeli. Meselâ hep derler ki, “Oku, öğren!”. Bu çok sonraki aşamadır oysa… Okumak her zaman öğrenmeyi desteklemeyebilir. En azından doğruyu öğrenmeyi garanti etmez. Çünkü ne okuduğumuz, varılacak sonuçta en keskin belirleyici… Ama insan ne okursa okusun, çok uç örnekleri katmamakla birlikte, çok daha başka kazanımlara kavuşur. Her ne kadar bu bahsini ettiğim konuda devasa eksiklerim olsa da kendimden bir örnekle açıklamak isterim.

Henüz ortaokul çağında bir kütüphaneye kaydolmuştum. Ara ara gidiyor, hiçbir kitabı tam bitirmiyor ama hepsinden bir parmak bal çalıyordum. O sıralarda elime geçen kitaplarda, Marksizm’den tutun da komünizme kadar pek çok içerikle karşılaştım. Bunlar bugünkü toplam bilgim içinde kabul görenler kısmında değiller çok şükür. Ama bana hiç kimse bu kitapların birer kayıp olduğunu söyleyemez. İnsan, kabul ettiği fikirler kadar etmediklerini de bilmeli.

“Böyle bir okuma insana ne katar?” derseniz… İnsan, savunduğu değerler hakkında konuşabildiği gibi, savunmadığı, karşıt olduğu fikirler hakkında da bir şeyler diyebilmeli ve nedenlerini söyleyebilmeli. Ama bütün kazanım bu değil elbette. Okumakla daha yüksek ısıda pişen bir varlığız. Hamlıktan, olmamışlıktan kurtulabilmenin yegâne yolu belki de okumak. Bir romanı, bir ideolojiyi, bir hikâyeyi ya da bir anıyı, neyi okursa okusun insan, düşünme yetisinde bir olgunlaşma meydana geliyor. Belki yanlış ya da kusurlu kitapları da okuyoruz zaman zaman. Ama bütün bunlar muhakeme gücünü, fikrine yön verebilmeyi, her duyduğunu ya da gördüğünü kabul etmemeyi kazandırıyor bize…

Kendi fikriyle bile çelişebilmek oldukça büyük bir kazanım. Ya yanlış düşündüğünün doğrusunu ya da doğru olanın zıt kutbunu keşfetmek, okumak eyleminin bize kattığı nadide becerilerden biri… Yoksa bir gün bir gruba ya da kümeye dâhil olduğumuzda, her söyleneni kabul etmek ya da tümüyle reddetmek gibi içgüdüsel bir eğilime sahip oluruz. Hâlbuki Allah’ın Kelâmı ve O’nun Peygamberimize bildirdikleri dışında kalan ne varsa, içinde doğruyu da, yanlışı da barındırır. İslâm’ın dışında kalan bütün inanç ve görüşler, ne kadar doğru görünürse görünsün, eksik ve kusurludurlar. İnsan bu kusurları keşfedebilmek için düşünme yetisini geliştirmeli.

Dünyada belki de en büyük kayıp, yanlış fikirlerinin esiri olmak, onları değiştirebilecek bir ferasete sahip olmamak, kendi düşüncene ve inandığın yanlışa bir dogma muamelesi yapmak… Bu öyle bir kayıptır ki, insanı cennet bahçelerine eriştirebilecekken, içinde bulunduğu tenhalığı, hattâ karanlığı sevdirir. İnsan yanlışlarına öyle bir bağlanır ki doğruya çevirebilecek her karşı veriyi çöpe atar. Bunun öncül sebebi, kesinlikle okuyarak geliştirilmemiş bir düşünce sığlığıdır. Evet, okumadan ve öğrenmeden yönlendirilmiş bütün düşünceler sığdır! İnsanı sığlıktan kurtarabilecek şey okumak. Ama önce Allah’ın Kelâmını okumak… Sonra? Her şeyi…


Okuyanla okumayanın farkı

Çok derin bir okyanus bu okumak mevzuu. İnsan daldıkça içine, nihâyetsiz bir çeşitlilikte buluyor kendini. Çok lâf kalabalığı yapmadan, direkt sonuca bağlamalı konuyu… Maatteessüf, okuyanla okumayan bir olamaz!

1.    Okuyan insan, yazılı olmayan şeyleri de okumaya başlar. Hayatı, insanları, olayları… Okumayansa sürekli bir ek anlatıma ihtiyaç duyar. Çünkü düşünme ve analiz etme becerisi çocuk kalmıştır, erginleşmemiştir.

2.    Okuyan insan, doğruların içindeki o cılız yanlışı görebilecek bir kabiliyete erişir. Okumayansa bir fikre esir olur.

3.    Okuyan insan kendini revize edecek, geliştirecek bir değişim hareketinin varlığından haberdardır. Bir gün bir yanlışını keşfettiğinde, bunu değiştirmek için kullanacağı yöntemleri çok önceden keşfetmiştir. Okumayan insanın en zorlandığı konu, kendini değiştirmek, yanlışlarını kabullenmek ve daha iyisi için mücadele vermektir. Çünkü o, bunun bir yıkım olduğunu zanneder.

4.    Okuyan insan, kalbini inceltecek eğilimleri bilir. Buna çoğu zaman satırlarda ve satırların onda yarattığı güzellik özleminde rastlamıştır. Okumayan insan kaba yönlerini ya keşfedemez ya da onları değiştirmeyi isteyecek bir rikkate erişemez.

5.    Okuyan insanın hareketleri de, bakışları da bir şeyler anlatır. İnsan okudukça dolar. Sadece okuduklarıyla değil, okuyan zihninin dünya algısıyla dolup taşar. Ve bu, onda bir karakter olarak zuhur eder. Okumayan insanın duruşu, tavrı ve bakışları bile donuk kalır. Çünkü o karakteri üzerine giyinebilecek tek serveti düşünceleridir. Onlar da okumak ve öğrenmekle gelişmediğinden sığ kalmışlardır.

6.    Okuyan insan Yaratan’ı ve yaratılanları daha iyi algılar. Bir roman okumak bile Kur’ân’ı daha iyi anlayacak bir beyin yapısına sahip olmayı mümkün kılar. Okumayan insan ne inandığı dini, ne de karşı olduğu görüşleri kompozisyon hâlinde algılayabilir. Her şey, onda ilk anlamıyla kalır. Derinlere inemez. Çünkü derinlerin varlığını henüz keşfetmemiştir.

7.    Okuyan insan saâdeti keşfeder. Okumayan insan ise mutsuzdur. Kendinde var olan olumlu-olumsuz hiçbir şeyi daha ilerisinde açıklayamaz kendine. Kötü, tamamıyla kötüdür. İyi de tamamen iyidir. Aralardaki grileri keşfetmemek demek, kendini ve hayatını yönlendirirken büyük yanlışlar yapmak demektir. Bu da insanı bir memnuniyetsizlik içine iter.

Daha yüzlerce ayrım sayılabilir. Ki okumadan düşünenle okuyarak düşünen insanların arasında geniş bir dünya vardır. Ve bu iki zihin, o dünyayı aşıp da kavuşamaz.

Peki, Kur’ân’ı okumayan ve hissetmeyen insanın hâli?

Allah’ın kuluna hitabını okumayan bir insan, onun nasıl bir iletişim olduğunu ömrü boyunca bilemeyecektir. Çünkü okuyanların söyledikleri onda hep metaforik ve ütopik kalacaktır. Hâlbuki Kur’ân, okudukça insanı içine çeken ve kâinattan daha büyük bir genişlikte insanı yeniden var eden bir mucizedir. İnsan zamanla Allah’a yaklaştığını ve kalbinin O’nun Kelâmıyla iyileştiğini hisseder. Kur’ân okumak insana ilmi sevdirir, aileyi sevdirir, hayvanları ve tüm yaratılmışları sevdirir. Böylece insan daha bilgili, daha hayırlı ve daha doğru olmak için bir istek duymaya başlar. Bu, Kur’ân’ın binlerce mucizevî etkisinden sadece biri…

Öyle eksiksiz ve kusursuz bir Kelâmdır ki o, insan okudukça âlemin ve ilmin o Kitap’ta var olduğunu anlar, böylece imanı artar. Yavaş yavaş o mukaddesin verdiği bir ahlâk seviyesine doğru yol alır. Kendine ve çevresine karşı daha rikkatle bakan insan, değer kazanır. Kendiyle barışır. İmana gelir, aklı keşfeder ve sonunda gerçek anlamıyla ve ruhuna yetişmiş bir mertebede gerçek dünyaya göç eder.

Okumak böyle bir şey; kapalı ve dar alanlardan geniş ve ferah mekânlara geçiş gibidir. Basık tavan aralarından kurtulup semâya uzanan bir bakıştır okumak… Okumak, yaratılışın anlamını daha derinden keşfetmeye çıkılan bir yolculuktur. Tamamlanmaya, tam olmaya niyettir.