“Oku!” emri sadece Müslümanlara mı farz kılındı?

Allah’ın sonsuz bilgisinden ve ikramından bir nebzecik de olsa istifâde edebilmek için bilgiyi/ilmi istemek, gereğini yapmak, eşyanın tabiatına, varlığın künhüne vâkıf olmak, varlığın âraz ve cevherini iyi kavramak şarttır. Bu da ancak varlığı gözlemlemek, üzerinde deney yapmak ve sırrına vâkıf olmakla mümkündür.

BAŞLIKTA yer alan soru, profesör bir dostumuzun bir sosyal medya grubunda alenî olarak herkese sorduğu ve cevabını da ısrarla beklediği bir soru olup, muhtevâ olarak benim de önemsediğim bir konuya taallûk etmesinden nâşî işbu makaleyi sizlerle paylaşma gereği duydum.

Evet, Kur’ân’ın ilgili âyeti bu konuda şöyle diyor:

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alâk, 1. Diyânet İşleri Meâli)

“Oku yaratan Rabbin adına!” (Alâk, 1. Mustafa İslâmoğlu Meâli)

Aynı sûrenin 3 ilâ 5’inci âyetleri de şöyle diyor:

“Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” (Diyânet İşleri Meâli)

Evet bu emir (“Oku!”) geleneksel İslâm anlayışında sanki sadece Müslümanlara farz kılınmış, onlara hitap edilmiş, sadece onlar muhatap alınmış ve sorumlu kılınmış gibi algılanır ve kabûl edilir.

Hâlbuki Alâk Sûresi’nin ilk beş âyeti nâzil olduğunda -ki bunlar ilk âyetlerdir-, o sıralar henüz ne mü’min vardı, ne de Müslüman.

Diğer yandan, eğer böyle olsaydı yâni “Oku!” emri sadece Müslümanlara münhasır olsaydı, o zaman hitap ya da emir Rasûl’ün şahsında “Yâ eyyühe’l mü’minûn (müslimûn)” şeklinde olmalıydı.

Hâlbuki ilk âyette bunların hiçbirinin adı geçmediği gibi, 3 ilâ 5’inci âyetlerde sadece “insan” lafzı kullanılmaktadır.

İşte bütün bunlar gösteriyor ki, bu emirle (“Oku!”) Allah, Rasûl’ün şahsında bütün insanlığı, insanları muhatap almış ve gereğinin yapılması için de onları sorumlu kılmıştır.

Öte yandan, eğer bu hitap özel bir kavme olsaydı, o zaman muhtemelen “Ya Arabs, Germans, French, British” ya da “Yâ eyyühe’l Etrâk (Ey Türkler)” veya “Yâ eyyühe’l Ekrâd (Ey Kürtler)”  ve benzerleri şeklinde olacaktı. Allah-u a’lem!

Filhakika İslâm cihanşümûl (evrensel) bir din olup tüm insanlığı kuşatır ve bir kavmin tekeline giremeyecek kadar da büyüktür.

Teknik olarak bu kısa bilgileri verdikten sonra gelelim asıl meseleye…

Asıl mesele, “Rabbimizin bu emr-i İlâhî’sini (‘Oku!’) Müslümanlar ve insanlık olarak biz nasıl anladık acaba?” sorusuna verilecek olan cevabın içinde mündemiçtir.

Müslümanlar olarak kimimiz kimi zaman bu emri, Kur’ân’ı hiç anlamadan sadece lafız olarak yüzünden okuma şeklinde değerlendirdik. Bu tür okuma yapanlara, “Allah size burada ne diyor?” diye sorsanız, maalesef çoğumuz kem küm ederek mahcup bir duruma düşeceğiz ve mahzun bir şekilde birbirimizin yüzüne bakmaktan başka elimizden bir şey gelmeyecek.

Hâlbuki Kur’ân bir hayat kitabıydı. Kitabı ve mesajlarını anlamadan Allah’ın emir ve yasaklarını hayatımıza nasıl taşıyacaktık? Bu gerçekten üzerinde derin derin düşünülmesi gereken önemli bir konudur. Bu önemli konuyu kavrayabilmek için de Allah’ın kitabını “mânâ, maksat, murad ve hikmet” bağlamında “tertil üzere” (anlamını tüm hücrelerimize yedire yedire, sindire sindire okumak) okumalıydık.

Ancak Arapçayı bilmememiz, bu konuda önemli bir handikap oluşturmaktadır. Din baronları da şu veya bu gerekçeyle Türkçe meâl okumaya pek sıcak bakmadıkları ve izin vermedikleri için halkımız bu konuda büyük sıkıntılar çekmektedir.

Kaldı ki, anadili İngilizce, Fransızca, Almanca olan Müslümanlar ve insanlar bu durumda ne yapacaktır? Herkesin Arapça öğrenmesi mümkün olmadığına göre, o zaman bu insanları Allah’ın kitabını okuyup anlamaktan bir nevi menetmek ne yaman bir çelişki ve sorumluluktur. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken ayrı bir konudur.

Yine Mısır/Kahire örneğinde olduğu gibi, tegannî ile Kur’ân okumayı san’ata dönüştüren (fennân) ünlü kâriler, sadece satıhta ve kabukta kalan birer san’atkâr gibiydiler.

Başka bir sorun, anadilleri Arapça olmasına rağmen bazı Arap kavimlerinin “Oku!” emr-i İlâhî’sinin hikmetini tam olarak kavrayamamalarından nâşî içine düştükleri hazin ve zelîl durumdur.

“Oku!” emrinin ihtivâ ettiği mânâya gelince…

Elbette yukarıda söylenenler de hâvî olmakla birlikte okumaktan kastedilen asıl amaç, başta Allah’ın kitabını ve vermiş olduğu mesajlarını hakkıyla anlayarak, kavrayarak, aklederek, üzerinde tedebbür ve tefekkür ederek özümsemektir.

Yine kâinatın ve kâinatta var edilmiş olan tüm varlıkların ontolojisini fıtrata müstenit şekilde ve oluş (kevn) prensipleri dairesinde iyice kavrayarak içselleştirmektir.

Unutulmasın ki, kelâmî (kavlî) bir kitap olan Kur’ân’ın yanında bir de Allah’ın kevnî (oluş ve yaratılış) âyetlerini ihtivâ eden ve kâinatta yaratılmış olan tüm varlıkları içine alarak temsil eden “Kâinat Kitabı” vardır.

İşte “Oku!” emriyle asıl olan bu “Kâinat Kitabı”nı da çok iyi okumak, daha doğrusu kâinattaki tüm varlıkların yaratılış amaç ve gâyesini çok iyi anlamak gerekiyor. Çünkü biz biliyoruz ki, Rabbimiz tesadüfen, gelişigüzel, iş olsun diye hiçbir şey yaratmaz. Yaratılan her şey bir amaca ve anlama mebnî olarak yaratılır. Filhakika Allah’ın koyduğu tüm yasalar bir amaç ve anlam çerçevesinde oluşur.

Bütün bunların yanında yukarıdaki âyetlerde “Oku!” emriyle birlikte ilmin/bilimin temel ve önemli araçlarından olan “kalem (klavye)”, “öğrenme/öğretme”, “bilgi” ve insana atıf yapılmış ve Allah’ın sonsuz kerem (ikram) sahibi olduğu vurgulanmıştır.

Ancak, Allah’ın sonsuz bilgisinden ve ikramından bir nebzecik de olsa istifâde edebilmek için bilgiyi/ilmi istemek, gereğini yapmak, eşyanın tabiatına, varlığın künhüne vâkıf olmak, varlığın âraz ve cevherini iyi kavramak şarttır. Bu da ancak varlığı gözlemlemek, üzerinde deney yapmak ve sırrına vâkıf olmakla mümkündür.

İşte bunu yapan, başaran insanlar, milletler ve ülkeler diğerlerine yâni yapmayanlara, başaramayanlara galebe çalmaktadır. Bu mânâda dini, imanı, etnik kökeni, milliyeti ne olursa olsun, Allah kimsenin emeğini yemez ve hiç kimseye torpil yapmaz. Çünkü Allah mutlak âdildir. İnsanların, milletlerin ve ülkelerin hâlihazırdaki durumları bunun en büyük delili ve ispatı değil midir?

Bir zamanlar (erken dönemlerde) Allah’ın “Oku!” emrinin gereğini biz yapmış, Müslümanlar olarak ilimde, fende bir hayli ileriye gitmiş ve dünya çapında nice âlimler yetiştirerek insanlığa “İslâm medeniyet proje ve uygulamalarını” biz sunmuşuz.

Ancak, son yüzyıllarda roller değişmiş, Orta Çağ’ın karanlık ve Skolastik cenderesinde sıkışıp kalmış olan Batı dünyası, Müslümanlar gibi iman etmediği hâlde varlığa taallûk eden yönüyle “Oku!” emrinin gereğini bilerek ya da bilmeden iyi yapmış, Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı, Sanayi İnkılâbı, Bilim ve Teknoloji Çağı derken bugünlere kadar gelmiş ve Müslüman dünya ile arayı fersah fersah açmayı başarabilmiştir.

Görüldüğü gibi, “Oku!” emr-i İlâhî’si sadece Müslümanlara farz değil, tüm insanları muhatap alan ve bu emirden herkesi sorumlu tutan bir hitap tarzı ve farzıymış (“farz” terimi fıkhî açıdan İslâmî bir kavram olmakla birlikte). Bunu anlayan, kavrayan ve gereğini yapan milletler doğal olarak ileriye gitmiş, diğerleri ise geri kalmıştır.

Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.