Ok

Yavuz Sultan Selim Han, o gün çadırının etrafında atılan sloganlar ve otağına saplanan ok neticesinde kutlu yürüyüşünü yarıda kesseydi ne Safevilere karşı Çaldıran Zaferi yaşanabilirdi, ne Memlüklü Devleti’ne karşı Mercidabık ve Ridaniye Zaferleri kazanılabilirdi, ne de Osmanlı Devleti İslâm’ın sancaktarı olma onuruna nail olabilirdi.

PEK Muhterem Kari,

Berdül’acüz soğuklarını iliklerimde hissettiğim bir İstanbul gününde, kendimi nefes nefese Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken bulmuştum. İstikamet, Sultan İkinci Mahmud Türbesi idi. İçim daraldıkça beni kendine çağıran huzur mâkâmlarından birisidir orası.

Boğaz’ın dört bekçisi Aziz Mahmud Hüdâyî, Yahya Efendi, Hazreti Yuşa ve Telli Baba Türbeleri gibi burası da huzur bulduğum bir başka mekândır. 

Burada Abdülhamid Han-ı Sânî, pek sevdiği amcası Sultan Abdülaziz Han ve onun babası İkinci Mahmud ile aynı türbe içerisinde medfundur. 

Cennet mekân Sultan Abdülhamid Han’ın başında Yasin-i Şerif okumak, ardından da öyle saatlerce oturup tefekkür etmek hep rahatlatmıştır beni. O türbeden huzurla ve ne yapacağıma karar vermiş olarak çıkmışımdır hep.

Türbe çıkışında burnuma gelen çay rayihasını takip ederek türbe bahçesinin köşesindeki Türk Ocağı kıraathanesine geçtim. Isınmak için kendime bir çay söyledim ancak çaycı iki çay getirdi ve diğerini masanın karşı tarafına bırakıverdi.

Arkasından “Birader, tek çay söylemiştim” diye seslendim. Giderken kafasını çevirip “Biliyorum” diye cevap verdi ve yeniden buharlar tüten ocağının ardında kayboldu.

İkinci çayın tüten buharına bakarken arka masaların birinden önce bir iskemlenin yere sürtünme sesi ve sonrasında da yaklaşmakta olan ayak seslerini işittim. O çayın sahibi, karşımdaki iskemleye kuruldu.

Başındaki fesi, pala bıyığı, boynundaki üçgen muskası, deri bilekliği, beyaz gömleği üzerindeki yeleği ve yeleğinin cebinden zinciri sarkan cep saati ile sanki arka masadan değil, yüz elli yıl öncesinden gelmişti “çaydaşım”.

Yüzünde insanı rahatlatan bir tebessüm vardı ve gülümserken bıyığının sağ yarısı yukarı kalkıyordu. Gözüme değil de sanki çok derinlere bakarak verdiği selâmını aldım.

Ellili yaşlarda olduğunu söylüyordu yüzündeki çizgiler, değirmi saçları. Kollarını masaya dayayarak biraz daha yaklaştı, “Ben de seni bekliyordum Kahraman Bey. Efrasiyab’ın selâmı var” dedi. “Aleykümselâm”…

Devam etti: “Buralarda pek dolanmasan iyi edersin. Sur içi pek de tekin sayılmaz senin için.

Sefinenin parçalarını tedarik ettiğim taşçı, saatçi, bakırcı, kimyager, hızla geçtiler gözlerimin önünden, irkildim.

Bulabildin mi?” diye sual etti. Cevabım -elbette- “Neyi?” oldu. 

Neyi aradığını bilmiyor musun hâlâ?” diye devam etti, “Efrasiyab, sadece sefinenin yapılmasını murad etseydi çizimleri neden sana versindi?”.

Küçüldüğümü hissettim. “Hiç sormadın mı ‘Neden ben?’ diye kendine?” şeklinde yeniden sorarken gözleri büyümüştü. Birden Efrasiyab ile ilk karşılaştığım güne gittim, Süleymaniye Câmiî’nin cümle kapısından çıkarken beynimde yankılanan soruyu hatırlayıverdim: “Neden ben?

Çok boş bakmış olmalıyım ki sitemkâr -hatta ümitsiz- biçimde başını iki yana sallayarak devam etti: “O kâğıtta sadece sefinenin çizimlerini mi gördün?

Beynime birden bir çivi çakılmış gibi hissettim. Bir an önce eve gidip, sefineyi tamamladıktan sonra işimin bittiğini düşünerek bir tarafa tıkıştırdığım çizimi yeniden kontrol etme arzusuyla yanıp tutuşmaktaydım. Konuşmadan -sanırım- birer çay daha içtik.

Masadan kalkarken yeniden uyardı beni: “Buralarda fazla dolaşma!” Ancak o an aklıma ismini sormak geldi. Arkadaki masasına geçerken omzumu kavradı, hafif eğilerek fısıltıyla, “Sen bana ‘Lagari’ de” dedi.

Bir an önce eve gitme arzusu ile kalktım, hesabı ödemek için ocağa yöneldim. Ocakçı çocuk hesabın ödenmiş olduğunu söyledi. Cam kenarındaki Lagari’nin masasına baktım, boştu. Kapı ocak tarafındaydı, ben görmeden dışarı çıkmış olamazdı.

Olamaz” diyeceğim onca şey olmuşken, yeni bir “Olamaz”, eskisi kadar şaşırtmıyordu artık beni. Macera yeniden başlıyordu benim için. Ah Efrasiyab ah!

***

Bu ayki yolculuğumuzda birkaç sefer yapacağımız için sefinemizin tüm bakımlarını muntazaman yaptık, paraya kıyıp depomuzu kapağa kadar doldurduk, silecekleri yeniledik ve sefere hazırız biiznillah.

Zaman nişangâhımızı 507 yıl evveline kuruyorum. 1514’ün 27 Nisan’ına. Mekân nişangâhımızsa İzmit’e ayarlı. Hazırsanız deveran başlasın efendim, kasnaklar dönmeye koyulsun. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Ordu-yu Hümâyûn şimdiki İzmit dolaylarında toplanmış, bir seferin, hatta uzunca bir seferin ilk gününde. İntizamlı bir şekilde ovayı kaplamış olan ordunun ortasında kurulu Yavuz Sultan Selim Han’ın Otağ-ı Hümâyûnundan hızla çıkan ulak atını dörtnala doğuya doğru sürmeye başlıyor.

Atlı ulağın Safevi hükümdarı Şah İsmail’e götürdüğü namede, Yavuz Sultan Selim Han şunları söylüyor hasmına: 

“Allah’ın emirlerini yerine getirmek, zulüm görenlere yardım etmek, merasim-i namus-ı padişahi için ipekli elbiselerimi çıkardım, zırh giydim, kılıç kuşandım, ata bindim ve Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. 

Maksadım, Allah’ın inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve böylece acizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak sana kılıçtan önce, sünnet-i seniyye icabı İslâmiyet’i teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup can-ı gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan dostluktan başka bir şey görmezsin. 

Lâkin kötü hâllerine devam ettiğin takdirde zulmet-i zulümden simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve senin elinden almak üzere inşallah yakında geleceğim. Takdir ne ise o olacaktır. Selâm, hidayete tâbi olanlaradır.”

Atlı ulak, az ilerimden tozu dumana katarak geçerken bir anlığına göz göze geliyoruz. Benden işkillendiğinden eminim. Her ne kadar tebdil-i zaman öncesinde tebdil-i kıyafet yapıyor olsak da dikkatli gözler mutlaka bir falsomuzu yakalayacaktır. Yaklaşık yüz metre ileride tekrar dönüp şüpheli şekilde bana bakan bu ulak, acaba hangi falsomuzu görmüştür?

Bu ulağın ardından, en önde Yavuz Sultan Selim olduğu hâlde Ordu-yu Hümâyûn da Anadolu’yu boydan boya kat edeceği uzun bir yürüyüşe başlayacaktır. Hatta Osmanlı Ordusu, Safevi topraklarına girdikleri ve günlerce ilerledikleri hâlde bir tek Safevi askeri ile karşılaşmayacaktır.

Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e bir name daha gönderecektir:

Davete icabet edip uzun yolları geçerek memleketine girdik, fakat sen meydanda görünmüyorsun. Padişahların ellerindeki memleket, onların nikâhlısı gibidir, erkek ve yiğit olanlar kendisinden başkasının elini ona dokundurtmazlar. Hâlbuki bunca gündür askerimle memleketine girip yürüyorum, hâlâ senden bir haber yok. Bundan sonra da saklanıp görünmezsen erkeklik sana haramdır, miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip serdarlık ve şahlık sevdasından vazgeçesin!

Ordu-yu Hümâyûnun bu dört aylık kat ettiği yolu biz sefinemizle alalım dilerseniz. Zaten Şah İsmail’e gönderilen ulak bizden işkillendi, döneceği tutar ya da geriye bir haber salar, başımızı dara sokmayalım...

Sefinemizin zaman nişangâhını bu kez 20 Ağustos 1514’e kuralım. Gideceğimiz yer, Tendürek dağlarının doğusunda yer alan Avacık.  Haydi Bismillah!

Tendürek dağının çevresini dolaşan Ordu-yu Hümâyûn, Avacık ovasında mola vermiş durumda. Ordu yorgun, asker gergin ve huzursuz. Zira takip ettikleri Safevi ordusu bir taraftan İran içlerine doğru kaçarken, diğer taraftan da kaçtığı yerleri yakıp yıkmakla, su kaynaklarını tahrip etmekle meşguldü.

Safevi ordusunu takip eden Osmanlı Ordusu yiyecek ve içecek bulmakta zorlanıyordu. Geçilen yerler haraptı ve iaşe sıkıntısı hâd safhadaydı. Yorgunluğa eklenen açlık ve susuzluk, askerin gerginliğini iyiden iyiye arttırmıştı.

Epeyce uzak bir noktadan gelişmeleri izliyor olmama rağmen, yeniçerinin homurtularını ta buradan duyabiliyorum. Bazı haykırışlar olduğum yere kadar ulaşıyor: “Düşman meydanda yok, bu harap yerlerde ilerlemek, askeri beyhude telef etmektir, geri dönelim.

Yeniçeriler bağırış çağırışla Otağ-ı Hümâyûnu ihata eyliyorlar. Bu arada hâdsizlikleri artıyor, gemi azıya alarak Yavuz Sultan Selim’in otağına ok atma cüretini bile gösteriyorlar.

Bunun üzerine hışımla çadırından çıkan Yavuz Sultan Selim, atına atladığı gibi yeniçerinin arasına dalıyor ve gür sesiyle şu tarihî konuşmayı yapıyor:

Biz henüz kastettiğimiz yere varmadık, düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimâli yoktur, hatta bunu düşünmek bile hayâldir. Teessüf olunur ki, Şah’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri hâlde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlara kadar gelmişken, birtakım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler. 

Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ûlü’l-emre itaat edenlerle kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehl-ü ıyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse Dîn-i Mübîn yolundan dönerler. Eğer bahane ‘Düşman gelmedi’ ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin! Ve illâ ben, tek başıma da giderim…

Bu konuşmanın yeniçeri üzerinde oluşturduğu müspet tesiri bulunduğum noktadan hissedebiliyorum. Asker yeniden moral buluyor, galeyana geliyor ve ordudaki eski düzen yeniden tesis ediliyor.

Bu konuşmadan üç gün sonra, 23 Ağustos günü bu ordu, Maku yakınlarında Safevi ordusu ile karşılaşacak ve bu uzun sefer, bir zafer ile taçlanacaktır.

Ordu eski nizamına dönerken ve Yavuz Sultan Selim Han’ın gür sesi kulaklarımda çınlarken, dönüş yoluna revan oluyorum…

*** 

Sevgili Dostlar,

Zaten birçoğunuzun malûmu olan bu olayları izlemek için neden o kadar yakıt harcadım, oralara neden yeniden gittim ve gördüklerimi sizlere anlattım, açıklayayım…

Yavuz Sultan Selim Han, o gün çadırının etrafında atılan sloganlar ve otağına saplanan ok neticesinde kutlu yürüyüşünü yarıda kesseydi ne Safevilere karşı Çaldıran Zaferi yaşanabilirdi, ne Memlüklü Devleti’ne karşı Mercidabık ve Ridaniye Zaferleri kazanılabilirdi, ne de Osmanlı Devleti İslâm’ın sancaktarı olma onuruna nail olabilirdi. O kutlu yürüyüşten sonra Yavuz Sultan Selim Han, İstanbul’a, üç kıtanın hâkimi, Harem-i Şerif’in “hadimi” ve İslâm Hilâfeti’nin sancaktarı olarak dönüyordu.

500 yıl sonra yine benzer bir kutlu yola çıkılmışken, bugün de aynı yeniçeri kafasıyla emekli amiraller bir bildiri yayınladılar, hem de gecenin bir yarısı. Bizim -yumuşatarak- “bildiri” dediğimize bakmayınız; aslında düpedüz bir muhtıra idi bu. Hükûmet’e “ayar verme” girişimi… Bugün Erdoğan’a ve mevcut Hükûmet’e yönelik yayınlanan bu emekli muhtırasının, 500 küsur sene evvel Yavuz Sultan Selim’in otağına atılan oktan çok da farkı olmasa gerektir.

Bu kutlu yürüyüş 103 -ya da 104- asker emeklisinin hâdsiz bildirisi ile kesilecek değil elbette. Bakalım bu seferin sonunda bize hangi kapılar açılacak. Durmak yok, yola devam!

Sonuçta bizler seferle emrolunan bir milletiz, zafer Allah’tan.

Kalınız sağlıcakla efendim…