Öğretmenlikteki ilk yılım

İlkokulumuzun tüm yazışmaları, temizliği ve hâttâ soba temizliğine kadar her şey tarafımızca takip edilmekte idi. Sobanın üzerinde çayımızı demler, keyifli sohbetler yapardık. Telefon görüşmeleri için kahvehanenin santraline gider, elektrik kesintilerinde de bahçedeki direğe iki tekme atarak temassızlığı giderirdik.

YIL 1991, Ankara... Üniversiteden yeni mezun olmuştum. O zamanlar öğretmen olabilmek için üniversiteden mezun olduktan sonra ayrıca yeterlilik sınavını kazanmak şartı vardı. Büyük gayret ve çabadan sonra bu sınavı yüzümün akı ile verdim. Artık öğretmen olmak için önümdeki tüm engeller kalkmış, görevime nerede başlayacağımın heyecanı sarmıştı.

Beklenen haber gelmiş ve zorunlu hizmet yerim olan Erzurum iline iki saat mesafedeki Uzundere ilçesine bağlı, Tortum şelâlesine yakın, güzel, şirin, tarihî ve candan insanları olan bir köye atanmıştım. O güne kadar şehir dışına hiç çıkmamıştım. Kendime ait küçük bir dünyam vardı. Gecekondu mahallesinde bir evimiz ve çok yakın bir mesafede okullarım oldu. Hayatım bu dar çerçevede geçmekte, bir de yaz aylarında Ankara’ya çok yakın olan köyümüze, dedem ile babaannemin yanına gitmekteydim. Artık öğretmen olmuştum ve bu küçük dünyamın dışına çıkma vakti gelmişti. Bana gurbetin yolu görünmüştü.

Bu benim için zor fakat yapılması zorunlu bir görevdi. O yıllar, terör olaylarının zirve yaptığı yıllardı. Ankara’dan Erzurum’a giderken otobüs en az beş noktada durdurularak aranır, sanki yabancı bir ülkeye gidiliyor hissi insanın içini yakar ve üzerdi. Otobüsler yollarda teröristler tarafından durdurularak yakılır, köyler basılır, bu milletin geleceği olan nesilleri yetiştirmek için her şeyini ortaya koyan öğretmenler şehit edilirdi. Televizyonlarda şehit haberlerinin hiç eksik olmadığı zamanlardı.

Ben, evin ilk çocuğu idim. Büyükçe bir valiz hazırladım ve babamla birlikte atamamın yapıldığı Erzurum’daki köye gitmek üzere evimizin önüne gelen sarı bir taksiyle yolculuk başlamıştı. Valizimi ve eşyalarımı taksiye yerleştirdik. Ön tarafa babam, arka tarafa ise annem ve ben oturmuştuk. Kimse konuşmuyordu, herkeste bir üzüntü vardı. Taksici, babama, “Hayırdır, yolculuk nereye?” diye sordu. Babam kısık ve üzüntülü bir sesle, “Kızım öğretmen oldu, Erzurum’a gideceğiz” dedi. Taksici, babama, “Sen büyütürsün, beslersin, öğretmen yaparsın; yarın elin oğlu kızını elinden alır” dediğinde, bizimkilerin üzüntüleri bir kat daha artmış olmalı. Ben ise iç dünyamdaki fırtınalardan dolayı konuşmuyordum. Artık Ankara’daki o küçük dünyamdan ayrılmış ve yola çıkmıştık.

Şehirler, kasabalar, köyler, dağlar, vadiler ve ovalar aşıyorduk ama yollar bir türlü bitmek bilmiyordu. Tarifi imkânsız duygular içerisindeydim. Ankara’dan uzaklaştıkça mola yerlerindeki küp şekerlerin şeklinin yöreye özgü kıtlama şekerlere dönüşmesi, şekerleri kesmek için makas kullanılması, insanların birbirlerine “Ne idirsen?”, “O neçi?” gibi hitaplarını ve ilk etapta şive farkından kaynaklanan konuşmaları anlamakta zorlanıyor ve ne söylendiğini tam olarak anlayamamanın verdiği şaşkınlığı yaşıyordum. O güne kadar kimin nereli olduğu ile hiç ilgilenmezken, karşılaştığım her insanın bana nereli olduğumu sorması beni çok şaşırtmıştı.

Tuhaf karşıladığım konuşmaları ve “Nerelisin?” sorusunu zamanla ben de her karşılaştığım insana sormaya, hâttâ onlar gibi konuşmaya başladığımı fark ettim.

Köye varış

Uzun bir yolculuktan sonra görev yapacağım köye ulaşıp minibüsten inince, köyün çocukları tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştım. İçimden, “Bu çocuklar benim öğretmen olduğumu nasıl anladılar?” diye düşündüm. Herhâlde öğretmenin geleceği haberinin önceden çocuklar tarafından bilinmesi ve öğretmenin köye gelmesi onları bu sevince iten ana sebepti.

Köy muhtarı, beni diğer öğretmen arkadaşların da bulunduğu lojmanlara götürüp tanıştırmıştı. Muhtar her hâliyle beyefendi, kıvrak zekâlı, kendi çapında entelektüel bir insandı. Uzun yıllar Almanya’da çalışmış, emekli olup köyüne kesin dönüş yapmıştı. Sık sık Almanya ile ilgili anılarından bahseden, her ortamda diğerlerine göre daha kültürlü olduğunun vurgusunu hissettiren, ağzı iyi lâf yapan, köyünü iyi temsil eden bir adamdı. Cümleler arasında Almanca kelimeleri kullanmaktan keyif alırdı.

Muhtar, benden sonra gelen er öğretmenin lojman talebi üzerine bayan öğretmenlerin lojmanları kullanmasının daha uygun olacağını düşünüp, onu iyi bir köy evine yerleştirmek istemişti. Er öğretmen kendisi için bulunan köy evini, tuvaletin dışarıda olması, banyo ve mutfağın ise olmaması nedeni ile beğenmeyince, onu ikna etmek için evle ilgili yaptığı tasvir ve vurgulayıcı kelimeler beni çok şaşırtmış ve ikna kabiliyetine hayran bırakmıştı: “Tuvalete ayağın çamur olmadan, taşlarla döşeli patika bir yoldan gideceksin. Ev ahşap olduğu için çok güzel ısınacaksın. Banyoyu da sorun etme, sobanın yanına koyacağın büyükçe bir leğeni ben sana temin edeceğim. Ben de zaten bu yöntemle çimiyorum...” Evin bahçe içerisinde ağaçlarla çevrili, çok güzel ve şirin bir yapı olduğunu öğretmene söyleyerek, onu lojman talebinden vazgeçirmeyi başarmıştı.

Köyde yalnız olmadığımı, benim durumumda başka öğretmen arkadaşların da olduğunu görmek, o gün için hissettiğim en iyi duyguydu. Tanışma muhabbetinden sonra kalacak yerim de ayarlanmıştı. Köyde ilkokul ile birlikte ortaokul da olduğu için kalabalık sayılabilecek bir arkadaş grubumuz vardı. Ayda bir şehir merkezindeki tarihî bir binada bulunan öğretmenevine gittiğimde tanıştığım arkadaşlarla yapmış olduğum sohbetlerden sonra ise görev yapmış olduğum köyün, en iyi yerlerden olduğunu öğrenecektim. Bazı öğretmen arkadaşların görev yaptıkları köylerin ulaşımlarının ve imkânlarının kısıtlı olduğunu ve tek başlarına görev yaptıklarını öğrenmek beni çok şaşırtmıştı.

İlkokul kısmında biz, üç arkadaştık. Biri bayan, diğeri ise askerliğini er öğretmen olarak yapmakta olan bir diğer arkadaş... Tahmin edeceğiniz gibi birleştirilmiş sınıflar vardı. Köyün câmisi, okulumuz ve lojmanlar köyün merkezindeki büyükçe bir tarlanın içerisinde idi. İmam amca ve ailesi en yakın komşumuzdu. Yıllardır o köyde yaşıyorlardı. Gelenlere kapılarını açan, dost canlısı iki güzel insandı. Ne zaman bir derdimiz olsa hemen imam amcanın hanımının yanına gider, ona anlatırdık. O da sabırla bizi dinler, aklının yettiğince yol yordam gösterirdi. En çok kullandığı kelime ise “Bişey etmez, bişey etmez” kelimesi idi. Bu bizi çok rahatlatırdı. Arada bizleri fırçalar, “Siz ne korkaksınız be uşağım!” derdi, “Size okulda bunları mı öğretiyorlar? Biraz güçlü olun, kendinize güvenin”. Bir rehber öğretmenimiz ve psikoloğumuz yoktu ama bu eksikliği fazlasıyla gideren imam amcanın hanımı vardı. Ben bunu yıllar sonra fark ediyorum.

İmam amca ise eşine göre çok naif bir insandı. Çoğu zaman hanımının bizlere karşı yaptığı celâlli çıkışlarına gülümseyerek karşılık verirdi. Ballı süt ise imam amcanın her daim içtiği bir içecekti.

Gurbetin hissettirdikleri

Öğretmenliğimdeki ilk yılım, yerimden ve yurdumdan ayrılmanın acısını iliklerime kadar hissettiğim, gurbet türkülerinin beni hüzünlendirdiği, oldukça zor bir yıl oldu. Hocasından bakkalına, köylüsünden muhtarına ve minibüs şoförüne kadar oradakilerin hepsi bizler için elinden gelen kolaylığı sağlamaya çalışsa da, insanın iç dünyasında fırtınalar kopunca, dış dünyanın cazibesi çok da işe yaramıyor olmalıydı.

Oldukça sevecen ve yardımsever insanlardı. Bizim için kullandıkları tâbir, “garip uşaklar” idi. Onların gözünde gariptik, yalnızdık, emânettik ve korunup kollanmalıydık. Evlerinde yemek dâvetleri verir, en iyi şekilde yedirip içirirlerdi. Bahçelerinden topladıkları meyve ve sebzeleri çocuklarla bize gönderirlerdi. Ayda bir gittiğimiz Erzurum yolculuklarında, şoför mahalli, cam kenarı ve ön koltuklar bizlere ayrılır, başka kimseyi oturtmazlardı. Yolculuklarımız sırasında bizim zevkimize göre müzikler açmayı da ihmâl etmezlerdi. Köy kahvesinde ayda bir yapılan cağ kebaptan bizler de nasiplenirdik.

İlkokulumuzun tüm yazışmaları, temizliği ve hâttâ soba temizliğine kadar her şey tarafımızca takip edilmekte idi. Sobanın üzerinde çayımızı demler, keyifli sohbetler yapardık. Telefon görüşmeleri için kahvehanenin santraline gider, elektrik kesintilerinde de bahçedeki direğe iki tekme atarak temassızlığı giderirdik. Erzurum’un meşhur soğuğunu iliklerimize kadar hisseder, kapı kollarına ellerimizin yapıştığı zamanlar olurdu. Kış aylarında günlerce yağan kar ve bahar aylarında günlerce yağan yağmura maruz kalsak da, bunların, bugün geriye dönüp baktığımda tekrar yaşanması mümkün olmayan deneyimler olduğunu görüyorum.

Günler böyle geçip giderken bahar gelmişti. Müdür vekili bayan arkadaşımın diş ağrısı nedeni ile Erzurum’a gittiği bir gün bütün olayların seyri değişecekti. Er öğretmen diğer arkadaşım, ona âşık olduğunu ve evlenme teklif ettiğini bana anlattı. Şaşırmıştım. O kadar kendi dünyamda yaşıyormuşum ki etrafımda olup bitenden ne kadar habersiz olduğumu fark ettim. Sadece kendi aralarındaki siyâsî görüşlerin farklılığından dolayı bir kitap trafiği olduğunu gözlemlemiştim. Meğer arkadaşım, onun bu teklifine siyâsî görüş farklılığından dolayı sıcak bakmadığını söylemiş. Çok dikkatli ve seviyeli tavırlarından dolayı her ikisini de takdir etmiştim.

Arkadaşım birkaç gün sonra yine diş ağrısı ile doktora gitmek zorunda kalınca, er öğretmen arkadaş, onu arabası ile Erzurum’a götürmek zorunda kalmıştı. Okulda ânî gelişen bu olay köyde duyulmuş ve bir şekilde İlçe Millî Eğitim Müdürlüğüne kadar ulaşmış. Bugün bile anlayamadığım bir şekilde konu abartılmış, muhtar ve İlçe Millî Eğitim Müdürü tarafından ne olup bittiği ile ilgili olarak ifâdem alınmıştı. Bununla da yetinilmeyip, konu ile ilgili bir de müfettiş gönderilmişti. Ortada büyütülecek bir şey olmadığını herkese anlatmama rağmen ikna edememiş olmalıyım ki ertesi yıl geldiğimde soruşturma sonucunda arkadaşların birinin bir dağ köyüne, diğerinin ise başka bir dağ köyüne gönderilmiş olduklarını öğrendim. Bunun netîcesinde onlar da yıldırım nikâhı ile evlenip Erzurum’a bağlı merkez bir köye eş durumundan tayin olmuşlardı. Hem onları yeteri kadar savunamamış olmanın üzüntüsü, hem de sevdiğim iki arkadaştan ayrılmak zorunda kalmak beni çok üzmüştü.

Daha sonra bu arkadaşlarla Erzurum Öğretmenevi’ndeki görüşmelerimizde bu üzüntümden bahsetmiştim. Onlarsa, “Üzülmene gerek yok, bu olay sadece bizim evlenme sürecimizi hızlandırdı” demişlerdi.

Öğretmenliğimin ilk yılında yaşamış olduğum bu olayda sevenler birbirlerine kavuşmuş ve evlenmiş, ben ise okulumda ve iç dünyamdaki yalnızlığımla baş başa kalmıştım…