Öğretmen yetiştirme politikaları

Yanlış politika ve uygulamalardan sonra öğretmen yetiştirmede felsefe, zihniyet, değerler, ahlâk ve kalite açısından bozuldukça bozulmuşuz. Zâten bizim bozulmamız, tereyağının bozulmasına benzer. Tereyağı, bozulduğu zaman zehirler. Onun için yukarıda bahsettiğim haberde yer alan bir okuldaki bir öğretmenin mikrofonu eline alarak, okul bahçesinde toplanan körpecik “eğitim kuzuları”na Yonca Evcimik’in “Bandıra bandıra ye beni” şarkısını söylemesi, ne yazık ki artık beni şaşırtmıyor!

TÜRK eğitim tarihine bakıldığında, “öğretmen yetiştirme sorunu” ya da “öğretmen yetiştirme politikaları” üzerine yapılmış nice araştırma, çalışma, kitap, tez, bilimsel yayın ve makale, yine bunların yanında düzenlenmiş nice sempozyum, panel, kongre, konferans ve MEB Şûrası görürsünüz.

Bu sahadaki çalışmalar muazzam bir külliyat oluşturur. Nâçizâne benim de öğretmen yetiştirme ve mesleğin çeşitli boyutlarıyla alâkalı bazı çalışmalarım oldu ve bunlar da gerek kitap, gerekse çeşitli yayınlar şeklinde literatür dünyasında yerlerini aldılar.

Makalenin amacı

Ama benim burada bu makaleyi kaleme almamdaki temel saik, saygıdeğer hocamız Prof. Dr. Fuat Odabaşıoğlu’nun, geçen hafta Haber Ajanda Net’te yayımlanan “Toplam Kalite Sorunu” başlıklı makalem üzerine, sosyal medyadaki bir grup paylaşımında, haklı olarak samimiyetle sancısını çektiğini hissettiğim öğretmen yetiştirmeyle alâkalı olarak, “Toplumsal kalite sorununun ilk nedeni olarak ülkemizde öğretmen yetiştirmedeki fukaralığımızı söyleyebiliriz. Bu ülkenin en zeki, en yetenekli ve en güzel mizaca sahip çocukları öğretmen olmak için yarışmalıdır” şeklindeki sözleri ile yine geçen hafta gazetelere yansıyan sesli ve görüntülü bir haberde, bir okuldaki öğretmenin okul bahçesinde toplanan öğrencilere elindeki mikrofonla Yonca Evcimik’in “Bandıra bandıra ye beni” adlı şarkısını yüksek sesle söylemesi, öğrencilerin buna tempo tutması ve olayı fark eden okul müdürünün de arkadan gelerek ve gülerek bunu seyretmesi oldu.

Öğretmen yetiştirme ve kaliteli toplum

Evet, Fuat Hocam büyük ölçüde doğru söylüyordu. Bir toplumun kaliteli olabilmesi için ilk önce toplumu eğiten öğretmenlerin iyi yetiştirilmeleri gerekiyordu.

Çünkü bu, determinist bir prensipti. Yâni sebep-sonuç ilişkisi… Gerçi bir toplumun kaliteli olmasının yolu sadece ve salt olarak okullardan geçmiyordu. Çünkü sosyal olgu ve olayların oluşması ve bunların izahatı (toplumun kaliteli olması konusu gibi), tek bir faktöre (salt olarak okullardaki eğitime ve öğretmen yetiştirmeye) indirgenemez ve tek bir faktörle de bunların izahı yapılamazdı.

Çünkü sosyal olgu ve olaylar çok karmaşık ve girift olup, bunlar, daha fazla interaktif faktörün ve aktörün (ailedeki eğitimin toplumsal kaliteye olan etkisi ve katkısı gibi) devreye girmesiyle oluşan ilişkiler ağının bir tezâhürü ve sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Durum böyle olmasına rağmen, yine de ve her şeye rağmen, bir toplumun kaliteli olmasında genelde eğitimin (eğitim, çok yönlü ve çok çeşitli olup, kapsayıcılığı ve kuşatıcılığı çok geniş olmasından nâşî, “Hangi tür ve nasıl bir eğitim?” diye de sormak lâzım), özelde de öğretmen yetiştirmenin son derece ama son derece stratejik bir önemi vardır.

Eğer böyle olmasaydı, hiç Mustafa Kemal Atatürk “Muallimler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” der miydi?

Üç sınıf ve güçlü devlet

Evet, bu bağlamda öğretmen yetiştirme konusu, son derece önemli bir konudur. Zâten bir ülkenin, bir devletin ve bir toplumun güçlü ve kaliteli olabilmesi için özellikle “ilmiyye (âlimleri, dolayısıyla maarif müessesesi ve öğretmenleri)”, “kalemiyye (devleti yönetenler ve devlet bürokrasisi)” ve “seyfiyye (askerî teşkilâtı ve ordusu) sınıfının çok güçlü ve kaliteli olması şarttır.

Tarihimize baktığımız zaman, bu üç sınıfın güçlü ve kaliteli olduğu dönemlerde devletin de çok güçlü ve kaliteli olduğunu görürüz. Bozulduğu dönemlerde ise devletin de zayıfladığını ve çöktüğünü görürüz. Çünkü bu bir sistem meselesidir. Sistem, bir bütündür. Sisteme bağlı alt sistemlerde müspet mânâda interaktif ilişkiler olmazsa, sistemin çürümesi ve çökmesi kaçınılmaz bir hâle gelir.

Eğitim sistemi ve öğretmen yetiştirmenin arka plânı

İşte her ülkenin kendi öğretmenlerini yetiştiren bir eğitim sistemi vardır. Her eğitim sisteminin de amaç, yapı, felsefe ve politikaları vardır. Bilimin evrensel boyuttaki temel ilke ve parametreleri dışında her eğitim sistemi, kendi toplumunun sosyolojik yapısına uygun olmalıdır. Başka bir deyişle, millî ve yerli olmalıdır.

Ancak bu millîlik ve yerlilik ve dahi sosyolojik yapıya uygunluk, aklın ve ilmin temel ilkeleriyle çelişmemeli, başka bir deyişle “çağdışı” olmamalıdır.

Sosyolojik ve antropolojik olarak “Müslüman Türk milleti” diye tanımlanan bu toplumun Kur’ân merkezli inanç değerleriyle çelişmeyen ve çatışmayan bir çağdaşlık anlayışı tabiî ki…

O Kur’ân ki, zâten ilmin ve aklın ilkelerine “olağanüstü” değer veren (aslında olması gereken) ve bunların alabildiğine kullanılmasından yana olan ve hür düşünceyi, tefekkürü, özgür irâdeyi, sorgulamayı, merakı, araştırıp bulmayı, anlamayı, kavramayı teşvik eden çağlar içi ve çağlar ötesi bir kitaptır.

Yoksa “Çağdışı olmamalı” derken, Kur’ân’ın özünden sapmış, aklın ve bilimin ilkelerine ters düşen toplumsal yapıdaki gelenekçi ve dogmatik dînî oluşumların çağdışı anlayışlarına körü körüne teslim olmayı kastetmiyoruz.

İşte, neredeyse Osmanlı’nın son üç yüzyılında maarifte olup bitenler (mektep ve medrese yapısı ve uygulamaları), yukarıda bahsettiğim üç önemli sınıfın bozulmasına ve çürümesine yol açmış ve bu durum neticede devletin çökmesiyle sonuçlanmıştır.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte eğitim alanında yeni arayışlar içine girilmiş ve kurucu misyonun felsefeleri istikâmetinde ünlü Amerikalı eğitimci John Dewey başta olmak üzere Batı’dan yabancı uzman pedagoglar çağrılmış, bunların hazırladıkları raporlar istikâmetinde, felsefesi ve değerleri Batı tandanslı olmak üzere yeni bir eğitim sistemi dizayn edilmeye çalışılmıştır.

Daha sonraki yıllarda meydana gelen gelişmeler, her alanda ve her konuda olduğu gibi eğitim ve öğretmen yetiştirme alanında da felsefe, zihniyet ve değerler manzûmesi açısından ülkemizi, Batı’yla tam bir entegrasyon içine sürüklemiştir.

Ama taklitçilik (kopyacılık) hiçbir zaman asıl olanın yerini tutamayacağı için, bizler bu uygulamaları da kendimize benzeterek ne “Îsâ’ya yaranabilmişiz, ne de Mûsâ’ya(!)”…

Öğretmen yetiştirme uygulamaları

Dolayısıyla, Cumhuriyet dönemi Türk eğitim tarihinde, öğretmen yetiştirmeyle alâkalı olarak bin bir çeşit uygulama ve deneme yapılmış (eğitmenlik uygulaması, muallim mektepleri, köy enstitüleri, yüksek öğretmen okulları, YAY-KUR, mektupla öğretmen yetiştirme, hızlandırılmış programlarla 45 günde öğretmen yetiştirme, iki ve üç yıllık eğitim enstitüleri, fakülteler, formasyonla öğretmen yetiştirme vs.) ama nitelikten çok niceliğe (sayısal verilere) önem ve değer verildiği için gerçek mânâda bir arpa boyu yol alınamamıştır.

Hele de 70’li yılların sonralarına doğru yapılan bir öğretmen yetiştirme uygulaması vardır ki dillere destandır. Bu programda tam 90 bine yakın lise mezunu genç, 45 günde öğretmen yapılarak (!) bu toplumun çocuklarını eğitmek için (!) okullara gönderilmiştir.

Daha sonra bu uygulama toplumun diline düşerek, halk, “Biz 45 günde hıyar ve kabak dahi yetiştiremezken, bunlar nasıl öğretmen yetiştirdiler?” diyerek zamanın hükûmeti ve eğitim kurumlarıyla alay etmişlerdi. (O dönemdeki gazete haberlerine bakılabilir.)

Bütün bu uygulamalardan sonra kaliteli öğretmen ve kaliteli bir toplumdan bahsedeceğiz, öyle mi? Buna kargalar bile güler. Ama ne yazık ki, gülüyoruz işte ağlanacak hâlimize!

Bu arada parantez içi olarak söyleyelim ki, Arap-Fars dillerinde hıyarın gerçek (orijinal) adı, hıyardır. Mısır Kahire’deki manavlarda ben böyle yazıldığını bizzat görmüştüm. Hatta “h” harfi, noktalı “h” şeklinde yazılmıştı; “El-Hıyâr” olarak…

Yanlış politikalar ve hazin tablolar

İşte bütün bu yanlış politika ve uygulamalardan sonra öğretmen yetiştirmede felsefe, zihniyet, değerler, ahlâk ve kalite açısından bozuldukça bozulmuşuz. Zâten bizim bozulmamız, tereyağının bozulmasına benzer. Tereyağı, bozulduğu zaman zehirler.

Onun için yukarıda bahsettiğim haberde yer alan bir okuldaki bir öğretmenin mikrofonu eline alarak, okul bahçesinde toplanan körpecik “eğitim kuzuları”na Yonca Evcimik’in “Bandıra bandıra ye beni” şarkısını söylemesi, ne yazık ki artık beni şaşırtmıyor!

Bu bir semboldür. Varın, siz düşünün geriye kalanını!

Evet, Fuat Hocamın vurguladığı gibi, bir toplumun kaliteli olmasının ön ve en önemli şartlarından birisi, elbette ki “Toplumun en zeki, en yetenekli, en güzel mizaçlı çocukları öğretmen olmak için yarışmalıdır” yargısını değerli kılıyor ama bu, tek başına yeterli değildir.

Çünkü konu çok daha girift ve karmaşıktır. Yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, bu bir sistem ve anlayış meselesidir.

Fuat Hocam gibi, bu hususların sancısını çeken bir akademisyen ve Müslüman Türk milletinin bir ferdi olarak, iki yıl kadar önce, bu ve buna benzer konularda (eğitime dair hicranlarımızı içeren) yazdığım dört beş sayfalık bir raporu Sayın Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, Millî Eğitim Bakanı, YÖK Başkanı ve Üniversitelerarası Kurul Sekreterinin bizzat şahıslarına iadeli taahhütlü olarak göndermiştim.

Ama ne hikmetse hiçbirinden bir cevap da gelmedi. Sanırım biraz zülf ü yâre dokunduğumuzdan olsa gerektir… Ya da kaale alınmadığımızdan… Zâten kim eleştirilmekten hoşlanıyor ki? Herkes alkışlanmak ve pohpohlanmak istiyor maalesef.

Oysa her dâim ve her zaman, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” demek lâzım.

Bunun üzerine ben de köşe yazarlığı yaptığım gazetede, “Kamuoyuna Açık Mektup” başlığıyla bu raporu yayınlamıştım.

Zâten Sayın Cumhurbaşkanı da yaptığı konuşmalarında her vesile ile “Eğitimde, kültürde, sanatta yeterince başarılı olamadık!” diye itirafta bulunmuyor muydu? Aynı iktidar döneminde yedi sekiz tane Millî Eğitim Bakanının değiştirilmesi ayrıca bunun göstergesi ve ispatı değil midir?

Velhasıl, söz çok ama yer yok!

Sonuç

Son olarak şunu belirtmeliyim ki, genelde öğretmenlerin, okul müdürlerinin, eğitim uzmanları ve maarif müfettişlerinin, özelde de toplumda “millî ve ahlâkî bir şuur” oluşturmak açısından “Türkçe ve tarih” öğretmenlerinin belirli ilkeler çerçevesinde seçilerek (salt puanlama sistemiyle değil), belirli kriterlere uygun olarak mesleğe intisap ettirilmeleri gerekir.* Bunun için de meslek her bakımdan çok daha fazla câzip hâle getirilmelidir.

Unutulmasın ki, stratejik olarak milletlerin geleceğini inşâ edenler, birinci derecede öğretmenlerdir.

 

*Türkçe ve tarih öğretmenlerinin özellikleriyle ilgili olarak bazı yaşanmış örnekleri, daha önce “Elbistanın Sesi” gazetesinde yazdığım hatıralarım ile ilgili yazılar arasında isteyen bulup okuyabilir.