Öğrenim ve üniversite yönetimi (3)

Akademik bilgi ve araştırma, yönetimler tarafından teşvik edilmeli ve bu çalışmalara saygınlık kazandırılmalıdır. Ötekileştirilmiş ve yönetim gibi düşünmeyen, ancak değerli bir araştırmacının yok sayılması, ülkeye büyük zarardır. Bu tür akademisyenlerin üniversite ve sisteme dâhil edilmeleri yönetimin elindedir. Yönetimler “kadrolaşma, idare etme ve kişisel tercih” prangalarından kurtuldukları gün, üniversiteler de şehri, bilimi ve toplumu omuzlamış olacaklardır. Böyle bir tercih, üniversite yönetimlerine kalmıştır.

ÜNİVERSİTE yönetimlerinin önünde öğretim, sosyal bütünleşme ve AR-GE sacayağı bulunuyor. Bunlardan öğretim; lisans, lisansüstü ve sonrasında yapılması gerekenleri oluşturuyor. Bu kısımda bilimsel çalışmalar, doktora çalışmaları ve yerele dönük know-how (bir şeyi yapabilme bilgisi) iletiminde öncülük yapılması gerekiyor.

Üniversite gençliğinin en az kitap okuduğu ülkeler arasında maalesef Türkiye de yer almaktadır. Bunun telâfisinde elbette bireyin kendisi odak noktasında bulunuyor. Kitap okumanın önünde bir engel bulunmamaktadır. Ancak üniversitelerin kitap okumayı ne derece teşvik ettiği ve bu yolda ne derece rehber olunduğu tartışılır.

Üniversite yönetimlerinin şiddetle bu sorunun üzerine gitmesi zorunludur. Bu başarılamadığı takdirde, istenilen “öğretim/öğrenim” hedefine ulaşılması mümkün değildir. Diploma odaklı üniversite anlayışını kitap, kütüphane ve evrensel değerlerin içinde maddî ve mânevî değerleri gören bir nesil için yol açıcı olmak gerekiyor.

Batı ve Doğu medeniyetlerinin birlikte ve karşılaştırmalı olarak incelendiği lisansüstü tezlerle öğrenim aşaması desteklenmelidir. Tarihî, kültürel ve geleneksel olarak her iki dünyanın verilerini özümseyerek sunabilecek ülkelerin başında hiç şüphesiz Türkiye gelmektedir. Üniversite yönetimlerinin teşvik ve desteği ile yapılabilecek bu tür tezler kitaba dönüştürülmelidir. Türkiye, aklı ve geleneği birlikte harmanlayabilmeyi başarmış nadir ülkelerden birisidir.

Sadece Batı kaynaklarından yola çıkılarak eğitim ve öğretimde yol alınma süresi bitmiştir. Sadece geleneksel hassasiyetlerle ilerlemek de çağın karşılığı olmayacaktır. Geleneksel konularda hassas olup fen bilimleri gibi alanlarda noksan olmak da doğru değildir. Bu ikisinin damıtılması, ancak ülke için yeni bir yol yeni bir medeniyet inşâsına öncülük edebilir. Bu nedenle üniversite yönetimleri yelpazenin her iki tarafına da odaklanmak durumundadırlar.

Üniversite yönetimlerinin sosyal ayağında yerleşkenin içerisi, yerleşkenin dışı ve çevre iller ile merkezî yönetim yer alır. Bizim toplumumuzda merkezî yönetimler “arayı iyi tutma” eğiliminde olduğundan, burada bir sıkıntı yaşanmamaktadır. Yerleşke içerisinde ise genelde yönetimin hâkimiyeti esastır. Şehirle olan sosyal iletişim ve irtibat ise siyâsiler, valilik ve şehirde söz sahibi bazı büyük kurumlarla sınırlı kalmaktadır. 

Sosyal düzlemde üniversitenin şehir ile iletişimi üniversite yönetimleriyle maksimalist seviyede yapılabilir. Yönetim sadece protokol aşamasında kalmamalıdır. Şehrin fikir açısından sosyal hareketliliğinin lokomotifi olmalıdır. Ancak burada şehrin bu lokomotife ne derece vagon olacağı da şüphelidir. Özellikle küçük şehirlerde ve son üniversitelerin kurulduğu illerde toplum ve esnafın tek beklentisi vardır: “Daha fazla öğrenci, daha fazla ticâret”...

Bu anlayışın kırılması, üniversite yönetimlerinin yol açıcı yeni projelerle mümkün olabilir.

Yerleşke içerisinde sosyal yapısı tamamen ast-üst ilişkisinden öteye geçmeyen yönetim anlayışında verim düşük kalır. Yönetime dâhil olanların kendi aralarında sosyalleştikleri, diğerlerinin ise “idare edildiği” anlayışı, üniversitelerin önündeki en büyük engellerden birisidir.

Üniversite yönetimleri yeni iş ve oluşumlarda akademisyenlerden taleplerini “aba altından sopa gösterme gibi tehdit dilinden” kurtarmak zorundadır. Yapılması gereken ise akademisyenlerin gönül esası ve rızâya dayalı sisteme dâhil edilmesidir.

Gönül rızâsına göre sisteme dâhil etmek yönetime ek yük getireceği için yönetimlerin bazıları bundan kaçmaktadırlar. Bu şekilde “evrak” odaklı yönetim anlayışından sosyalleşmenin ve atılımın gönül esasına dayalı olduğu impulsif yönetim anlayışı benimsenmelidir.

Belli bir düzeye erişmiş üniversitelerde, üniversiteye eleman kazandırılması kurumsallaşmıştır. Gelişmekte olan üniversitelerde ise alınacak çok yol olduğu görülmektedir. Bu işin aslında çok kolayken zorlaştırılması, konunun yönetime ikinci defa talip olmaya feda edildiğini gösteriyor.

Öğrenmenin Batı-Doğu karşılaştırmalı olduğu, üniversiteye eleman kazandırmanın impulsif ve kökleri şehrin kaynaklarından beslenen anlayışta olması zorunluluktur. Aksi durumdaki yönetim anlayışlarında üniversiteler “diploma” vermekten öteye geçemeyecektir. 

Üniversite yönetimleri AR-GE çalışmalarında şehrin lokomotifi olmayı sadece bazı büyük şehirlerde ve sanayi şehirlerinde son yirmi yılda başarmış durumdadırlar. Sanayi şehirleriyle aynı zamanda kurulan özellikle Anadolu üniversiteleri, AR-GE’de istenen ivmeyi yakalayamamışlardır.

Kendi kabuğunda AR-GE odaklı üretim yapan üniversitelerin bilimsel çalışmaları sadece dünya bilimine katkı sağlar ve akademisyenin unvan tamamlamasına yardım eder. Akademisyene ek yük getirmemek şartıyla, yerel ve şehrin kaynaklarının çağın gerektirdiği bilimlerle birlikte kullanıldığı AR-GE çalışmaları ise hem akademisyeni yukarı çeker, hem de şehri taşır. Yönetimler bu tarz bir yönetimi uygularlarsa şehrin ve ülkenin de ekonomisine ayrıca katkı sağlarlar. Her şehir, kendi yerel kaynaklarını evrensel ve modern bilimle katma değeri yüksek ürüne dönüştürmeye yardımcı olan üniversite yönetimine sahip çıkar.  

Üniversite-sanayi işbirliği özellikle Anadolu şehirlerinde gelişmemişse, bunun en büyük nedeni, iletişim eksikliği ve akademinin üniversite yönetimi tarafından doğru yönlendirilememesidir. Yerel kaynakların akademik inceleme yapanları üniversitede yer edinirlerse, bu sorunların hepsi kendiliğinden çözülür. ABD’de yapılan bir araştırmanın bir benzerini yapmak elbette önemlidir. Ancak bu tür bir araştırmanın şehrin kaynaklarına katma değer ve know-how katkısı olanları daha önemlidir.

Gerek şehir-üniversite bütünleşmesi, gerekse AR-GE ve üniversite-sanayi işbirliğinde “yerleşke” kabuğunu kırmış üniversite yönetimleri, bilim, teknik ve fikrî iktidar noktasında atılım yapabilirler. Aksi durumda yerleşke ile sınırlı bir yönetim anlayışı lokomotif olmaktan vârestedir.

Nasıl ki öğrenmede lokomotif bireyin kendisi ise, üniversitenin şehri omuzlamasındaki lokomotif de üniversitelerdir. Üniversitelerde asıl lokomotif ise akademisyenlerin bilimsel çalışmalarıdır.

Bugün şehirlerde bilime ve bilim insanına pek kıymet verilmediği gibi bazı üniversite yönetimleri de bu unsurlara hiç değer vermemektedirler. Zira araştırma, donanım ve potansiyeli yüksek bir akademisyen, üniversiteyi dünyaya duyurabilir ve tanıtabilir. Bu tür araştırmacıların sisteme dâhil edilmemesi, netice açısından başarısızlık olacaktır. Özellikle Batı’da bazı üniversiteler, bir vizyon ile tanınmışlardır. Bizde ise belli bir kısmın görüşünün yansıdığı kurumlar olarak kalmıştırlar. Bunların dünya üniversite sıralamasında yer edinememelerinin tek nedeni işte budur! Yönetimler bunu çok rahatlıkla kırabilirler; tabiî ellerini taşın altına koyup zahmete katlanmayı isterlerse…

Akademik bilgi ve araştırma, yönetimler tarafından teşvik edilmeli ve bu çalışmalara saygınlık kazandırılmalıdır. Ötekileştirilmiş ve yönetim gibi düşünmeyen, ancak değerli bir araştırmacının yok sayılması, ülkeye büyük zarardır. Bu tür akademisyenlerin üniversite ve sisteme dâhil edilmeleri yönetimin elindedir. Yönetimler “kadrolaşma, idare etme ve kişisel tercih” prangalarından kurtuldukları gün, üniversiteler de şehri, bilimi ve toplumu omuzlamış olacaklardır. Böyle bir tercih, üniversite yönetimlerine kalmıştır.

 

Not: Son üç yazımızda hiçbir kurum, kişi, şehir, STK ve şahıs konu edilmemiştir. Sadece düşünce düzleminde bir fikir gezintisi yapılmıştır.