ÜNİVERSİTE yönetimlerinin
önünde öğretim, sosyal bütünleşme ve AR-GE sacayağı bulunuyor. Bunlardan
öğretim; lisans, lisansüstü ve sonrasında yapılması gerekenleri oluşturuyor. Bu
kısımda bilimsel çalışmalar, doktora çalışmaları ve yerele dönük know-how (bir
şeyi yapabilme bilgisi) iletiminde öncülük yapılması gerekiyor.
Üniversite
gençliğinin en az kitap okuduğu ülkeler arasında maalesef Türkiye de yer
almaktadır. Bunun telâfisinde elbette bireyin kendisi odak noktasında
bulunuyor. Kitap okumanın önünde bir engel bulunmamaktadır. Ancak
üniversitelerin kitap okumayı ne derece teşvik ettiği ve bu yolda ne derece
rehber olunduğu tartışılır.
Üniversite
yönetimlerinin şiddetle bu sorunun üzerine gitmesi zorunludur. Bu
başarılamadığı takdirde, istenilen “öğretim/öğrenim” hedefine ulaşılması mümkün
değildir. Diploma odaklı üniversite anlayışını kitap, kütüphane ve evrensel
değerlerin içinde maddî ve mânevî değerleri gören bir nesil için yol açıcı
olmak gerekiyor.
Batı
ve Doğu medeniyetlerinin birlikte ve karşılaştırmalı olarak incelendiği
lisansüstü tezlerle öğrenim aşaması desteklenmelidir. Tarihî, kültürel ve
geleneksel olarak her iki dünyanın verilerini özümseyerek sunabilecek ülkelerin
başında hiç şüphesiz Türkiye gelmektedir. Üniversite yönetimlerinin teşvik ve
desteği ile yapılabilecek bu tür tezler kitaba dönüştürülmelidir. Türkiye, aklı
ve geleneği birlikte harmanlayabilmeyi başarmış nadir ülkelerden birisidir.
Sadece
Batı kaynaklarından yola çıkılarak eğitim ve öğretimde yol alınma süresi
bitmiştir. Sadece geleneksel hassasiyetlerle ilerlemek de çağın karşılığı
olmayacaktır. Geleneksel konularda hassas olup fen bilimleri gibi alanlarda noksan
olmak da doğru değildir. Bu ikisinin damıtılması, ancak ülke için yeni bir yol
yeni bir medeniyet inşâsına öncülük edebilir. Bu nedenle üniversite yönetimleri
yelpazenin her iki tarafına da odaklanmak durumundadırlar.
Üniversite
yönetimlerinin sosyal ayağında yerleşkenin içerisi, yerleşkenin dışı ve çevre
iller ile merkezî yönetim yer alır. Bizim toplumumuzda merkezî yönetimler
“arayı iyi tutma” eğiliminde olduğundan, burada bir sıkıntı yaşanmamaktadır. Yerleşke
içerisinde ise genelde yönetimin hâkimiyeti esastır. Şehirle olan sosyal
iletişim ve irtibat ise siyâsiler, valilik ve şehirde söz sahibi bazı büyük
kurumlarla sınırlı kalmaktadır.
Sosyal
düzlemde üniversitenin şehir ile iletişimi üniversite yönetimleriyle
maksimalist seviyede yapılabilir. Yönetim sadece protokol aşamasında
kalmamalıdır. Şehrin fikir açısından sosyal hareketliliğinin lokomotifi
olmalıdır. Ancak burada şehrin bu lokomotife ne derece vagon olacağı da şüphelidir.
Özellikle küçük şehirlerde ve son üniversitelerin kurulduğu illerde toplum ve
esnafın tek beklentisi vardır: “Daha fazla öğrenci, daha fazla ticâret”...
Bu
anlayışın kırılması, üniversite yönetimlerinin yol açıcı yeni projelerle mümkün
olabilir.
Yerleşke
içerisinde sosyal yapısı tamamen ast-üst ilişkisinden öteye geçmeyen yönetim
anlayışında verim düşük kalır. Yönetime dâhil olanların kendi aralarında
sosyalleştikleri, diğerlerinin ise “idare edildiği” anlayışı, üniversitelerin
önündeki en büyük engellerden birisidir.
Üniversite
yönetimleri yeni iş ve oluşumlarda akademisyenlerden taleplerini “aba altından
sopa gösterme gibi tehdit dilinden” kurtarmak zorundadır. Yapılması gereken ise
akademisyenlerin gönül esası ve rızâya dayalı sisteme dâhil edilmesidir.
Gönül
rızâsına göre sisteme dâhil etmek yönetime ek yük getireceği için yönetimlerin
bazıları bundan kaçmaktadırlar. Bu şekilde “evrak” odaklı yönetim anlayışından
sosyalleşmenin ve atılımın gönül esasına dayalı olduğu impulsif yönetim
anlayışı benimsenmelidir.
Belli
bir düzeye erişmiş üniversitelerde, üniversiteye eleman kazandırılması
kurumsallaşmıştır. Gelişmekte olan üniversitelerde ise alınacak çok yol olduğu
görülmektedir. Bu işin aslında çok kolayken zorlaştırılması, konunun yönetime
ikinci defa talip olmaya feda edildiğini gösteriyor.
Öğrenmenin
Batı-Doğu karşılaştırmalı olduğu, üniversiteye eleman kazandırmanın impulsif ve
kökleri şehrin kaynaklarından beslenen anlayışta olması zorunluluktur. Aksi
durumdaki yönetim anlayışlarında üniversiteler “diploma” vermekten öteye
geçemeyecektir.
Üniversite
yönetimleri AR-GE çalışmalarında şehrin lokomotifi olmayı sadece bazı büyük
şehirlerde ve sanayi şehirlerinde son yirmi yılda başarmış durumdadırlar.
Sanayi şehirleriyle aynı zamanda kurulan özellikle Anadolu üniversiteleri,
AR-GE’de istenen ivmeyi yakalayamamışlardır.
Kendi
kabuğunda AR-GE odaklı üretim yapan üniversitelerin bilimsel çalışmaları sadece
dünya bilimine katkı sağlar ve akademisyenin unvan tamamlamasına yardım eder.
Akademisyene ek yük getirmemek şartıyla, yerel ve şehrin kaynaklarının çağın
gerektirdiği bilimlerle birlikte kullanıldığı AR-GE çalışmaları ise hem
akademisyeni yukarı çeker, hem de şehri taşır. Yönetimler bu tarz bir yönetimi
uygularlarsa şehrin ve ülkenin de ekonomisine ayrıca katkı sağlarlar. Her şehir,
kendi yerel kaynaklarını evrensel ve modern bilimle katma değeri yüksek ürüne
dönüştürmeye yardımcı olan üniversite yönetimine sahip çıkar.
Üniversite-sanayi
işbirliği özellikle Anadolu şehirlerinde gelişmemişse, bunun en büyük nedeni,
iletişim eksikliği ve akademinin üniversite yönetimi tarafından doğru yönlendirilememesidir.
Yerel kaynakların akademik inceleme yapanları üniversitede yer edinirlerse, bu
sorunların hepsi kendiliğinden çözülür. ABD’de yapılan bir araştırmanın bir
benzerini yapmak elbette önemlidir. Ancak bu tür bir araştırmanın şehrin
kaynaklarına katma değer ve know-how katkısı olanları daha önemlidir.
Gerek
şehir-üniversite bütünleşmesi, gerekse AR-GE ve üniversite-sanayi işbirliğinde
“yerleşke” kabuğunu kırmış üniversite yönetimleri, bilim, teknik ve fikrî
iktidar noktasında atılım yapabilirler. Aksi durumda yerleşke ile sınırlı bir
yönetim anlayışı lokomotif olmaktan vârestedir.
Nasıl
ki öğrenmede lokomotif bireyin kendisi ise, üniversitenin şehri omuzlamasındaki
lokomotif de üniversitelerdir. Üniversitelerde asıl lokomotif ise
akademisyenlerin bilimsel çalışmalarıdır.
Bugün
şehirlerde bilime ve bilim insanına pek kıymet verilmediği gibi bazı üniversite
yönetimleri de bu unsurlara hiç değer vermemektedirler. Zira araştırma, donanım
ve potansiyeli yüksek bir akademisyen, üniversiteyi dünyaya duyurabilir ve
tanıtabilir. Bu tür araştırmacıların sisteme dâhil edilmemesi, netice açısından
başarısızlık olacaktır. Özellikle Batı’da bazı üniversiteler, bir vizyon ile
tanınmışlardır. Bizde ise belli bir kısmın görüşünün yansıdığı kurumlar olarak
kalmıştırlar. Bunların dünya üniversite sıralamasında yer edinememelerinin tek
nedeni işte budur! Yönetimler bunu çok rahatlıkla kırabilirler; tabiî ellerini
taşın altına koyup zahmete katlanmayı isterlerse…
Akademik
bilgi ve araştırma, yönetimler tarafından teşvik edilmeli ve bu çalışmalara saygınlık
kazandırılmalıdır. Ötekileştirilmiş ve yönetim gibi düşünmeyen, ancak değerli
bir araştırmacının yok sayılması, ülkeye büyük zarardır. Bu tür
akademisyenlerin üniversite ve sisteme dâhil edilmeleri yönetimin elindedir. Yönetimler
“kadrolaşma, idare etme ve kişisel tercih” prangalarından kurtuldukları gün,
üniversiteler de şehri, bilimi ve toplumu omuzlamış olacaklardır. Böyle bir
tercih, üniversite yönetimlerine kalmıştır.
Not: Son üç yazımızda hiçbir kurum, kişi, şehir, STK ve şahıs konu edilmemiştir. Sadece düşünce düzleminde bir fikir gezintisi yapılmıştır.