Öğrenim ve üniversite yönetimi (2)

Üniversite yönetimleri modern bilim, nano-teknoloji ve yenilenebilir enerji gibi alanlardaki çalışmaları kendi öz ve yerel donanımlarımızla buluşturan çalışmaları teşvik etmelidirler. Akademisyenlerin kendi alanlarında yaptıkları çalışmalar, bilim dünyasına elbette katkı sağlamaktadır. Bu katkının şehre, topluma ve ülkeye yansıması gerekir. Şehirden kopuk bir üniversite, sürdürülebilir durumdan uzak kalmaya mahkûmdur.

ÖĞRENİM düzeyinin en yüksek olduğu kurumların başında hiç şüphesiz üniversiteler gelir. 2021 yılı itibariyle Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın tüm oturumlarına toplam 4 milyonun üzerinde aday katılmıştır. Sadece üniversite sınavına katılan adaylar ise 2 milyon 300 bin civarındadır. Bu rakamlar bazı ülkelerin nüfuslarından bile fazladır.

Bu kadar dinamik ve genç neslin en azından üniversitelerde doğru bir yolda ilerlemelerine yardım etmek kadar doğal/fıtrî bir durum olamaz. Sadece bu uğurda seferberlik ilân edilse yeridir. Zira başarı oranının yüzde 68’lerde olduğu bir sınav sisteminden, gençlerin toplum içerisinde makbul yer edinmeleri bilim, çalışma ve emekten ziyâde yarış odaklı bir durumdan başarıyla çıkma çabaları arta kalıyor.

YÖK, ÖSYM, sınav sistemi ve üniversitelerin aksaklıklarının kurulacak uzman ekiplerce tespit edilip TBMM’de yasalanması sağlanabilir. Bu durum üniversite ve yönetim anlayışında değişikliğin, kurumların kabul etmesiyle mümkün olduğu bir durumdur.

Bu yazıda amaç, mevcut kanun ve şartlar altında üniversite yönetiminin bütün gençlere umut ışığı olma yolunun nasıl sağlanabileceği hakkındadır ve yönetimin sahip olduğu yetkiyi nerede, nasıl ve ne nitelikte kullandığı takdirde gençlere faydalı olabileceği üzerinde durulmuştur.   

Kültürümüzde eğitimin karşılığı için “terbiye”, öğretimin karşılığı için de “tâlim” ifadeleri kullanılmıştır. Terbiye, daha çok fıtrî ve doğal yolla yetişme olarak görülebilir. İnformel açıdan çocuğun yetişmesinin en doğru yolu, bir ailenin çocuğuna verdiği terbiyedir. Formel alanda ise çocuğu MEB’e bağlı okullar şekillendirir.

Tâlim, daha çok uygulama olarak görülebilir. “Günümüzde bunun karşılığı YÖK’e bağlı kurumlardır” denilse yanlış olmaz. Eğitim/terbiye aşamasından donanımla gelen gençlerin bilgi, öğrenim, tâlim ve tatbikat gibi oluşumları üniversitelerde şekillendirmesi gerekir. Öğrenilen her bilginin neden öğrenildiği bilinciyle uygulama sahalarının neler olabileceğine dair dinamikleri harekete geçirmenin ortamı üniversitelerdir.

“Almak, talep etmek ve tahsil” ifadeleri, tâlim çerçevesince görülmelidir. Kelime olarak “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, bir nesnenin şeklini zihinde oluşturmak ve nesneyi gerçek hâliyle bilmek” anlamındaki tâlim, “ilim” kökünden türemiştir. İlim/bilim çerçevesince bakıldığında, “birine bilgi öğretmek, ders okutmak” anlamında da tâlim kullanılır.

Bu nedenle üniversite yönetimlerinin iletişim, maddî-mânevî-millî ortam, bilim, ilim, teknik, sosyal ve sanayi düzleminde lokomotif olması gerekir. Mevcut hâldeki kanun ve yönetmelikler çerçevesince yönetimler bu işlemleri yapabilme fırsatına sahiptirler.

Üniversite yönetimlerinin önünde statik ve dinamik türde iki yol bulunmaktadır. Yeni açılan 150 civarında yeni üniversitenin dünya standartlarında yerlerini almaları sadece akademisyenlerin çalışma ve gayretlerine yüklenilmesiyle beklenmemelidir. Özellikle gelişim aşamasındaki üniversitelerde akademisyenler birden fazla işle uğraşmaktan bitkin düşüyorlar. Yönetimler dinamik bir anlayışla ek yük getirmeyecek şekilde akademiyi teşvik edebilmelidirler.

Lisans, lisansüstü ve proje odaklı çalışmalarda yeterli fırsat ve eşitlik sunulmalı ve projenin zamanla hiçleşmesinin önüne geçilmelidir. Üniversite mezunlarının mesleklerini daha çok işe başladıklarında öğrenmeleri, statik bir üniversite yönetim anlayışının sonucudur.

Lisans ve lisansüstünde her bilginin metin olarak okutulması veya öğretilmesi sorun değildir. Ancak sadece Batı kültürünü içeren derslerin kopyala-yapıştır ya da “çeviri” ile kendi gençliğimize öğretmek ne derece doğrudur?

Nörolog Freud bir prens gibi derslerde okutulurken, Yunus Emre’nin insan ve toplum anlayışının okutulmaması makbul bir durum olabilir mi? Gençlere Freud okutup Yunus Emre gibi davranmalarını beklemek, hem mantık hatâsı, hem de aklen yanlıştır.      

Üniversite yönetimi bu ve bunun gibi alanlarda en azından seçmeli lisans derslerini teşvik edebilir. Gençler eş zamanlı olarak Batı, Doğu, Hint ve diğer medeniyetleri karşılaştırmalı olarak birlikte öğrenmelidir. Üniversite yönetimi sosyal anlamda Doğu-Batı medeniyetlerini karşılaştırmalı ve Doğu medeniyetleri ölçeğinde tez ve projeleri teşvik etmelidir.

Bizim toplumumuzda sorunlar, olmadan önce çözülemiyor. En azından üniversiteler sorunların çözümlerini gerçekleşmeden önce ortaya koyarak yerleşke, şehir ve toplum için öncülük edebilirler. Üniversiteler sadece Batı ya da sadece Doğu medeniyetleri ölçeğinde bir anlayışta olamazlar. Yönetimler fikrî iktidar ölçeğinde kendi maya ve hamuruyla yoğrulmuş ürün odağı yöntemini takip edebilirler. Bu nedenle yönetimler, en azından tezler için teşvik edici yolu Batı-Doğu medeniyetlerinden alınan balların Türkiye peteğinde toplanmasına yardımcı olmalıdırlar.

Gençlik pandemi sürecinde “yüz yüze” öğretimde ısrar etti. Üniversiteler 2-3 hafta gecikmeli de olsa tamamen çevrimiçi ve gençliği koruma amacına yönelik olarak iyi niyetle öğretime hemen başladı. Buna rağmen yüz yüze öğretimde ısrarcı olunması ve bu yolda istenen başarının sağlanamaması, hazırlıksız yakalanmaktan kaynaklanmıştır. Dijital teknoloji, nano-teknoloji ve internet okuryazarlığı gibi dersler yıllardır okutulurken, “çevrimiçi öğretime hazırlıksız yakalanmak” akıl kârı mıdır?

Sosyal medya kullanımı açısından gençlik, yüzde 94 gibi büyük bir orana sahiptir. Hâl böyleyken, gençlerin çevrimiçi derslerden ziyâde yüz yüze öğretimde ısrarcı oluşları derslerin “-mış” gibi yapılmasından kaynaklanmıştır. Oysa bugün ülkemizde öğrenci sayısı en fazla olan fakülteler, uzaktan öğretim yapanlardır.

Sosyal, fen, üniversite-sanayi ve üniversite-şehir bütünleşmesi açısından lokomotif güç, üniversite yönetimleridir. Yönetimler sadece “idare etme” yolunu tercih ettiklerinde statik bir anlayış hâkim olacağından, üniversite bu kez öğrenci, şehir, sanayi ve toplumla ilgili lokomotif olmaktan da uzak kalır.  Dinamik yönetim anlayışında şehir, toplum ve üniversitenin sorunları önceden çözülüp zamanı geldiğinde derhâl uygulamaya konulacak potansiyel yöntem aktif tutulur.  

Azerbaycan bağımsızlığını kazanmadan önce, Türkiye üniversiteleri Azerbaycan’la ilgili 100 civarında tez yaptırıyor. Bunlardan 90 tanesi yüksek lisans tezi, 10 tanesi ise doktora tezi. ABD ise 10 bin tez yaptırıyor. ABD’nin yaptırdığı bu tezler düşünce kuruluşlarına ve oradan da ABD Başkanlık Ofisine gidiyor. Peki, şimdilerde bu durum değişti mi? Son iki yüzyıldır dünyada en fazla yıprananların Türkler olduğu ortadayken, Londra’dan çıkıp Pekin’e kadar gidilecek yolculukta Türklerin yegâne omurga olması gerektiğine dair kaç tane doktora tezi yaptırıldı? Bunların kaç tanesi yönetim tarafından teşvik edildi?

Hâce Ahmed Yesevî, Mevlâna, Itrî ve İbni Arabî gibi zâtların kozmoloji, çevre, insan ve toplum gibi çok sayıda görüşlerine dair ABD, İngiltere ve Almanya gibi devletlerde binlerce doktora tezi yapılırken, ülkemizde kaç tane doktora tezi yapıldığına bakmak gerekmiyor mu? Son 25-30 yıl içerisinde adı geçen bu Batı devletleri Türkiye’nin 800 yıl önceki fikir adamlarıyla ilgili bunca doktora tezini neden yaptırırlar? Türkiye üniversiteleri neden bu alandan uzak dururlar? Bunları teşvik edecek olanlar üniversite yönetimleri değil midir?

Üniversitelerin büyük kısmında yenilenebilir enerji, dijital teknoloji ve nano-teknoloji, öncelikli alanlardır. Bu alanların tek başlarına üniversite ve şehri omuzlamaları zordur. Modern bilim, teknoloji, yenilenebilir enerji, nano-teknoloji ve benzer araştırma alanlarının üniversitelerin bulunduğu şehirlerin yerel kaynaklara katma değer eklemeleri gerekir.

Popüler alanlar unvan yükseltmede işe yararken, bu alanlarda üretilen eserler çoğunlukla Batı kaynaklarında yayınlanıyor ve telif hakları da onlara geçiyor. Üniversite yönetimleri modern bilim, nano-teknoloji ve yenilenebilir enerji gibi alanlardaki çalışmaları kendi öz ve yerel donanımlarımızla buluşturan çalışmaları teşvik etmelidirler.

Akademisyenlerin kendi alanlarında yaptıkları çalışmalar, bilim dünyasına elbette katkı sağlamaktadır. Bu katkının şehre, topluma ve ülkeye yansıması gerekir. Şehirden kopuk bir üniversite, sürdürülebilir durumdan uzak kalmaya mahkûmdur.

(Devam edecek…)