ÖĞRENİM düzeyinin en
yüksek olduğu kurumların başında hiç şüphesiz üniversiteler gelir. 2021 yılı
itibariyle Yükseköğretim Kurumları Sınavı’nın tüm oturumlarına toplam 4 milyonun
üzerinde aday katılmıştır. Sadece üniversite sınavına katılan adaylar ise 2
milyon 300 bin civarındadır. Bu rakamlar bazı ülkelerin nüfuslarından bile
fazladır.
Bu
kadar dinamik ve genç neslin en azından üniversitelerde doğru bir yolda
ilerlemelerine yardım etmek kadar doğal/fıtrî bir durum olamaz. Sadece bu uğurda
seferberlik ilân edilse yeridir. Zira başarı oranının yüzde 68’lerde olduğu bir
sınav sisteminden, gençlerin toplum içerisinde makbul yer edinmeleri bilim,
çalışma ve emekten ziyâde yarış odaklı bir durumdan başarıyla çıkma çabaları arta
kalıyor.
YÖK,
ÖSYM, sınav sistemi ve üniversitelerin aksaklıklarının kurulacak uzman
ekiplerce tespit edilip TBMM’de yasalanması sağlanabilir. Bu durum üniversite
ve yönetim anlayışında değişikliğin, kurumların kabul etmesiyle mümkün olduğu
bir durumdur.
Bu
yazıda amaç, mevcut kanun ve şartlar altında üniversite yönetiminin bütün
gençlere umut ışığı olma yolunun nasıl sağlanabileceği hakkındadır ve yönetimin
sahip olduğu yetkiyi nerede, nasıl ve ne nitelikte kullandığı takdirde gençlere
faydalı olabileceği üzerinde durulmuştur.
Kültürümüzde
eğitimin karşılığı için “terbiye”, öğretimin karşılığı için de “tâlim”
ifadeleri kullanılmıştır. Terbiye, daha çok fıtrî ve doğal yolla yetişme olarak
görülebilir. İnformel açıdan çocuğun yetişmesinin en doğru yolu, bir ailenin
çocuğuna verdiği terbiyedir. Formel alanda ise çocuğu MEB’e bağlı okullar
şekillendirir.
Tâlim,
daha çok uygulama olarak görülebilir. “Günümüzde bunun karşılığı YÖK’e bağlı
kurumlardır” denilse yanlış olmaz. Eğitim/terbiye aşamasından donanımla gelen
gençlerin bilgi, öğrenim, tâlim ve tatbikat gibi oluşumları üniversitelerde
şekillendirmesi gerekir. Öğrenilen her bilginin neden öğrenildiği bilinciyle
uygulama sahalarının neler olabileceğine dair dinamikleri harekete geçirmenin
ortamı üniversitelerdir.
“Almak,
talep etmek ve tahsil” ifadeleri, tâlim çerçevesince görülmelidir. Kelime
olarak “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, bir nesnenin şeklini zihinde oluşturmak
ve nesneyi gerçek hâliyle bilmek” anlamındaki tâlim, “ilim” kökünden
türemiştir. İlim/bilim çerçevesince bakıldığında, “birine bilgi öğretmek, ders
okutmak” anlamında da tâlim kullanılır.
Bu
nedenle üniversite yönetimlerinin iletişim, maddî-mânevî-millî ortam, bilim,
ilim, teknik, sosyal ve sanayi düzleminde lokomotif olması gerekir. Mevcut hâldeki
kanun ve yönetmelikler çerçevesince yönetimler bu işlemleri yapabilme fırsatına
sahiptirler.
Üniversite
yönetimlerinin önünde statik ve dinamik türde iki yol bulunmaktadır. Yeni
açılan 150 civarında yeni üniversitenin dünya standartlarında yerlerini
almaları sadece akademisyenlerin çalışma ve gayretlerine yüklenilmesiyle beklenmemelidir.
Özellikle gelişim aşamasındaki üniversitelerde akademisyenler birden fazla işle
uğraşmaktan bitkin düşüyorlar. Yönetimler dinamik bir anlayışla ek yük
getirmeyecek şekilde akademiyi teşvik edebilmelidirler.
Lisans,
lisansüstü ve proje odaklı çalışmalarda yeterli fırsat ve eşitlik sunulmalı ve
projenin zamanla hiçleşmesinin önüne geçilmelidir. Üniversite mezunlarının mesleklerini
daha çok işe başladıklarında öğrenmeleri, statik bir üniversite yönetim anlayışının
sonucudur.
Lisans
ve lisansüstünde her bilginin metin olarak okutulması veya öğretilmesi sorun
değildir. Ancak sadece Batı kültürünü içeren derslerin kopyala-yapıştır ya da “çeviri”
ile kendi gençliğimize öğretmek ne derece doğrudur?
Nörolog
Freud bir prens gibi derslerde okutulurken, Yunus Emre’nin insan ve toplum
anlayışının okutulmaması makbul bir durum olabilir mi? Gençlere Freud okutup
Yunus Emre gibi davranmalarını beklemek, hem mantık hatâsı, hem de aklen
yanlıştır.
Üniversite
yönetimi bu ve bunun gibi alanlarda en azından seçmeli lisans derslerini teşvik
edebilir. Gençler eş zamanlı olarak Batı, Doğu, Hint ve diğer medeniyetleri karşılaştırmalı
olarak birlikte öğrenmelidir. Üniversite yönetimi sosyal anlamda Doğu-Batı
medeniyetlerini karşılaştırmalı ve Doğu medeniyetleri ölçeğinde tez ve
projeleri teşvik etmelidir.
Bizim
toplumumuzda sorunlar, olmadan önce çözülemiyor. En azından üniversiteler sorunların
çözümlerini gerçekleşmeden önce ortaya koyarak yerleşke, şehir ve toplum için
öncülük edebilirler. Üniversiteler sadece Batı ya da sadece Doğu medeniyetleri
ölçeğinde bir anlayışta olamazlar. Yönetimler fikrî iktidar ölçeğinde kendi
maya ve hamuruyla yoğrulmuş ürün odağı yöntemini takip edebilirler. Bu nedenle
yönetimler, en azından tezler için teşvik edici yolu Batı-Doğu medeniyetlerinden
alınan balların Türkiye peteğinde toplanmasına yardımcı olmalıdırlar.
Gençlik
pandemi sürecinde “yüz yüze” öğretimde ısrar etti. Üniversiteler 2-3 hafta gecikmeli
de olsa tamamen çevrimiçi ve gençliği koruma amacına yönelik olarak iyi niyetle
öğretime hemen başladı. Buna rağmen yüz yüze öğretimde ısrarcı olunması ve bu
yolda istenen başarının sağlanamaması, hazırlıksız yakalanmaktan kaynaklanmıştır.
Dijital teknoloji, nano-teknoloji ve
internet okuryazarlığı gibi dersler yıllardır
okutulurken, “çevrimiçi öğretime hazırlıksız yakalanmak” akıl kârı mıdır?
Sosyal
medya kullanımı açısından gençlik, yüzde 94 gibi büyük bir orana sahiptir. Hâl
böyleyken, gençlerin çevrimiçi derslerden ziyâde yüz yüze öğretimde ısrarcı
oluşları derslerin “-mış” gibi yapılmasından kaynaklanmıştır. Oysa bugün
ülkemizde öğrenci sayısı en fazla olan fakülteler, uzaktan öğretim yapanlardır.
Sosyal,
fen, üniversite-sanayi ve üniversite-şehir bütünleşmesi açısından lokomotif güç,
üniversite yönetimleridir. Yönetimler sadece “idare etme” yolunu tercih
ettiklerinde statik bir anlayış hâkim olacağından, üniversite bu kez öğrenci,
şehir, sanayi ve toplumla ilgili lokomotif olmaktan da uzak kalır. Dinamik yönetim anlayışında şehir, toplum ve
üniversitenin sorunları önceden çözülüp zamanı geldiğinde derhâl uygulamaya
konulacak potansiyel yöntem aktif tutulur.
Azerbaycan
bağımsızlığını kazanmadan önce, Türkiye üniversiteleri Azerbaycan’la ilgili 100
civarında tez yaptırıyor. Bunlardan 90 tanesi yüksek lisans tezi, 10 tanesi ise
doktora tezi. ABD ise 10 bin tez yaptırıyor. ABD’nin yaptırdığı bu tezler
düşünce kuruluşlarına ve oradan da ABD Başkanlık Ofisine gidiyor. Peki,
şimdilerde bu durum değişti mi? Son iki yüzyıldır dünyada en fazla
yıprananların Türkler olduğu ortadayken, Londra’dan çıkıp Pekin’e kadar
gidilecek yolculukta Türklerin yegâne omurga olması gerektiğine dair kaç tane
doktora tezi yaptırıldı? Bunların kaç tanesi yönetim tarafından teşvik edildi?
Hâce
Ahmed Yesevî, Mevlâna, Itrî ve İbni Arabî gibi zâtların kozmoloji, çevre, insan
ve toplum gibi çok sayıda görüşlerine dair ABD, İngiltere ve Almanya gibi
devletlerde binlerce doktora tezi yapılırken, ülkemizde kaç tane doktora tezi yapıldığına
bakmak gerekmiyor mu? Son 25-30 yıl içerisinde adı geçen bu Batı devletleri
Türkiye’nin 800 yıl önceki fikir adamlarıyla ilgili bunca doktora tezini neden
yaptırırlar? Türkiye üniversiteleri neden bu alandan uzak dururlar? Bunları
teşvik edecek olanlar üniversite yönetimleri değil midir?
Üniversitelerin
büyük kısmında yenilenebilir enerji, dijital teknoloji ve nano-teknoloji,
öncelikli alanlardır. Bu alanların tek başlarına üniversite ve şehri
omuzlamaları zordur. Modern bilim, teknoloji, yenilenebilir enerji, nano-teknoloji
ve benzer araştırma alanlarının üniversitelerin bulunduğu şehirlerin yerel
kaynaklara katma değer eklemeleri gerekir.
Popüler
alanlar unvan yükseltmede işe yararken, bu alanlarda üretilen eserler çoğunlukla
Batı kaynaklarında yayınlanıyor ve telif hakları da onlara geçiyor. Üniversite
yönetimleri modern bilim, nano-teknoloji ve yenilenebilir enerji gibi
alanlardaki çalışmaları kendi öz ve yerel donanımlarımızla buluşturan
çalışmaları teşvik etmelidirler.
Akademisyenlerin
kendi alanlarında yaptıkları çalışmalar, bilim dünyasına elbette katkı
sağlamaktadır. Bu katkının şehre, topluma ve ülkeye yansıması gerekir. Şehirden
kopuk bir üniversite, sürdürülebilir durumdan uzak kalmaya mahkûmdur.
(Devam edecek…)