İLK bakışta, “Öğlen
vakti karanlık olur mu arkadaş?” diye düşünsek de bir süre sonra yanıldığımızı
kolaylıkla anlayabiliriz.
Öyle
bir olur ki… Bilen bilmeyen şaşırabilir.
“Bin
yıllık geçmişi ve geleneği inkâr ederek, on yılda baskıyla ve tehditle sosyal
değişimi sağlamaya çalışma”nın bir eserde anlatıldığını görünce, hak
verirsiniz.
*
Samsun’un
Bafra ilçesinden olan Salih Hoca, ilk eğitimin ardından İstanbul’a gitmiş, Fatih
medreselerinde uzun yıllar ders almış, imtihanları geçerek dersiâm olmuş,
hocasının teşvikiyle Medresetü’l-Kudat’a girip kadı olmaya hak kazanmış,
İstanbul’da çeşitli görevler yaptıktan sonra, kendi şehrinin kadılık görevi
münhal olunca da ailecek memlekete dönmüşlerdi.
1914-24
yıllarını “Irmağın Kıyısındaki Köy Bengü” romanıyla anlatan Orhan Baylan,
1930-40 arasını ele aldığı “Öğlen Karanlığı” adlı ikinci romanında, Salih Hoca
etrafındaki kişilerin başından geçenleri aktarıyor.
Bu
yazının eleştiri mahiyetli olmadığını baştan belirteyim. Bir kritik yazısı
değil. Akademik bir yanının bulunma ihtimâli de yok. O yüzden dikkat çekmek
istediğim kısımları, olduğu gibi iktibas etmek niyetindeyim.
Yazarımızın
da memleketi Bafra…
“Öğlen
Karanlığı”, belgesel kıvamında bir eser.
Minik
bir mübalağa için izniniz olursa, şöyle söyleyebilirim: Büyük boy basılsaydı,
târih kitabı sanılabilirdi.
Ve
bir uyarıda bulunmayı da görev bilirim: Okurken bazen mide ağrısı, bazen baş
ağrısı çekilebilir. Ara sıra kitabı yere fırlatmak da gelebilir içinizden.
Okumak isteyenler için bunu da baştan bildirmiş olayım.
“O
gün de her zamanki alışkanlıkla ezanı beklemeden abdestini tazeleyip ikindi
namazını kılmak için Çarşı Camiî’ne gitmek üzere hazırlandı. Evi, ezanı
rahatlıkla duyabileceği kadar yakındı camilere ama alışkanlıkla hep önceden
giderdi.
Bafra’da
bir ustaya tarif edip yaptırana kadar akla karayı seçtiği portmantoya uzandı,
fötör şapkayı eline alıp evden çıktı. Mümkün olduğu kadar başına takmaz, elinde
taşır, tanıdık görünce onunla selâm verirdi.
Yolda
yavaş yavaş yürürken köşede bekleyen Hasan Efendi’yi gördü. Bengülüydü Hasan
Efendi. Biraz ilim tahsil etmişti, ağzı iyi lâf yapardı. Bu yüzden de Mustafa
Kemal’in Samsun’a ilk gelişinde karşılamak üzere Bafra’dan giden Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti üyeleri arasına bilhassa seçilmişti.
Yanına
varınca selâm verdi.
-
Ve aleykümselâm Hocam.
- Nasılsınız Hasan
Efendi, keyifler, çoluk çocuk?
-
İyidir Hocam, bu aralar bizim oğlanın İstanbul’da doktorluk okumak için gitme
durumu dolayısıyla buralarda kaldık. Yoksa bu sıcakta Eseçukuru’nda püfür püfür
rüzgârda keyif çatmak varken böcüklerin istilâsına maruz kalıyoruz.
- Yâ duydum, Galip
Bey oğlumuz Tıbbiye okuyacakmış, pek sevindim.
-
Evet ya Hocam, doktor olacak oğlumuz inşallah.
Gururla
söylemişti bu sözleri.
Büyük
Cami önüne varmışlardı ki minâreden o meş’um ses duyuldu: ‘Tanrı uludur… Tanrı
uludur!’
Okuyan,
yılların Ahmet Hocası idi.
Her
ikisi de kalakaldı olduğu yerde.
Ahmet
Hoca, elinde bir kâğıt, Türkçe ezanı okumaya devam etti. Salih Hoca uzun süre
hipnotize olmuş gibi minâreye baktı. Sonra Hasan Efendi’ye döndü. Yüzü sapsarı
olmuştu, bir an korktu bir şey olacak diye Hasan Efendi.
-
Hocam, iyi misin?
Bir
müddet hiçbir ifade belirtisi olmadan yüzüne bakan Salih Hoca, ‘İyiyim, iyiyim’ diyebildi mecâlsiz ve
perişan bir sesle.
-
Haydi Hocam, camiye girelim, hem biraz dinlenmiş olursunuz.
- Evet ya…
Bu
arada Ahmet Hoca, okuduğu ezanı bitirmiş, minâre derinliğinde kaybolmuştu.
Olduğu
yerde sanki düşecekmişçesine ayakta zor duran Salih Hoca, ‘Yok yok, ben
gelmiyorum. Beni çağırmıyorlar’ diyerek Hasan Efendi’nin şaşkın bakışları
altında evine doğru yürüdü.
Kapıyı
açan Hocânımın onun yüzünü görünce beti benzi attı. Hasta olup geri döndüğünü
düşünerek telâşla koluna girmeye çalıştı. Ama kolunu kurtarıp tek kelime
etmeyen Salih Hoca, pencere önündeki divana yaslandı.
‘Hasta
mısın Hocam?’ diyen eşine şöyle bakıp, kafasını ‘Hayır!’ anlamında salladı.
Sonra onun daha da telâşlanıp ortalığı velveleye vereceğini bildiği için işi
ağırdan aldı.
- Duymadın mı
Hocânım?
-
Neyi Hocam, ben bir şey duymadım.
- Ezan diye
okunanı! Sözde ezan okundu. Nihâyet aylardır söylenen, yazılan şeyler gerçekleşti.
Elimizde bir sadây-ı sünnet kalmıştı, onu da aldılar.
-
Kimler aldı Hocam?
- Keşke kefere alaydı.
*
1900’lü
yılların başından itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne olan sempatisi,
medresede kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla beraber Sultan Abdülhamid
aleyhinde her tür faaliyette bulunmasına sebep olmuştu.
Daha
sonra bazı arkadaşları İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden uzaklaşıp başka
yapılara kapılanmış olsalar bile aslında Salih Hoca’nın gönlü hep orada
kalmıştı.
Bu
yüzden hem, vatanın istilâsı sonucu imparatorluk yıkılırken kurulan Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti içinde düşünmeden yer almıştı. Aslında bu cemiyetin çekirdeğini
İttihat ve Terakki atmıştı. Kurtuluş Savaşı sırasında üzerine düşeni yapmış,
bilhassa Pontus emeli taşıyan İngiliz ve Fransızlarca desteklenen Rum
çeteleriyle yürütülen askerî ve sivil mücadelede çok gayreti görülmüştü.
Başından
beri Ankara Hükûmeti’ni desteklemiş, Dürrizâde fetvâsına karşı Rıfat Börekçi ve
Anadolu’daki yüz elli üç müftünün Kuvay-ı Milliye’yi destekleyen fetvâ
çıkarması hususunda eski medrese arkadaşlarını ziyaret etmişti.
İlk
Meclis’teki demokratik havayı çok sevmiş, hakkı ve hakikati savunan Ali Şükrü
Bey ve Hüseyin Avni gibi vekillerin gayretlerini çok değerli bulmuştu.
M.
Kemal’in İlk Meclis’e din adamlarını çok almasının nedenini aslında, ‘hem
Anadolu halkını bilinmeyen bu yeni oluşuma doğru çekmek, şeyhler ve yörelerinde
sözü geçen hocalar vâsıtasıyla hem İstanbul yönetimine de uyum mesajları vermek’
diye savunan bazılarıyla şiddetle tartışmış, öyle bir şeyin olmasının mümkün
olmadığını, kimsenin gizli ajandası olamayacağını iddia etmişti.
Ama
Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, İkinci Meclis’e M. Kemal destekçisi olan din
adamlarının alınması, daha sonra saltanat ve ardından Hilâfetin kaldırılması
yüreğini burkan hâdiseler olmuş, ‘İşte
şimdi İslâm âlemi başsız kaldı, eyvah!’ demişti.
Lozan’ın
kabul edilerek Batı bloğunda yer alabilmek için imparatorluk bâkiyelerinin
tümünden vazgeçilmesi de işin tuzu biberi olmuştu…”
Yazarımız
Orhan Baylan, bu eserinde bolca tuz biber kullanmış. Acı tatlı her tür biberden
sarf etmiş.
Biberler
bazı yerlerde epeyce acı kaçmış.
Lâkin
yazar neylesin?
Târih
sayfaları arasında yer almış hâdiseleri değiştirecek değil ya.
Devam
edelim…
*
“Şeriye
Vekâleti’nin ilgasıyla, kadılıktan yeniden ders vermeye dönmeye aslında çok da
üzülmedi. Zira kadılık, son yıllarda yanında çalışan memurların bile ücretini
ödemeye yetecek kadar gelir getirmiyordu. Mâlûm, kadılar maaşsız çalışıyordu.
Kendilerine gelen dâvâlardan hükûmetin tayin ettiği ücretleri alıyor, bununla
yanında çalışanların maaşını ödedikten sonra geri kalanın bir kısmını Adliye
Vekâleti’ne yollayıp, bir kısmıyla da evinin geçimini temin ediyordu.
Ama
savaşlar, yokluklar sebebiyle şer’î mahkemelere gelen dâvâlar o kadar azalmıştı
ki personeline bile mahcup olunuyordu.
O
yüzden ‘Kadı Salih Efendi’likten ‘Salih Hoca’lığa geçişinden dolayı hiç
üzülmemişti.
Ama
o günlerde ciğerini yakan, medrese arkadaşı İskilipli Mehmet Âtıf’ın nâhak yere
idamı olmuştu.
‘Şapka’
denilen bir Frenk âdetini giymeye bütün milleti mecbur tutmuşlar, karşı
gelenleri şiddetle cezalandırıyorlardı.
Şehirlerde
ibret-i âlem için insanları asıyorlar, hattâ şehirleri bombalıyorlardı.
Maraş’ta Sütçü İmam’la beraber Fransızlara ilk kurşunu sıkan ‘Maşallah Ali’
adında bir yiğit, Fransız âdeti şapkayı giymeyi reddettiği için Maraş’ın orta
yerinde asılmıştı.
‘Benim adım Maşallah,
şapka giymem inşallah’ diyerek idam sehpasına yürümüş, o kadar yiğit
biriymiş ki darağacı üç sefer yıkılmış, her seferinde yeniden tamir edip en
sonunda şehit etmişler.
Yine
‘Şalcı Bacı’ adında bir kadın da Erzurum’da, şapkaya karşı gelen erkeklerin
arasında tutuklanıp geride üç öksüz bırakarak asılmıştı.
Zavallı
Müslüman teyze, sehpaya götürürlerken, ‘Kadın
şapka giye ki asıla!’ diye bağırmış.
Rize’de
bazıları ‘Şapka giymeyeceğiz’ diye Vilâyete yürümüş, Vali ise korkusundan
Ankara’ya telgraf çekmiş, o arada Sinop açıklarında seyreden Hamidiye
zırhlısına, Rize’ye gidip şehri bombalayarak ‘gericilerin püskürtülmesi’ emri
verilmiş.
İşte
bu hengâmede İskilipli Mehmet Âtıf Hoca da iki seneye yakın zaman önce yani
Şapka Kanunu çıkmadan evvel yazmış olup Maarif Vekâleti izniyle basılmış olan
‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’ isimli eseri sebebiyle İstiklâl Mahkemesi
tarafından idamına hükmedilmiş, temyiz filan olmadığı için derhâl infaz
edilmişti…”
*
Aziz
ve muhterem dostlar…
Siz
bu satırları niye okuyorsunuz ki?
Zaten
anlatılan olayların hepsini gayet iyi biliyorsunuz.
İşte
buraya ulaştığımda, aklıma böyle bir şey takıldı!
Bendeniz
de bu hâdiseleri az buçuk biliyorum. Ama o yıllarda Bafra’da neler
yaşandığından tam anlamıyla haberim yoktu. Okuyunca anladım ki, memleketin
diğer yerlerinde neler olmuşsa, orada da aynı acı biberler çıkmış milletin
karşısına.
Bir
husus daha var; derler ki, “İnsanlar
çoğunlukla, bildikleri şeylerin teyit edildiği yazıları okumaktan hoşlanır”.
Haksız diyebilir miyiz?
Uzun
pasajlar aktardığım için yadırgamayın. İki satır alayım derken, kıyamadım.
Ayrıca eserde, buraya aldıklarım dışında öyle hâdiseler var ki, burada iktibas
edilenler pek cüzi kalır.
Öyle
sahneler var ki… Ezanın aslına dönüş sahnesi meselâ… Gözleri etkilediği için,
satırlar flû bir hâl alıveriyor.
Okuyanı
sinirlendiren, öfkelendiren, sevindiren, güldüren kısımlar da çok.
Öğlen
Karanlığı’nı okumanızı şiddetsiz şekilde tavsiye ederim. Zira hayatta yeterince
şiddet var, bâri bu tavsiyemiz öyle olmasın.
*
“Bir
ufak eleştiride bulunmak gerekir” diye düşünüyorum. İmlâ konusunda hassasiyet
gösterenler, okurken epeyce üzülecektir.
Ziyânı
yok tabiî. Bir sonraki baskıda düzeltilir. Bencileyin o tür hassasiyeti olanlar
da elde kalemle musahhihlik yapabilir. Onun da keyfi ayrı.
Roman,
Salih Hoca etrafında geçse de, diğer kahramanların hayatlarını da etraflıca
anlatıyor. Yalnız bir önemli nokta var ki, söylemeden geçersek noksan olur:
Roman kahramanları içinde sadece bir tane “kahraman” var! Diğerlerinin hepsi
korkak…
“Korkaktan
kahraman olur mu?” derseniz, oluyor, ne yapalım? “Roman kahramanları” sözü için
başka bir tanım bulursak, vaziyet düzelecektir. “Roman şahısları” gibi…