OSMAN, yorganından yavaşça içeri sızan soğuğu omuzlarında hissedince birden ürperdi. Önce yorganına sıkı sıkı sarıldı sonra da odun bulması gerektiği aklına geldi. Odun bulmalıydı, hem de en güzelinden. “Şimdi yatmanın sırası değil, çıkıp odun bulmalıyım”dedi. Daha yorganı üzerinden atar atmaz, havada onu bekleyen ayaz üzerine yapışıvermişti sanki. Ama Osman buna aldırmadan “Odun bulmalıyım” diye tekrarladı.
Kimse duymadan evden sessizce çıkmalıydı. Annesi fark ederse “Sabahın kör karanlığında işin ne?” diye ona kızardı. Gocuğunu giydi, plastik çizmelerini ayağına geçirdi. Ayağını buz kalıbına sokmuş gibi ürperdi ama aldırmadı, sadece, “Ah keşke çoraplarımı geçiriverseydim ayağıma” diye sızlandı. Evin dış kapısını yavaşça açtı. İçeriye kapının önünde biriken karlar düşüverdi. Belli ki gece fırtına çıkmış ve kapının eşiğini karla doldurmuştu. Eğildi, avuçlarıyla acele acele karları dışarı atmaya çalıştı ama kısa bir süre sonra vazgeçti. Ayağındaki kara lastik çizmelerle sağlam bir tekme savurdu karlara. “Bana ne” diye silkti omzunu ve hızlı adımlarla odunluğun yolunu tuttu.
Odunluğun derme çatma kapısını ayağı ile iterek açtı. Yeni yeni ışınlarını yeryüzüne gönderen güneş henüz odunluğun içine sızamamıştı. Gözü, siyah elektrik düğmesini aradı ama yardımcı olan gözleri değil elleriydi. Düğmeyi aşağı indirdi. Odunluğun tam ortasında çatlak bir duyda takılı olan lamba, birkaç göz kırpıştan sonra yanmaya başladı. Lambanın tam altında duran Osman, gözlerini karşısındaki odun yığınına dikmiş bekliyordu. Bu hâli avını gözetleyen kaplanları andırıyordu. Gözlerini kıstı ve tekrar tekrar odun yığını üzerinde dolaştırdı. Her göz gezdirdiğinde içi biraz daha öfkeyle doluyordu. “Yok, yok işte! Bunların hepsi çalı çırpı ya da kozalak. Bunlardan götürürsem Ali benimle yine dalga geçer. Hem Zeynep de çok güzel odunlar getiriyor. Güler tüm çocuklar bana, hem de çok gülerler. Zeynep de güler!” diye düşünürken bile yüzü kıpkırmızı oluyordu. İçinden bir ses “Ya bunların altında bir yerlerde güzel odunlardan kaldıysa…” dedi. Birden gözleri ışıldadı. İncecik pijaması, üşüyen elleri ve ayaklarına aldırmadan çalıları kenara atıp odun aradı, aradı ama nafile. Altlarda da güzel odunlardan yoktu. “Al işte yok, yok, hepsini yakmış annemler. Şuracıkta ne güzel sıralı duruyorlardı, ne vardı sanki hep o odunlardan yakacak…” Sonra öfkesini babasına yöneltti: “Hem güçlü adamsın hem de baltan var, en güzel odunlar bizim olmalıydı. Bunlar sadece çöp, neden çöpleri getirdin sanki koskoca ormandan? Arkadaşlarım benimle dalga geçsinler diye herhalde…” dedi ve odunluğun kapısını örtmeye bile tenezzül etmeden eve döndü. Kapıyı açınca annesi ile göz göze geldiler. Annesinin, şaşkın bakışlar içinde “Oğlum, nereden geliyorsun?” sorusu havada kaldı. Osman hızlı adımlarla odaya girdi ve yatağına gömüldü, daha okul için erkendi. Annesi, karlarla bezeli çizmesini aldı ve sobanın yanındaki kozalak kovasının yanına kurusunlar diye koydu. Osman yatağında, çizmeleri sobanın yanında okul için ısınıyorlardı.
Osman bu sabah ikinci kez yatağından kalktı. Bu sefer annesi sobayı yakmış ve ev bir nebze de olsa ısınmıştı. Bütün odaları annesinin yaptığı taze bazlama kokusu sarmıştı. Mutlu olmamak için bir neden yoktu normalde ama Osman’ın odunu ne olacaktı? Osman şimdi nereden odun bulacaktı? Arkadaşından almıştı bir seferinde, şimdi tekrar isteyemezdi. Kahvaltı boyunca bu odun meselesini düşündü durdu. Annesi “Oğlum Karadeniz’de gemilerin mi battı, bu ne hâl?” dese bile sadece omuz silkerek cevap veriyordu. Hem ne dese onu anlamayacaklardı. “Öyle şey mi olur, n’olacakmış bu odunlardan götürsen? Hem sobayı daha rahat yakarsınız” gibi bir sürü güzellemelerle karşılaşacaktı. En iyisi bu meseleyi hiç açmamaktı.
Annesinin ördüğü çorapları büyük bir özenle giydi. İçliğini annesi çoktan giydirmişti zaten. Bu sabahtan sonra içliğin ve çorabın kıymetini daha iyi anlamıştı. Şimdi çizmeleri de sıcacıktı. Çantasını sırtına taktı, çizmelerini giydi ve tam kapıdan çıkacağı sırada annesi “Oğlum, odunlarını unutma” diye hatırlattı. Osman oralı bile olmadı. “Onlar odun değil”dedi, sadece kendi duyacağı şekilde ve omuzunu silkerek evden çıktı.
İki sokak, sadece iki sokak yukarıda, köşeyi döner dönmez üst üste dizili güzelim çam odunları ile göz göze geldi. Her gün buradan geçiyordu ama hiçbir zaman bu odunlar bu kadar güzel görünmemişti gözüne. Bu sefer Osman odunlara değil, odunlar Osman’a görünmek için özel bir çaba sarfediyordu sanki. Önce durdu “Ne kadar güzel odunlar. Huysuz Teyze’nin tüm odunları güzel galiba…” diye içinden geçirdi. Yoluna devam etmek için bir adım attı fakat onu odunlara doğru çeken gizli bir güç vardı sanki. Önündeki ince elektrik direğini kendine siper etti ve dışarıda dizili olan odunları gözlemeye başladı. Aklına koymuştu, buradan üç tane odun alacaktı ve okuluna götürecekti. “Hem bir şey olmaz, Huysuz Teyze’nin çok odunu var. O farkına bile varmaz” diye kendi kendini ikna ediyordu. “Kendim için değil ki bu odunlar, tüm çocuklar ısınacak” diyerek ikna çabalarına devam etti.
O arada gözleri etrafı kolaçan ederken Huysuz Teyze’nin en az kendi kadar huysuz olan horozuyla göz göze geldi. Bu horoz, tüm köy çocuklarının korkulu rüyasıydı. Çocukları kovalıyor, tepelerine atlıyordu. Bir seferinde onun kafasını da gagalamıştı. Hele o kanatlarını çırpıp bozuk korna gibi sesiyle bağırarak koşması yok mu, tüm çocuklar Allah ne verdiyse tabana kuvvet kaçarlardı. Daha bu beyaz horoza kafa tutabilecek çocuk çıkmamıştı. Hem anneleri, defalarca dikkat etmeleri konusunda uyarmıştı çocukları. “Kafanıza zıplar, gözünüzü çıkarır maazallah” sözü kulağında çınlıyordu. Ama bugün Zeynep nöbetçiydi ve gelen odunları o teslim alacaktı, eli boş nasıl gidebilirdi ki? “Osman odun getirmemiş öğretmenim” diyecekti. Hem Ali, Ali orada kıs kıs gülecekti. Buna katlanamazdı. Her ne pahasına olursa olsun o odunlardan alacaktı. İnce yeşil elektrik direğinin dibine iyice büzüştü ve horozu izlemeye başladı. Horoz bir yandan karı deşeler gibi yapıyor bir yandan da homurdanıyordu sanki. Osman Beyaz’ın yaptığı her hareketi üzerine alıyordu. “Biliyor, biliyor benim burada olduğumu, ya şimdi gelirse, gözümü gagalarsa, ya bağırırsa? O zaman Huysuz Teyze duyar. Ben ne derim ona? Hem kızar hem de annemlere şikâyet eder…” diye kendi kendini vazgeçirmeye çalıştı. Ama Ali’nin sinsi gülüşü onu her türlü riski almaya zorluyordu.
Horoz taş kesilmiş gibi olduğu yerde sessizce etrafı dinlemeye başladı. Osman’ın kalp atışları birden hızlandı. Beyaz’la göz göze geldiler. “Eyvah! çok yakınımda, kaçamayacağım...” diye içinden geçirdi. Osman da en az horoz kadar sessiz ve hareketsiz bekliyordu. Birden omuzuna bir el dokundu, sadece göz ucuyla bakabildi. Bu arkadaşı Ömer’di. Ömer, ne yapıyorsun der gibi sorgulayan gözlerle baktı. Osman aynı sessizlik ve tavırla odunları işaret etti. İkisinin de gözleri odunlarda birleşti. “Huysuz Teyze çok kızar, hem Beyaz’ı ne yapacağız?” dedi. Osman “Ne yapacağız?” ifadesinden büyük bir güç almıştı. Demek ki Ömer onun yanındaydı. Annem sonra söyler Huysuz Teyze’ye diye Ömer’in de içini kendince rahatlattı. Artık Ömer de işin içindeydi ve bu odun işini birlikte halledeceklerdi. Bir plan yaptılar… Ömer patika yola çıkacak, oradan Beyaz’ın dikkatini çekecekti. Horoz onu kovalarken Osman odunlardan üç tane alıp evin arkasına dolanacak, Ömer’le patikanın ilerisinde buluşacaklardı. Öyle de yaptılar. Ömer sessizce uzaklaştı, patika yola çıkar çıkmaz farklı sesler çıkarıp horozun dikkatini çekti. Beyaz’ın deli gibi kanat çırpması ve Ömer’in peşinden koşturmasıyla beraber Osman yerinden fırladı, üç tane odunu alıp büyük bir hızla evin arkasına doğru koştu. Osman’ın keyfi yerindeydi ama zavallı Ömer’in ayağı kayınca huysuz horoz da tepesine bitivermişti, tabii ki gagasından kafası da nasibini almıştı. Osman patika yola çıkar çıkmaz gözleri arkadaşını aradı. Yerde yüzü koyun yattığını ve tepesinde onu gagalayan Beyaz’ı görünce yerden aldığı karlarla sıkı bir kar topu yaptı. Tüm gücüyle fırlattı fırlatmasına ama yaptığı yanlış hesaplama yüzünden kartopu da gelip Ömer’i bulmuştu. Beyaz ise çoktan mekânına dönmüştü. Ömer düştüğü yerden kalkarak Osman’a öfkeyle baktı ama nafile, Ömer’in ne bakışları ne de öfkesi Osman’ın umurunda değildi. Osman o panikle yere attığı odunları toplamanın derdindeydi. Ömer de odunlarını düştüğü yerden aldı ve yavaş adımlarla yürümeye başladı. Osman kucağındaki odunlara sıkı sıkı sarılmış, başı önünde, gülümsemesini gizleyerek, mahcup mahcup Ömer’i bekliyordu.
Osman önde, Ömer arkada, hiç konuşmadan bir hayli yürüdüler. Sonunda uzaktaki küçük tepede okulları göründü. Bacasından çıkan dumanın koyu gri rengi, sobanın yeni yandığının işaretiydi. İkisi de derin bir nefes aldı, onlar için asıl yol şimdi başlıyordu. Kucaklarında odun, sırtlarında okul çantası dik yamaçtaki bu patika yolu tırmanmak zorundaydılar. Yine tek kelime etmeden, karlara bata çıka okula geldiler. Okula girmeden önce, üzerlerine yağan karı zıplayarak dışarıda bıraktılar. Önce Ömer sınıfa girdi ve hemen Zeynep’e seslendi. Bir an önce odunlardan kurtulmak istiyordu. Zeynep, elinde odun getirenlerin listesi ile beraber geldi. Büyük bir iş yapıyor tavrıyla Ömer’in ismini listeye ekledi.
Osman biraz daha üzerine çeki düzen verip odunlarındaki karı temizlemeyi tercih etmişti. Sonra, zafer kazanmış komutan edasıyla sınıfa girdi. Sobanın etrafını halka hâlinde saran arkadaşlarının yanına gitti. Sınıfa giren her çocuk bu halkaya dahil oluyor, sobayı çevreleyen çember her bir çocukla daha da genişliyordu. Çocukların kimi elini ısıtıyor, kimi ise ıslanan ayaklarını kurutmaya çalışıyordu. Sıcacık soba bu soğuk günlerin kurtarıcısıydı. Osman bir taraftan ısınmaya çalışırken diğer taraftan da Zeynep’i takip ediyordu. Odun teslim etme sırası ona geldi, bin bir badire atlatarak getirdiği odunları, kocaman bir gül demeti gibi ağzı kulaklarında Zeynep’e uzattı. Zeynep önce garip garip baktı, Osman’ın bu hâline bir anlam verememişti. Sonra diğer odunların olduğu yığını işaret ederek, “Atsana oraya odunları, bana vermeyeceksin, oraya atacaksın” dedi. Tam da o anda Osman’a göre Ali’nin Beyaz’dan daha çirkin olan sesi sınıfta yankılandı: “Arkadaşlar bugün hiç üşümeyeceğiz, meşe odunu getirdim.” Tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Osman ve Ömer göz göze geldiler. Osman’ın dudakları büzüldü ve omuzları düştü…



