Ödülünüz yerin dibine battı, anlayışınız da batsın!

Son verilen Nobel Edebiyat Ödülü ile Nobel, kendini bitirmiştir! Artık hiçbir değeri kalmadığını rahatlıkla söylemek mümkün. Tescilli katile övgüler yağdırmasıyla tanınan ve en büyük özelliği bu olan birine ödül vermekle katliama ortak olmak arasında bir fark yok. Dünyanın her tarafından gelen tepkileri dikkate alarak Nobel Ödül Kurulu toplansa ve verdikleri ödülü geri alacaklarını ilân etse bile artık bir anlam ifade etmez. Kırılmış, bin parçaya bölünmüş antik bir vazoyu kazı sırasında bulan arkeologlar, onu itinayla yapıştırır da izler belli olur ya, aynı o şekilde sırıtacaktır.

ÜLKE idaresi ona emanet edilse ilk yapacağı işin ne olacağını sorduklarında, Konfüçyüs şöyle cevap verir: “Önce dili düzeltirdim. Dil düzgün olmazsa, kelimeler düşünceyi doğru anlatamazlar. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gerekenler iyi yapılamaz. Yapılması gerekenler yapılmazsa, ahlâk ve kültür bozulur. Ahlâk ve kültür bozulursa, adalet yolunu şaşırır. Adalet yanlış yola saparsa, halk güçsüz düşer ve ne yapacağını bilemez.”

Doğru, çok doğru, aşırı doğru!

Dilden adalete uzanan bir zincir olduğunu görüyoruz bu açıklamada. Yanlış olduğunu düşünen varsa, aramızdan ayrılsın; bir daha da yolumuza çıkmasın!

Ne yazık ki, aynı fikirde olanlardan bazıları da zincirin halkaları arasında bir yerlerde bağlantıyı koparıyor ve zihninde tamamlayamıyor. Bağlantı bir defa koptuktan sonra, uygulamada ister istemez aksaklık yaşanır. Adalet yanlış işlerse, halk güçsüz düşüp ne yapacağını bilemezse, o ülkeden hayır gelir mi?

***

Şimdi çabucak fakat uzun bir yolculuk yapalım ve bir zamanların Fransa’sına gidelim…

Üç asır kadar öncesi… Henüz o meşhur Fransız İhtilâli olmamış fakat adım adım yaklaştığı, neredeyse uzaktan gelen bir gemi gibi görülüyor…

Monsenyör bir toplantıdan çıkmış, arabasına binmiştir. Bundan ötesini Çarls Dikıns anlatsın:

“İnsanların arabasının önünden kaçışmalarında ve ezilmekten son anda kurtulmalarında bir terslik görmüyor gibiydi. Arabacı da düşmanı kovalıyormuş gibi sürüyordu arabayı ve onun bu öfkeli umursamazlığı arkada oturan beyefendinin ne yüzünde, ne de dudaklarında bir hareketlenmeye yol açıyordu. Bu sağır şehirde ve bu dilsiz çağda bile zaman, kaldırımsız dar sokaklarda, azgın soyluların bu haşin araba sürme âdetinin halktan kişileri zalimce tehlikeye attığına ve onları sakatladıklarına dair şikâyetler duyulurdu. Ama çok az kişi bu duruma dikkat ediyordu ve diğer pek çok konuda olduğu gibi sefil halk, zorluklar karşısında başının çâresine bakmak zorunda kalıyordu.

Araba çılgın bir tangırtı ve günümüzde anlaşılması kolay olmayan gaddar bir düşüncesizlik eşliğinde, önünde çığlık çığlığa kaçışan kadınlar ve hem birbirlerine, hem çocuklarına yapışarak kaçışan adamlarla birçok sokağı geçip köşelerden döndü. Sonunda bir çeşmenin yakınındaki köşeyi dönerken, tekerlekler can sıkıcı şekilde hafifçe sarsıldı ve kalabalığın içinden çığlıklar yükseldi, atlar şaha kalkıp öne atıldılar.

Ama böyle bir sıkıntı için araba durdurulmazdı; arabalar hep böyle gider ve yaralıları arkalarında bırakırlardı, aksi için bir sebep yoktu. Ama korkmuş olan uşak telâşla arabadan indi; atların dizginlerine yirmi tane el uzanmıştı.”

Yazarımız bütün ayrıntısıyla anlatıyor; çok uzatmamak maksadıyla kısaca özetleyelim…

Araba bir çocuğu ezmiş, zavallı çocuk ölmüş, babası feryat içinde, kalabalık toplanmış… Monsenyörün canı sıkılmıştır. Hayır, çocuk için değil, atları için, kaybettiği vakit için…

“Nasıl oluyor da kendinize ve çocuklarınıza sahip çıkamıyorsunuz, anlamıyorum hiç. İllâ biri çıkıyor önümüze. Atlarım nasıl zarar gördü kim bilir?” dedikten sonra cüzdanından bir altın para çıkarıp uşağa atar ölen çocuğun babasına vermesi için…

Oraya gelen biri, çocuğun babasına şöyle söyler: “O zavallı küçük yavrunun ölmesi, yaşamasından daha iyi bir şey. Hiç acı çekmeden bir anda öldü. Yaşasa mutlu bir ânı olacak mıydı?”

Bu sözler Marki’nin hoşuna gider. “Hey sen, sen bir filozofsun” deyip ona da bir altın para atar…

İhtilâl öncesi Fransa’da çizilen bu tablo, son derece sıradan iken, ihtilâl sonrası çok mu farklıdır sanki? Keyif için adam öldürme, sokaklarda kan dereleri oluşturacak ve her tarafı kırmızıya boyayacak kadar gözü dönmüş şekilde davranma da sıradandır. Kendi toplumuna karşı vahşice davranan bu adamlardan insanlık beklemek ne kadar da beyhûdedir!

Şu listeye bir bakalım…

Fransa’nın katliam tarihi: 1830, Cezayir; 1839, Gabon; 1840, Senegal; 1861/1904, Benin; 1872/1954, Vietnam; 1881/1884, Cezayir; 1881, Tunus; 1896, Gine; 1896/1919, Burkina Faso; 1903, Moritanya; 1911, Çad; 1916, Kamerun; 1917, Cibuti; 1945, Cezayir; 1961, Paris; 1994, Ruanda…

Son iki asırda, Fransızların yaptığı katliamları birer kelimeyle anabiliriz. Bunların her birini derinlemesine inceleyecek olsak, bir ömür boyunca uğraşsak bile hepsini bitiremeyiz. 

Sadece Fransa mı? Diğer Avrupa ülkeleri için de buna benzer birer liste çıkarmak mümkün. Fırsat buldukları anda uzak topraklara gider, yerin altında ve üstünde ne varsa gasp edip ülkelerine götürürler; oralarda karşılarına çıkan insanları da vahşi olarak görür, medeniyetten uzak bulur, bazen sırf eğlence olsun diye, bazen gücünü göstermek için katletmekten çekinmezler.

Kim vahşi, kim medeniyetten uzak?

Aynı Avrupalılar, fırsatını yakaladıklarında kendi aralarında da savaşmaktan geri durmazlar. Sadece İkinci Dünya Savaşı boyunca kaç milyon insan öldürüldüğünü söylemek bile utanç sebebi. Dünyanın diğer yarısını ezip sömürerek elde edilen yüksek refaha gıpta etmeden önce, bu hususları hatırlamakta fayda vardır.

Bosna-Hersek’te yapılan katliamı görmezler. Görseler de ses çıkarmazlar. Şayet bir ses çıkaracak olsalar, o katliamı onaylamak için, makul göstermek için çıkar o ses. Hep katledenden yana olurlar. Kan içmeye bayılırlar. Kan içenleri de severler. Kan içenleri alkışlayanları ödüllendirirler. Eli kanlı katilleri destekleyenlere Nobel Ödülü vermekte hiçbir beis görmezler. Hem de İnsan Hakları Beyannâmesi’nin 71’inci yılında, Dünya İnsan Hakları Günü’nde utanmadan ödül verirler.

Fransa’nın İngiltere’den, Hollanda’nın İsveç’ten farkı yoktur bu açıdan. Aynı bakış açısı, aynı düşmanlık… Hele zulme uğrayan kitleler Müslüman ise, daha bir kıymete biner, aldıkları zevk daha yüksektir.

İçlerinde vicdan sahibi olanlar, haktan yana davranmak gerektiğini savunanlar da bizimle beraber üzülürler. Vicdan dine veya milliyete bakmaz, kültüre bağlı değildir; tahsille de, varlık seviyesiyle de alâkası yoktur. Vicdanlarının sesine kulak verenler ile diğerleri arasında konuşulan dil bile aynı değildir. Aynı kelimeleri kullansalar bile anladıkları başka başkadır.

Son verilen Nobel Edebiyat Ödülü ile Nobel, kendini bitirmiştir! Artık hiçbir değeri kalmadığını rahatlıkla söylemek mümkün. Tescilli katile övgüler yağdırmasıyla tanınan ve en büyük özelliği bu olan birine ödül vermekle katliama ortak olmak arasında bir fark yok. Dünyanın her tarafından gelen tepkileri dikkate alarak Nobel Ödül Kurulu toplansa ve verdikleri ödülü geri alacaklarını ilân etse bile artık bir anlam ifade etmez. Kırılmış, bin parçaya bölünmüş antik bir vazoyu kazı sırasında bulan arkeologlar, onu itinayla yapıştırır da izler belli olur ya, aynı o şekilde sırıtacaktır.