RAHMETLİ babaannemi çok
severdim. Çünkü kendisi benim ilk öğretmenlerimden. Zaman zaman kendisine, “Sen
çok uzun yaşa, hatta hiç ölme” derdim. Bunun üzerine babaannem, “Uzun yaşamak
her zaman iyi değildir. Allah hayırlı uzun ömür versin” derdi.
Hayırlı
uzun ömür ne demek? Bunu ona da sorduğumda şöyle cevap verirdi: “Hepimiz
dünyaya geldiğimiz andan itibaren hayat denilen yola çıkarız. Önümüze çıkan her
iyi sandığımız şey iyi olmayabilir; her kötüymüş gibi görünen de kötü
olmayabilir. Hepsi biz insanoğlu için imtihan vesilesidir. Bugünkü yaşantımıza
bakarak uzun yaşamın bir ödül olduğunu düşünebiliriz. Örneğin sağlığın yerinde
olduğu, kimseye muhtaç olmadan mutlu mesut sürdürülen bir hayat, ödüldür. Fakat
(buradaki ikinci “a” harfini uzatması da çok güzeldi) yatağa bağlı bir hayat
sürüyorsan, işte o zaman, ödül olan hayat, ceza olur!”
Sanırım
birazcık anladım ama sen yine de keşke ölmeseydin babaanne. Öyle ya, babaannem,
terlik annemin ayağında değil de elinde olduğu anlarda bana siper olurdu. Ya da
istemediğim bir yemeği yemek zorunda kalmazdım. Okuldan geldiğim vakit bir anda
bomba düşmüş gibi dağılan odam, onun ellerinde bir anda tertip düzen örneğine
dönüşürdü. Babaannem benim başıma gelen iyi bir şey miydi? Ya da ağza alınan
bir parça tatlı mıydı? Hep birlikte karar verelim…
Bir
dönem -büyüklerin tabiriyle- iyi çocuk olunca elimize çikolata tutuşturuldu.
Kötü davranışlarımız için yediğimiz azar sonucu hayatı sorgulardık. “Demek ki
hayat böyle bir şey!” derdik. İyiyi ödülle, kötüyü ceza ile özdeşleştirdik bu
yüzden. Hayat yolunu yürüme çabasının içinde iyi davranışlarımızın ardından
elimizi açıp çikolata bekliyoruz. Yanlışımız olduğunu düşündüğümüzde ise
kimsenin bizi azarlamasına gerek kalmıyor. Çünkü kendimizi yiyip bitiriyoruz.
Büyüdüğümde
anladım ki, başınıza gelen insanlar ne ödülmüş, ne de ceza. Sadece bazı
insanlar yanınızda olduğu sürece mutlusunuzdur ve ruhunuz doygunluğa ulaşır. Bu
da eğer karşılıklı ve koşulsuz bir sevgi varsa mümkündür. İçinde ödül olan
sevgi, koşulludur. Koşulsuz sevgiyi elde edemediğimiz zamanlarda ise “Aşk meşk
yalanmış, böyle şeyler yok” sözüne sarılıyoruz “Ödülü alamadım” dememek ve iç
huzurumuzu bulmak adına. O zaman, “Ödül yapay sevgidir” diyebilir miyiz?
İçinde
bulunduğumuz pandemi günlerinde beynimizin fazlasıyla ödüle ihtiyacı olduğu
gerçeği ile yüzleştik. İnsan böyle zamanlarda ya mutfakta bir şeyler atıştırmak
üzere dolanıp duruyor ya da şu meşhur “tatlı krizi” denilen durumu yaşıyor. Bu
durumun altında yatan iki neden var: Beyindeki ödül mekanizması ve bağımlılık…
Ağzınıza
aldığınız bir lokma, dildeki tat reseptörleri ile algılanıyor ve beyindeki “serebral
korteks” denilen bölgeye sinyal gönderiyor. Serebral korteks ise altı alt bölümden
oluşan limbik bölgeyi uyararak dopamin hormonunun salgılanmasını sağlıyor. “Limbik”
adı verilen bu bölge; kokuyu algılayan, uzun süreli hafızadan sorumlu ve en
dikkat çekici olan tarafıyla “ödül mekanizmasının bulunduğu yer”... İşte sizi
iyi hissettiren yiyecekleri yedikten sonra (kısa süreli olsa da) yaşadığınız
mutluluk hissinin kaynağı yani bu işin ödülü, dopamin hormonudur.
Peki,
ödül, aynı zamanda bir ceza mıdır?
Bizi
mutlu eden yiyecekleri günlerce arka arkaya yesek bile beynin salgıladığı dopamin
miktarı sabit dozda salgılanmaya devam ediyor. Yani ödül almaya devam ediyoruz.
Dopamin hormonu azalmadan salgılanmaya devam ettiği için bu yiyeceklerden
hiçbir zaman sıkılmazsınız. Tâ ki dopamin hormonu azalmaya başlayıp ödül
mekanizması aksayıncaya kadar... Bu durum ise ödülün cezaya dönüştüğü andır.
Ödül
sistemi bir kez kurulduğu vakit, ödül alamamak veya ödül verilmemesi durumu ceza
olarak algılanıyor. Sosyal hayatta aldığımız ödüller, başarılar ve takdirler de
böyledir. Örneğin şirketler, arzu edilen davranışları teşvik etmek için ödül
yöntemine başvururlar. Belirli kriterleri karşılayanlara, kimi zaman geleceğe
dönük, kimi zamansa geçmişteki başarılarından dolayı ödüllendirme yoluna
giderler.
Harvard
Business Review dergisinde yayınlanan bir araştırma makalesi için
Kaliforniya’da bir okul bölgesinde saha deneyi gerçekleştirilmiş ve geçmiş ile
geleceğe dönük ödüllendirme yaklaşımı için şu sonuçlar ortaya çıkmış:
Sonbaharda
en az bir ay boyunca hiç devamsızlık yapmamış 15 bin 329 ortaokul ve lise
öğrencisini belirleyip üç gruba ayıran araştırmacılar, ilk gruptaki öğrencilerin
Şubat ayında hiç devamsızlık yapmadıklarında ödül kazanacaklarını belirten bir
mektup göndermişler. İkinci gruptakiler ise bir sonbahar ayında hiç devamsızlık
yapmadıkları için bir ödül kazandıklarını söyleyen mektup almışlar. Üçüncü grupsa
kontrol işlevini üstlenmiş.
Şubat
ayındaki yoklamalara göre, ödüle aday öğrencilerin, kontrol grubundaki
öğrenciler ile aynı devamsızlık oranına sahip oldukları görüldü. Geçmişe dönük hediyeler
alan gruptaki öğrencilerse, okuldaki herkesten (yüzde sekiz oranında) daha
fazla devamsızlık yapmışlardı.
Ödüllerin
kullanımı, istenilen davranış (hiç devamsızlık yapmama) hakkında ne bir norm,
ne de bir beklenti olduğunu göstermiş olabilir. Geçmişe dönük ödüller, ödülü
alanlara, beklentileri zaten karşıladıkları sinyalini veriyor ve okula gitmemek
için gerekçeler yaratıyor.
Araştırmacılar,
“Sonuçlar, ödül yöntemini kullanan sayısız kurum ve lider için önemli bir uyarı
niteliğinde!” diyor ve ekliyorlar: “Ödüller nispeten ucuz kurumlarda uygulaması
kolay ve zararsız görünüyor. Ancak beklenenden daha karmaşık sonuçlara sahip
olabilirler.”
Oysa
tüm bunların yerine iş, okul, aşk, evlilik gibi durumlarda (verilecek ödülden
önce), kısacası hayata dair ne varsa yaşarken bunların anlamına odaklanmalı
insan. Hayat yolunda yürürken, var olma nedenimiz ile yaptığımız iş arasındaki
anlamı bulmak adına köprü oluşturabiliyorsak, işte o zaman hayat bizi daha az
yorar.
Başımıza
gelen her iyi veya kötü şey, doğrudan bizi etkilemez. Tabiî biz böyle olmasına
müsaade etmedikçe…
https://hbrturkiye.com/dergi/odulu-elinde-tut