İŞBU yazı, alıp alıp verip, tekrar
alıp tekrar verdiğim kilolarım için son isyanım olup, kafamın içindeki şişmandan
kurtulmak üzere kaleme alınmıştır. Başıma gelenler zâhirdir; ama içinde
bulunduğumuz zaman sizin de çok iyi bildiğiniz üzere ahirdir, bu sebeple
şekilciliğin son kertesinde moda olan balıketli kadınlar kalbimizde hep
birincidir. O, ne güzel vekildir! Evet, başlıyorum. Haydi vira!
Hiç
çikolata peşinden ağlayan bir çocuk olmadım. Yemekte ikinci tabak istemek bizim
evde günahtı. Haftada en fazla bir defa pilav yapılırdı ve kendimi bildim
bileli kepekli ekmek yenirdi. Bir bütün somunu yarıp arasına Nutella
sürmüyorduk. Yani öyle homini de gırtlak pufidi kandil tumba yatak bir yaşantım
yoktu; ama beş yaşından beri düzenli olarak kilo alıyordum.
Annem
yıllarca beni pek çok doktora götürdüğünü, ama hepsinin “Yediklerine dikkat
etsin” diyerek postaladığını anlatır durur. Şişmandım; ama tatlı şişmanlardan…
Hani “Bu tontiş” dedikleri var ya, heh, işte onlardan! Ufak çaplı bir celebrity
idim. (İngilizce kelimeler kullanarak üstinsan olduğumun altını çiziyorum.) Herhangi
bir ortama girince ben ve kilolarım her zaman çok ünlüydük. İlkokulda sınıf
öğretmeni boy-kilo ölçüp renkli bir grafik boyar ve tahtanın yanına asardı,
bildin mi? İşte o grafiğin en tepesinde, hem boyda, hem de kiloda en yüksek
verilere sahip şişman kız var ya, işte o bendim sevgili okur!
Kilolu
insanların pek çoğunun aksine, yağlarımı kolum bacağım gibi benimsemiştim. Beni
rahatsız etmiyordu. Sonradan almamıştım çünkü. Kendimi bildim bileli ben ve
ailem diğerlerinden iriceydik. Büyük insanlardık biz. Genetik bir miras gibi
nesilden nesle, sevgiyle büyüyorduk. Ben de büyüdüm tabiî. Erdim gençlik
çağlarıma...
Liseye
iki hafta geç başladım. Herkes de beni merak ediyormuş meğer “Anadolu Lisesi
kazandığı hâlde okula gelmeyen bu keriz kim?” diye. Neyse, öyle böyle derken
girdim sıraya, sonra bir baktım, geldiğim gün yeni sıralar da gelmiş okula.
Eski tahta sıraları kaldırıp yeni sıraları öğrencilere taşıtıyorlar. Taşıdım
sıramı, koydum en öne. Dayadım dizimi, soru soranları cevaplıyorum. İnsanları
izliyorum… Özel okul çocuğuydum ben. Devlet okullarına en dandik sıraların alındığını
nereden bilebilirdim ki? Demirden yapılanlar gibi sandım, yüklendikçe
yüklendim. Meğer plastik, naylon gibi bir şeymiş, kırıldı hâliyle. İçine doğru
göçtü, böyle yamuldu plastik tekli sıra.
Düşünsene,
yeni bir okuldasın, yeni bir sınıftasın, dört yılın ardından ilk ortam
değişikliğin, ergenliğin en deli zamanları ve sınıftaki herkes iki haftadır seni
merak ediyor. Sen hem şişkosun, hem de utanmıyor, sırayı kırıyorsun. Hababam
Sınıfı’nda bile böyle kara mizah görülmemiştir sanırım. Neyse, birkaç arkadaş
geldi, kaldırmaya çalıştı ama kalkamadım gülmekten. Çok şaşırdılar ben gülünce.
Ne yapacaktım, ağlayacak mıydım? Deli miydim ben be?! Gerçi nereden
bileceklerdi babamın evde bana “Ayıcık” diye seslendiğini, dedemin “Topalak
kızım” diye sevdiğini?
Bu olaydan sonra adım “tatlı dana” olarak kaldı tabiî, o ayrı. Ama farkettiysen, her şeye rağmen “şişko patates” olmadım. Zaten ben hiçbir zaman şişko patates olmadım. Diğerlerinden en büyük farkım da buydu galiba. Çünkü benim için şişmanlık, âdeta göğsümde taşıdığım bir madalyondu. Beni ben yapan şeylerden biriydi. Kahverengi gözlerim, iri burnum, elimdeki doğum lekem gibi...
Şişmanlığın bazen psikolojik, bazen metabolik, bazen histerik, bazense trajikomik bir hikâyesi olabiliyor. Benimkinde birkaçı vardı. Belki de yoktu. Esasen bu kimseyi ilgilendirmiyordu…
Sadece
vücudu değil, gönlü de büyük
Büyüktüm
işte! Gönlüm de büyüktü be! Bir gülerdim, yer gök gülerdi. Bu yüzden düştüğüm yerde
kahkahalar atarken insanların garipsemesini anlayamamıştım o an. Bu olaydan çok
sonra... Çok çok sonra anladım. Neyse...
Lise
sonda, Cerrahpaşa’da bir doktor teşhis koyabildi sonunda bana: “Polikistik Over
ve Hipoglisemi”… Üniversiteye başlayacağım diye çok ihtimam gösteremedik hâliyle…
Ve
üniversite başladı. Her gün dışarda yemek yiyor, tabağımı silip süpürüyordum.
Bir buçuk porsiyon şiş ciğeri kimyon-tuzla yağlı ekmeğe sarıp yaylana yaylana
yemeye bayılıyordum. Hareket etmeyi sevmiyordum. 100 kilogram üzerindeki hangi
canlı hareket etmeyi seviyordu ki? Belki bir at? Ama evet, hatalarımdan
bahsedeceksek eğer, hareket etmeyi sevmediğim hâlde kremalı makarnayı çok
seviyordum. Bu, günde 2 kilometre yürümeyi bırakır bırakmaz beş ay içinde 25
kilo almamı haklı göstermiyordu yine de.
Defalarca
diyetisyen değiştirdim. Maksimum 16-17 kilo verebildim. Her defasında verdiğim
kiloları geri aldım. O beş kilo var ya o beş kilo… O her defasında nasıl
katlanarak büyüdü, hâlâ anlamıyorum! Bir adım ileri gidiyorsam beş adım geri
gidiyordum. Hayattaki en büyük mücadelemi metabolizmama karşı vermek
zorundaydım ve ben çok üşengeç bir insandım. Bu yüzden çok uzun süre devam
ettiğim bir diyetisyenim olmadı; maksimum sekiz ay dayanabildim o işkenceye.
Zaten 16-17 kiloyu da o sekiz ayda verebildim.
“Her
gün yürü” dediler, “Her gün yarım saat”… Bir ay sürdü her gün yürüme maceram.
Neden, biliyor musunuz? Çünkü hukuk okuyordum hukuk! Sınavdan önceki son gece,
yalnızca okuduğumu anlayarak sınava giremezdim ben. Sabaha kadar ders
çalıştığım zamanlar oluyordu. Vize-final dönemleri 1 ay ara veriyorduk diyete.
O bir ayın sonunda sadece uykusuzluktan 3 kiloyu geri alıyordum zaten. Sonra
sil baştan, bir daha!
En sâdık
kaldığım diyetisyenim bir gün bana, “Ya çok tatlısın, seni ısırmak istiyorum
ama zayıflatamıyorum, başka bir arkadaşıma yönlendireyim mi?” dedi.
Yönlendirdi. Liste biraz değişti. Ama mucizeler yaratmaya yetmedi. Ben de
yoruldum mücadele etmekten. İşe başlayınca, masa başı iş hayatında otur, otur,
karpuz gibi büyüdükçe büyüdüm.
“Karpuz”
demişken, bununla ilgili bir hikâyem daha var herkese anlattığım…
Bir
gün mahallede kızlarla oynuyoruz… Yine yaşımın küçük, pahamın büyük olduğu
zamanların birinde, sokağımıza kaldırım yapmıştı belediye. Yüksekçe bir şeydi
ya da bana öyle geliyordu, bilemiyorum… Arkadaşlarım hop hop atlıyorken, bense “ıııııhhh”,
“ooooh”, “pfffff” diye zorlanarak atlıyorum kaldırımdan. Hatta atlamıyorum, bacağımı
uzatmak sûretiyle tıksırıyorum diyelim; zira o atlamaktan sayılmaz. Utandım, “Bu
iş” dedim, “Böyle olmaz!”.
Çıktım
eve, anneannemin banyo yaparken kullandığı tabureyi aradım. Amacım, tabureyle
yüksekten atlama alıştırmaları yapmak. Bulamadım. Kadıncağız almış, kaldırmış
bir yere. Baktım, mutfakta şöyle en irisinden ve de kesmecesinden bir karpuz...
Aldım karpuzu, koydum önüme, çıktım üstüne. Sonra bir iki denge denemesi derken,
güm! Karpuz altta, ben üstte, tekerlendik…
Sese
geldi annemler. Karpuzla beni görünce şoka girdiler. Bir hafta, kolum askıda
gezdim. İncinmişti. “Ah yazık!” dedin mi içinden? Deme, deme! Öyle deme! Bu
hikâye bana hep ne kadar azimli ve çalışkan bir kız olduğumu hatırlatır.
Merak
ediyorsun madem…
Sevgili
doktorlar, mühendisler, bilumum akrabalar ve başkalarıyla ilgilenmekten kendi zaaflarını
fark edemeyip komplekslerinin içerisinde helâk olan çirkin kızlar (bu arada size
“çirkin” dememin sebebi, içinizdeki iblisi gizleyememeniz, yoksa genelde yaratılanı
sevmeye meyyâl biriyim)! “Kilo, bir sağlık problemidir ve günde sekiz dilim
kepek ekmeği veren diyetisyenlerle çözüme kavuşturulamayacak kadar ciddî bir
sorun hâline gelmiş olabilir.” Yani sizin sadece bir ay dişinizi sıkarak
verdiğiniz o beş kiloyu bir başkası beş ayda 25 kilo olarak geri alıyor
olabilir.
Hemen
habislik kokan suizanlarınızı kendisine yöneltmeden önce ciddî bir sağlık
problemi olabileceği ihtimâlini göz önünde bulundurun ve lütfen, nasıl bir
problem olduğunu merak etmeyin! Ama merak ediyorsunuz, biliyorum. Bu yüzden
birkaç örnekle pekiştireyim.
Örneğin,
mel’un şişkonun Tiroid, Polikistik Over, obezite, şeker hastalığı veya Hipoglisemi
gibi hormonel ve bir o kadar rasyonel verilere dayanan bir veya birden fazla
sağlık problemi olabilir. Bu rahatsızlıkların bazen hepsi, bazen birkaçı
birleşerek genç bir hayatı mahva sürüklüyor olabilir. Ve hatta son yapılan
araştırmalar gösteriyor ki, küçükken istismara uğrayan çocukların pek çoğu
(farkında olmasalar dahi) yeme bozukluğu ile mücadele ediyormuş. Demem o ki,
aslında karşınızdaki pisboğaz bir şişkodan çok, aşağılık bir suçun mağduru
olabilir. Sessiz kalmak zorunda bırakılan tüm masum çocuklar için bir kez daha
yazıyorum: Karşınızdaki pisboğaz bir şişkodan çok, aşağılık bir suçun mağduru
olabilir!
Bunda,
yurtdışında gerekli kriterleri sağlamadığı için tırlarla geri gönderilen domateslerin
ülkeye tekrar sokulması ve tarafımızca tüketilmesinin de payı olabilir.
Mümkündür. Fakat bu konuda uzun uzadıya konuşmak, benim hâddimin bittiği yer olabilir.
Aslında olmayabilir de...
Şişmanlığın
bazen psikolojik, bazen metabolik, bazen histerik, bazense trajikomik bir hikâyesi
olabiliyor. Benimkinde birkaçı vardı. Belki de yoktu. Esasen bu kimseyi
ilgilendirmiyordu. Ama yıllarca herkese açıklama yapmak zorunda bırakıldım. Herkese…
Çünkü herkesin en sevdiğim şairden ziyade merak ettiği en nadide bilgi buydu:
Neden bu kadar kiloluydum? Hiç diyet yapmamış mıydım? Rahatsız olmuyor muydum?
Nasıl olmuyordum? Sevgilim var mıydı? Gerçekten miydi?
Allah
topunu kahretsindi!..
Meğer
sonradan kilo alanlar oldukça rahatsız oluyorlarmış kilolarından, bunalıma
giriyorlarmış. Güvenli alanımdan çıkınca öğrendim. Tam olarak cemiyet hayatına karıştığımız,
hani o sevdiğimiz insanların sevdiği insanlarla falan tanışılan, çok yakın
arkadaşlarımızın yavaş yavaş büyük adam olduğu ya da daha doğrusu büyük adam
olduğunu zannettiği, insanlarla tercih ettiğimiz için değil de mecbur olduğumuz
için bir arada durmaya başladığımız bir dönem var, işte tam olarak o dönemde
anladım ki, benim yağlarım, yalnızca bana değil, başkalarına da mutluluk saçıyormuş!
Düşünebiliyor musun? Emanetime bakıp bakıp, bundan başka binlerce özelliğim olmasına rağmen hem de, yetersizlik hissiyle kavrulan gönülleri mest oluyormuş. Çünkü şişko olduğum için bütün yarışlarda zaten hükmen mağlupmuşum da haberim yokmuş. Karşımda 150 kelimeyle Türkçe konuşmalarına, o kocaman ağızlarına, nasipsiz suratlarına rağmen...
Bunu
ilk fark ettiğimde 25 yaşındaydım. 25 koca yıl... Çok geç değil mi sizce de? 25
yıl boyunca beni bu kadar kötülükten uzak tutabilmeyi başaran aileme ve iyi insanlarla
karşılaştıran Rabbime sonsuz teşekkürler! Fakat ben devam edemedim. Yenildim.
Çoktan 118 kilo olmuştum bile…
Sonra
bir gün, fiyortların orta yerinde bir gemiyle seyrüsefer ederken (bakın şu an
çok havalıyım), aldım ailemi karşıma ve dedim ki, “Artık böyle yaşamak
istemiyorum!”. Kutsal emanete ihanet ediyor gibi hissettim ilk önce. Ama yok,
devam ettim. Ben irademi kimseye ispatlamak zorunda değildim, bu konuda
yıllarca ne kadar mücadele ettiğimi biliyorlardı. Yorulmuştum. “Mide
operasyonlarını değerlendirelim” dedim. Asıl mücadelemin bundan sonra başlayacağını
bilmiyordum elbette. Hem işkembemle, hem gür kahkahalarımla, hem çirkin
kızlarla, hem de karpuzla...
Başladığımız
hasbihâlin şişman kızın tontiş dramalarıyla sınırlı kalmasına elbette gönlüm
razı olmaz. Bu sebeple merak edilenlere ilişkin bahsetmek istediğim birkaç konu
daha var. Toplumu yeniden inşâ etmez ama belki bir gönle girmeme nail olur.
Dr.
Fakı Akın ile karşılaşmam, fiyortlarda ailemi karşıma alıp “Madem yaşamaya
geldik dünyaya, benim de her şeyde bir hakkım vardır” tribi çekmemden hemen
sonraki döneme denk geldi. Görüşmeye giderken annem yanımda gelmek istemedi;
çünkü “Cerrahi müdahale” deyince her annenin yüreği bir parça bulutlanır.
Benimkinde şimşekler çaktı, o ayrı... En son mutfak masasının başından bana
doğru, “Kendini mi kestireceksin? Beş yaşından beri böylesin, hepsinden daha
güzelsin! Delirdiniz mi siz? Beğenmeyen almasın, ben kızımdan olamam! Sonra ne
olacak, ya miden patlarsa, ya ölürsen, canından mı olacaksın? Sen daha fazla
kilo almasan yeter!” gibi çığlık atıyordu.
Yine
de geldi. Çünkü ona, “Beni yalnız mı bırakacaksın?” diyerek psikolojik şiddet
uyguladım. E, ne de olsa hem şişmanım, hem de Türkiye’de kadınım. Psikolojik
şiddet dedin mi, ilk beni bulacaksın!
Operasyon
Çıktık,
gittik doktora. Fakı Bey, piyasada yapılan tüm mide operasyonlarını bir bir
anlattı. “Hangisi daha konforlu, operasyon kaç saat sürüyor, her operasyon için
katı besine geçiş süresi ne kadar, kaçak riski var mı, içeride kalan mideye ne
oluyor?” gibi sorulara cevaplar… Çünkü pek çok mide operasyonu var, hepsi de
başarılı sonuçlar doğuruyor; ancak kalıcı bir kilo kaybı için emilimi azaltan
RNY Gastrik By-Pass, daha fazla güven verdi bana. Hem harika bir şeker hastası
adayı olduğum için, hem de midenin tamamen kesilip çöp poşetine atılması hissi
daha ürkütücü geldiği için...
Ayrıca
bu operasyon hem daha maliyetli, hem de doktor için daha uğraştırıcı olandı.
Benim için biçilmiş kaftandı anlayacağın. İlk görüşte vuruldum kendisine. Büyük
beden opak çorabım bile 109 liraydı benim be! Hey gidi hey! Duydun mu çirkin
kız? Beşinci kalite bijüterilerden ten rengi çorap görmedi bu bacaklar. Tabiî ki
daha pahalı olanı seçecektim. “Vur bıçağı doktor vur, altın saplı olsun!”
dedim. Vurmadı tabiî. 118 kilo iken, âdeta debelenerek 2 ayda 4 kilo henüz
verebilmiş, doktora 114 kilo ile gitmiştim. Bana, 11 günde 4 kilo daha
vermezsem ameliyat etmeyeceğini söyledi. Mide operasyonu yapan pek çok doktorun
aksine, “Yarın gel, biçek!” demedi yani.
Hemen
özel bir programla diyete başladım. “Sarsılmadım” desem, yalan olur. Vücut hiç
şeker almayınca, iki yıldır araç kullanmama ve o güne dek hiç kaza yapmamış
olmama rağmen o 11 gün içerisinde iki defa kaza yaptım. Ciddî şeyler değildi
ama biraz dalgınlık yarattı o süreç. Tekrar doktoruma gittiğimde 109 kiloydum
ve hocamdan onay aldık.
Bir
dizi kontrolden geçtim. Hepsini sayamayacağım, “Aklınıza gelen tüm tahlil ve
tetkikler” diyelim… Psikolojime de baktılar tabiî. Kafayı kırmış mıyım, ayarım
kaçmış mı, iflah olmaz bir duygusal obez miyim, mideyi kestirip Nutella
kavanozunda yüzer miyim? İşte bunları ölçmeye çalıştıkları bir seans geçirdim.
Seansın sonunda psikolog amca elini uzattı ve “Görüşmek üzere” diyerek beni
kendine doğru çekti. Parmak uçlarımda yükseldim ve uzandım. Boyu hayli uzundu.
A, o da nesi? Birden kızdı bana psikolog, “Sen kimseye uzanma, sana uzanmak
isteyenler sana doğru eğilsin!” dedi.
Meğer beni ölçüyormuş. Yüzleştim hayatımın hatasıyla! Karşımdakiyle anlaşabilmek adına, “tevazu ile kendini değersiz kılmak” arasındaki o ince çizginin üzerinde zıplaya zıplaya kaldırmıştım bütün sınırları. Hatta Hızır’ın (as) zamanında gösterdiğim gereksiz tevazulardan yaptığı bir kayıkla gelerek, tüm ağırlığıma rağmen tek hamleyle beni kayığa atıp Kevser’de salına salına mehtabı izleteceğine inanıyordum.
Büyük
sır
22
Ağustos 2017 tarihinde ameliyat oldum. Buna, “İrade gösteremedi, kolay yolu
tercih etti, parayı bastı, sağlığını satın aldı”, “İleride ne olacağı belli
değil, o kadar da kilolu değildi”, “Yüzü çok güzeldi, boğazını tutamadı,
aslında çok da yemiyordu”, “Komplekse girdi” ve benzeri şeyler de diyorlar.
Duymuyorum sanıyordun, değil mi? Hepsini duyuyor ve biliyorum. Bu
yargılamaların hepsinden çok daha fazlasını kendime, ama yalnızca kendime
yapabildiğim için böyle radikal kararlar alabiliyorum zaten. Acaba onlar da alabiliyorlar
mı? Zaaflarını alıp evire çevire bize gösterebiliyor mu? Ama ben yalnızca
ameliyat oldum. Üstelik kapalı ameliyat… Herhangi bir estetik operasyondan çok
daha kolay ve daha havalı söylemem gerekirse “Laparoskopik”...
Neyse
ki, başkalarının herhangi bir eksikliği ile kendimi gerçekleştiremeyecek kadar
kibirliyim de bunların hiçbiri umurumda değil. Fakat narkoz biraz ağır geldi,
itiraf edeyim. Biraz da canım tatlı galiba. İlk gece, “Şişko kalmak istiyorum
anne, benim midemi geri versinler” diye sabaha kadar ağladım. Bir de çok
üşüdüm.
Başkalarının
mutsuzluğuyla beslenen ve hiçbir ameliyatla kafasındaki böceklerden
kurtulamayacak olanlar, siz de burada mısınız? Şu an tam olarak biraz daha dram
istiyorsunuz, biliyorum; ancak sizin için çok üzgünüm! Çünkü bu hazan mevsimi
yalnızca bir gece sürdü. Tek bir gece... Sonra sabah doktorum geldi ve bana
dedi ki, “Ya baksana, yandaki hasta kalkıp yürüyor, kolunu bacağını kesmişim
gibi davranıyorsun! Kalk hemen, o suyu da akşama kadar bitir!”. Evet evet, yanlış
okumadın, ciddî ciddî kızdı bana.
Hakikaten
de aynı gün operasyon geçirdiğimiz hanım abla, almış eline dreni, sallaya
sallaya geziyordu. Bre gamsız, hiç mi canın yanmıyordu? Nasıl mutluydu, aman Ya
Rabbi! Fıkır fıkır bir teyze... Kızının düğünü varmış, “Elâlem beni şişko mu
görsün? Dünürlerim çatlasın, en güzel anne ben olmalıyım” falan diyordu. Bir de
şiveliydi. (Şive miydi? Lehçe miydi? Ağız mıydı? Uf, hatırlayamadım şu an!
Şivedir, lehçedir, fark etmez. Doğal olan pek çok şeye olduğu gibi, insana bir
parça karakter katan her şeyin hastasıyım galiba.) Belki de bu ameliyata da
doğal beslenmeye mecbur bıraktığı için böyle çabuk ısınmışımdır. Kim bilir?
Sadece
iki gece kaldım hastanede. Üçüncü gün, diyet listemle birlikte geldi Didem Hanım.
O da RNY Gastrik By-Pass’lı ve doktorumun koordinatörü… Aslında biz gizli bir
tarikatız ve bazı geceler buluşup oramızı buramızı inceleyen insanlar sonsuza
dek iblisle haşrolsun diye şişko bir bebeğin etrafında dönerek ayinler
gerçekleştiriyoruz(!). Sakin ol, zira tabiî ki böyle şeyler yapmıyoruz. Ama
ameliyat sebebiyle sağlamak zorunda olduğumuz bazı standartlar var. Örneğin,
her gün bir öğün et yemek…
Benim
için maliyetli olanın tercih sebebi teşkil ettiğini söylemiştim, değil mi? En
çok merak edilen şeylerden biri de, hep sıvı mı beslendiğimdi. Elbette hayır!
Ameliyat sonrasında sadece üç hafta diğer insanlardan farklı beslendim. Öyle
anlatıldığı gibi aylarca sıvı tüketip o serum senin, bu serum benim sürünmedim.
Hatta operasyonun hemen ertesi gününden itibaren yavaş yavaş katı besine başladım.
Et, tavuk, sebze ve benzerini ilk iki hafta püreleyerek tükettim. Bu aşamada da
çok zorlandığımı söyleyemem; zira patatesi çok severim. Haşladım, haşladım,
yedim. Sabahları ise güç kuvvet olsun diye reçel yedim. Gerçi doktorum light
reçel demişti, ben anneannemin incir reçelini tercih ettim. Ama bu gizli bir
sır! Bunu şimdi okuyup, kısa süreli belleğe atıyoruz, tamam mı?
Operasyon
geçireli bir yıl oldu. Malûm soruyu da cevaplayayım ve kurtulayım hemen: Şu an
hassas kantarda 68,1 kilo çekiyorum. Evet evet, 68,1 kilo! Yani en son altıncı
sınıfta gördüğüm bir rakamdı yanlış hatırlamıyorsam… Arada bir, düzensiz
beslenince ayılıp bayılan narin kızlar gibi başım dönüyor. Beslenmeyi toparlayınca
ve en önemlisi de uykuyu düzene sokunca o sorun da ortadan kalkıyor.
Son
olarak, en magazinel kısma geleyim: Hayatımda neler değişti?
Öncelikle
iştahım kesildi. Zayıflayıp geçmiş tüm aşklarımdan intikam almaya yeltenmedim
ama 38 beden pantolona sığabildiğim o ilk an, inanılmazdı. Yıllarca tek bir
pantolon için “Yetmiş milyar milyon ben bu parayı ne yaptım?” diye dövünen biri
olarak, 40 liraya pantolon alabilmek gerçekten güzel! Gerçi bu aralar döviz
kurlarının inanılmaz yükselişi hasebiyle 40 liraya pantolon kaldı mı,
bilemiyorum. Çünkü alışverişe ara verdim. Yoksa hâlâ dolap dizme bahanesiyle
içine girebildiğim her şeyi almak istiyorum, her şeyi! Bakın, bu eski bir
alışkanlıktır. İçine girebildiğin her şeyi alırsın, çünkü her şeyin içine
sığmazsın. Bu sebeple içine girebildiğin o kırmızı pantolonu kaçırma şansın
yoktur. (Evet, şişmanken de renkli giyinmekten asla gocunmuyordum.) Dolayısıyla
tutumlu olmak adına satın alınması ertelenen kırmızı pantolonlar da hayatıma
yeni girdi.
Bir
diğer değişiklik ki… Ameliyat sonrası (dördüncü ayımda falan) keşfederek
karşıma çıkan herkese anlattım: Bir sabah uyandım ve diz kapaklarımın iç
kısmında bir morluk gördüm. “Allah Allah!” dedim, “Herhâlde bir yere çarptım,
anlamadım”. Sonradan fark ettim ki, ben tüm mümin kardeşlerim gibi bacaklarımı
üst üste bükmek sûretiyle Peygamber yatışıyla uyuyordum. Zayıflamıştım ve diz
kapaklarımdaki kemikler birbirine çarpıyordu. Sabahları da canımı yakıyordu. Şimdilerde
diz kapaklarımın arasına yorganı sıkıştırıyorum; çünkü havaya bakarak asla
yatamam. Soluğum falan kesilir alimallah, hık diye giderim. Gece gözümü açarım,
tavanda ruhum bana bakıyor falan... Yok, yok, katiyen Peygamber yatışından
vazgeçemem!
Bir
de geçen gün fark ettim ki, artık ağzımı kapatarak gülüyorum. Avazım çıktığı
kadar ve içimden geldiğince höykürmüyorum. Çünkü eğer böyle gülmeye devam
edersem, hafif kadın gibi görünebilirmişim. Öyle dediler. Aslında 49 kilo daha
hafifim, haklı olabilirler yani. Yine de birkaç santimetre inceldim diye kadın
olduğumun hatırlatılmasından haz etmedim.
Edip
Cansever’i bilirsin, çok meşhur bir dizesidir: “Sana her zaman söylüyorum,
senin yüzünde gülmek var.” Yahu benim kahkahalarımı solduracak kadar ne yaşadınız?
Edip Bey, neredesin yahu? Allah Kitap aşkına yetiş!
Neyse,
tamam! (Tam burada, içimden Summer Cem’in şarkısını söylemek geldi. Easy easy,
devam devam..)
Ben
yine de dikkat edeyim, neme lâzım, gençliğimin baharında şekilcilikten çektiğim
yetmezmiş gibi bir de ahlâk bekçileriyle uğraşamam.
Ha
unutmadan, dumping sendromunu anlatmadan asla bu konuyu bitirmemeliyim. Zira
bizim evde çok meşhur oldu bu konu. Artık aramızdan biri yemeği fazla kaçırınca,
“Ölüyorum Allah, dumping oldum” diyor. Peki, nedir bu dumping?
Ayak
tırnaklarından burnunun ucuna kadar bir titreme gelir, yer kabuğu çatırdamaya
başlar ve sonra yeşil bir ejderha seni kapıp zebanilerin önüne atar. Onlar da
her zamanki gibi seni çiğ çiğ yer… Tabiî ki böyle bir şey değil. Efendim, eğer
artık bir RNY Gastrk By-Pass’lı olduğunuzu unutup yeni midenizin alacağından
fazla birkaç lokma daha zıkkımlanır, soluk borunuzun tamamını Adana kebabıyla
doldurur, işyerinde/sokakta/damda/bacada kullanılan ziftin peki markalı
yağlarla yapılmış bir yemek tüketirseniz, mideniz âdeta şaha kalkıyor, kalbiniz
mi mideniz mi olduğunu o an kestiremediğiniz bir organ “Pıtpıtpıtpıt” atmaya
başlıyor. Durun durun, korkmayın! Zira en kötü ihtimâlle en fazla yarım saat
içerisinde tamamen geçmiş oluyor. Kafamdaki şişmanla içimdeki yeni midenin
entegre olamadığı o ilk dönemde bana bir iki defa oldu. Çok uzun süredir
yaşamıyorum, çünkü doğal ve hafif gıdalar tüketmeye özen gösteriyorum. Bu
operasyonların nihaî amacı da bu zaten; sağlıklı beslenmeyi alışkanlık hâline
getirmek: Doy ve bırak! Çünkü mide operasyonlarını gerçekleştiren hiçbir
doktor, bu ameliyattan sonra bir daha asla kilo almayacağınızı garanti etmiyor.
Özellikle RNY Gastrik By-Pass gibi rahat operasyonlar için yavaş yavaş da olsa
sonsuza dek yemek mümkün.
Yani
anlayacağın sevgili dostum, her şeyde olduğu gibi, mesele yine kafada bitiyor.
Tam olarak omuzlarının üzerinde yer alan o dünya harikası topaçta…
Eskisi
gibi değil
Ne
hissettiğime gelince…
Topluma istediğini verdiğim için daha rahat hissediyorum. Beni yağlarımdan dolayı göremeyenler de artık beni görüyorlar. Buna “Halka indim” demek, yanlış olmaz sanırım. Kulağa iyi bir şey gibi gelebilir, ancak inan, o kadar da iyi bir şey değil. Çünkü emanetim üzerinde gezinen gözler, bu sefer de başka şeylerin üzerinde gezinmeye başladı. Bu bazen saçlarım, bazen giydiklerim, bazen başkaca şeyler... Ama o gözler hep var. Varmış! Ameliyat kararı alırken atlamışım bu konuyu. Şimdi şimdi anlıyorum ki, etrafımızdaki zaaf avcıları hep vardı, hep olacak. Ve senin şen kahkahalarınla anlattığın en eğlenceli anılarını bile hafızalarına atıp kendi içlerindeki komplekslerinden edindikleri üç kuruşluk tecrübeleriyle seni bir yerlere koymaya çalışacaklar. Seni bir kalıba sokmaya çalışacaklar. Girme! Ne olur girme! İnan bana, geçirdiğim şu ameliyat sadece şak diye bulup yapıştırdıkları yaftalar için biraz daha zaman harcamaya başlamaları dışında hiçbir şeyi çözmedi. Varoluş sancım dinmedi. Hızır (as) gelmedi. Zaten gökyüzü de son zamanlarda, ben gülerken eskisi kadar içten gülmedi.