O zamanlar

Analık deyip hoş görülür, ama doğrusu zamanın geçtiğini onlara hatırlatmak gerek. Gelin-kaynana zıtlaşmasının temelinde, anaların geçmişe tutsak oluşları da vardır. Zamanın geçişi kabul gerektiren acı bir gerçekken, bu gerçekle buluşmak da ağır geliyor.

İÇİMDE öyle bir sevinç vardı ki, gönlümde deli taylar koşar, rüzgârlar tek nefeste ruhuma dolardı. “Arkam, önüm, sağım, solum sobe!” dedim… Duvara dayadım başımı, kapadım gözlerimi, yirmiye kadar saydım, arkadaşlarım saklandılar. Şimdi en heyecanlı kısmıydı oyunun, onları bulacaktım. Çok aradım ama bulamadım. Hani neredeler? 

En güzel yerindeydik zamanın. Bir göz kapatıp açacaktım ki bir saklambaç oyununda kayboldu gitti hepsi. Dünün nasıl yok olup gittiğini unutturan yarınlar, ah o yarınlar! Bir ahu dilber gibi naz edip peşinden koşturan yarınlar… Sihirbazların göz yanıltmalarında ne var ki? An gibi eriyor yıllar. Büyüyor çocuklar ve hiç farkına varmadan dün kundaktakini bugün asker ediyor analar.

Biri çıksa ya şu sokaktan o arkadaşlarımın… Tamam, razıyım, sobelesin… Bir saklandılar ki hangi şehirde, hangi ülkede, hangi dünyadalar, bilinmez… Bugün gördüğüm serçe dünkü serçeyle aynı değil. Dün sokakta rastladığım köpekle bugün gördüğüm köpek bir değil. Dünkü cadde gibi bugün geçtiğim, ama diğerleri dün geçenlerle bir değil. Zaman infilak ediyor, her an yeniden var oluyor. Düne ait hiçbir şey kalmıyor geriye. Düşmüş bir uçaktan, batmış bir gemiden farkı yok dünlerin.

Dün seni seviyordum yavrucuğum, ama dün geçti. Bugün, seni yeniden, bugün kadar taze seviyorum.

Dünü unutsun herkes!.. Bugün ben bambaşkayım. Çünkü tarihler değişti takvimlerde. Anlar yıl olunca eyvahlar eyvah olur hep. Bir gün de durup bekledi mi dünya beni? Bir gün de geçmeden aynı kalabildi mi her şey? Her gün uzamaktan geridurdu mu saçlarım? Midem öğütmekten vazgeçip tok bekledi mi bir gün? Bu değirmenin çarkında milyarlarca dişli var. Birini kırmaya bile kimsenin gücü yetmez.               

Rolden başka şansı olmayan oyuncularız biz. Sahne, dekor, rol arkadaşlarımız, canlandıracağımız karakterler, seyirciler, oyun süresi ve daha pek çok şey kurgulanmış önceden. Kendimizi en çok yıprattığımız konuların başındadır dekor değiştirmek ve rol beğenmemek. Oysa suçlu aramak ve ceza vermek bizim sınırlarımızı çoktan aşıyor. Her zor ya da kolay alanda denenirken, kendi iç gücümüzü sonuna kadar kullanmaktan başka işimiz ve anlamımız yok hayatta. 

İç konuşmalarımı döküyorum yazılarımda. Gülşen’in gözlerinden hayat nasıl görünüyor, bunu belgeliyorum. Baktığım yerde bulduğum altını, elması okuyanlara da pay etmiş oluyorum. Ve ben, yalnızca bana görünen cümlelerin ağır yükünü de bölüşmüş oluyorum.            

Geçmişi geçmişte bırakamamanın ve delice tutunmanın bütün bir yaşam tarzını zincire vurduğunu fark edemiyor insan. Zaman kavramını boşlukta bırakıp, yahut dengesiz değerler yükleyip, bütün bir hayatı tozu dumana katarak bitiriyor çoğumuz. Geçmişte canımı acıtanları bugün karşımda göremeyince ilk karşıma çıkan kimseden intikam alıyor ve böylece zincire bir halka daha eklemiş oluyorum. İnsanların gözlerinde çoğu zaman gelecek diye gördüğüm de bu hayatla sınırlı. Gelecekte istediği güzel bir meslek, geniş bir ev, mutlu bir yuva, çocuk, torun ve nokta… Sonrasında kocaman ve korkunç bir nokta… Son nefese kadar her şey iyi, hoş… Sonrası neden bu kadar donuk hayallerin? Bugün direndiğimiz halde önüne geçemediğimiz birçok facianın belki de tek sebebi bu. 

Hayallerimizi dünyada esir bırakmamızdan anlıyorum ki bizim ahiret beklentimizde samimiyet yok. Bugün hapishaneleri ve huzurevlerini dolduran sebep de bu.                

Nerede acımasızlık, nerede vefasızlık, nerede çıkar ve adam kayırma varsa, nerede cinayet, nerede aldatma, nerede çirkinlik varsa sebep aynı işte. Gelecek daha gelmeden yok sayılırsa, nasıl hazır olunur ki ona? Bugün yüzlerce ölüm haberine gözümüzü dike dike bakıp sonra da ölüm yokmuş gibi yarın alacağımız evin, arabanın hırsıyla yanıyoruz öyle ya…                 

Hâlâ dünde yaşayan, yavrusu gözünde hiç büyümemiş bir ana gelinini kabullenemiyor ve oğluna hâkim olma arzusundan kurtulamıyor. Çünkü bıraksalar, mama kaşığıyla oğlunun ardında koşmaya devam edecek. Analık deyip hoş görülür, ama doğrusu zamanın geçtiğini onlara hatırlatmak gerek. Gelin-kaynana zıtlaşmasının temelinde, anaların geçmişe tutsak oluşları da vardır. Zamanın geçişi kabul gerektiren acı bir gerçekken, bu gerçekle buluşmak da ağır geliyor.               

Yeni gelişen olaylara zihnimizde de, kalbimizde de yer açmamız için geçmişin fazla yüklerini, onların ait oldukları tarihte bırakmak gerek. “Daha dün ben de çocuktum. Ne zaman büyüdüm de ana oldum?” diye debelenirsem, ana olmanın sorumluluğunu da hissedemem. Hiç yokken hayatıma giren yavrularıma alışırken gösterdiğim olgunluğu, düne kadar hep varken yitirdiğim annem için de gösterebilmeliyim.              

Üç zamanı doğru anlamak, doğru hayallerle beklemek, doğru karşılayarak yaşamak ve doğru uğurlamak… Zaman, bizden sadece onun bize ne verip ne almak istediğini fark etmemizi istiyor. 

Geçen yıl sobeledi ilkokul arkadaşlarımdan biri. Ama çocuk değildi. O değildi ki benim hatıramdaki arkadaşım. O, hatıramda hep öylece, çocuk kalmalıydı…