O ve ben

Devr-i âlem yoruyor onu. Tutamamak, yalnızca izlemek, ancak bu hıza adapte olamamak… Zamanla vakte yabancılaşmak, sonrasında kendine… Değişim, isterdi ki ona da yalnızca dokunup geçsin. Yıkmadan, dökmeden…

KULAKLARI uğultu yüklü bugün. İs kokulu sokaklarda dolaşırken yüreğinin yardım çığlıklarına köpek ulumaları karışıyor. Arnavut kaldırımları ayaklarının altında ezilmekte şimdi. Sağındaki sessiz manav dükkânı ve onun karşısında gürültülü kahvehane, uyumdan ırak iki komşu gibi. Pek yakınlardaki berber dükkânından parfüm kokuları yayılmakta.   

Esnaf her zamanki uykusunu, duruşunu, umudunu takınmış, kepenkleri kaldırmış siftah beklemektedir. Yeni bir güne her günkü gibi uyanan, değişimin değip geçtiği yaşamlar… Elbet pencere arkasından…

Hayat, zaman ve mekândan soyutlanmanın ötesinde, tam da içinde bulunulan zaman ve mekâna sıkışmış hâldedir burada. Önce ve sonrayı kâğıttan gemiler gibi yaşam denizinde yüzdürürler. Geminin düdüğü şimdiyi bağır bağır bağırmaktadır. 

Hep aynı sular akıyormuş gibi, gök hep aynı ton maviymiş, dalga denize vurmaz, insanı kendinden almazmış gibi… Gibilerin dünyası…

Onun istediği bu değil. Kendisine armağan tüm ömrünü bir bütün hâlinde görmek istiyor. Gençliği, doğduğu, büyümeye çalıştığı şehir, çocukluğunun her karesini gözünde tüttüren bu duman kokulu mahalle araları, kilisede hiç çalmayan çan… Hiçbirini göz ardı edemez o. Aksi düşünülemez. Hafızasından kestiği her bir dilim, kendi benliğinden çalmış olacak yoksa.

Ne çok yaşanmışlık, ne çok hatıra, ne çok zaman taşıyor kendisi ve bu şehir üzerinde. Geçmişin tozları kaldırımlardan kalkıp ayakkabılarına konuyor, geleceğin vehmi boynunu büküyor, bazı zaman tırnakları hınçla şimdiye geçiyor.  

Yüzleşmesi gereken gerçekleri vardır. Dünden bugüne gerilmiş ip üzerinde yürürken ayağına takılan mandalları bir bir içselleştirmelidir. Tüm mandallar tek bir çamaşırı tutmaktadır içinde çünkü. Kendisininkini…

Az ötedeki pazar esnafının dilinden meyve sebzelerin fiyatları dökülmektedir: “Beş lira, on lira, oon!”

Sahi ya, varlığı beş para eder mi peki?

Düşüncelerinin dehşeti ve evrende kapladığı alanın küçüklüğü zıtlıkları arasında sıkışıp kalmıştır şimdi.

Belki de her şey rüyaydı aslında. Uykudaydı, “Yakalayamam” sandığı onca şeyi tutup yanına aldı, yakaladı. Rüyaların da bir sonu var elbet. Uyanınca hepsi yok oldu. Gözlerini açtığında, gerçeği karşısında gördüğünde anladı yalan olduğunu. Aldandı, kandı. Kendine verdiği onca söze rağmen hem de…

Ve işte kabullendi, hayat zorundalıklarla dolu! Ve umursuzluklarla… Umursamayanlar, umursanmayanlar… O elbette hep ikinci kategoride yer aldığından, kendi denizinde boğulmamak için çırpınmakla meşgûl. Yanından usul usul geçiyor herkes. Tıpkı hayat gibi… Sanki hayatı yaşamıyormuş gibi şu günlerde. Sadece günlerin ismi değişiyor. Pazartesi’den Pazar’a hop! Aynaya bakıp fısıldıyor: “Hayatının ipini sıkıca tut!”        

İs kokusu devam etmekte… Bu koku, ona değişimin dokunup geçtiği dönemlerini, çocukluğunu hatırlatmadır. Çocukken her şeye alışmak daha kolay çünkü. Şimdiyse üst yoldan görünen surların her bir taşını yüreğinde taşımakta. Ağır… Çok ağır… Hayatın sade ve karmaşık yolları arasında gidip gelmekte. Sade, çünkü piksel piksel bu hayat içinde güzel şeyler de barındırabiliyor; köpüğü üstünde sade kahve gibi höpürdettiriyor kimi zaman kendisini. Karmaşık, çünkü yakalayamadığı takvim yapraklarının düşüşlerini izledikçe afallıyor.

Devr-i âlem yoruyor onu. Tutamamak, yalnızca izlemek, ancak bu hıza adapte olamamak… Zamanla vakte yabancılaşmak, sonrasında kendine… Değişim, isterdi ki ona da yalnızca dokunup geçsin. Yıkmadan, dökmeden…

Ancak dedik ya, bu is kokusu… Yok, ciğerine işlemeden bırakmayacak onu. Şöyle hafif hafif yel olup gelmeyecek burnuna. En kesif hâliyle çıkacak karşısına. Göğe kaldırsa başını, açılır mı gözü gönlü? “Yol” diyorum, “Biçim biçim, insan türlü türlü”… Korkarım ki dünyanın kanununa alışamadan gideceğiz. O ve ben...