
BİR garip düşün içindeyim; düşlerim düşüncelerimin en derininde. Elimde bir valiz, ruhumda fırtınalar; yollar yıllanmış sıkışıp kaldığım o çıkmaz sokaklarda.
Kendi gönül denizimde kaybolduğum bir günden sesleniyorum sana; biliyorum, uğrayacaksın buralara. Bu düşünce beni derine, en derine çekiyor ve oraya inşâ ediyorum evimi. Son gücümle sana doğru yüzüyor, seni arıyorum. Görüyor fakat bir türlü ulaşamıyorum; kesme ne olur kollarımdaki takati. Sadece ve sadece derin bir nefes almak istiyorum oksijeni azalmış bu sularda.
Ah benim gönül yazım, gönlünde adım yazmayanım, azla yetinmemi isteme yine benden! Bak, d/üşüyorum çatılan kaşlarından karanlıkla ölümüne benzerliği olan gözlerinin k/arasına. Asılı kaldım, savrulup duruyorum o boşlukta. Ya bırak beni ya da sımsıkı sar, sarmala.
Malûm, dünyaya gelirken herkesin bahtına düşer bir ana-baba; benim bahtıma sen, senin bahtına ben düşmüşüm. Seninle ilk dokuz ay bağımız olmadığını yıllarca benden saklasan da tam iki yüz seksen gün bedenine sığdırıp, büyütüp, ömür verdiğin canlarına uzanan ellerin anlatıyordu benden, herkesten, hatta kendinden sakladığın o gerçeği.
Ellerin anne, ellerin saçımı taradığında, yıkarken, giydirirken her dokunuşunda bana, hem derman olan, hem de beni derin bir yalnızlığa, sonsuz bir belirsizliğe sürükleyen, zihnimdeki şüpheli düşünceleri harekete geçiren ellerin… “Ne yapmış olabilirim?” diye defalarca sorgulasam da kendimi, bilmediği sorularla karşılaşan bir öğrenci gibi, elimde boş bir kâğıt parçasıyla kalakalıyorum öylece. Olup biteni anlamaya çalışan bir meczuptan farksız, yanıtsız suallerle dolu zihnimle, sabahı olmayan gecelerin eşiğinde eğdim başımı, bekliyorum yorgun ve zayıf düşmüş yüreğime uzat diye elinin o şefkatli yanını.
Senin kaderinin ağları ile benim kaderimin ağları bir örülmüş belli ki. Hislerimiz aynı çatı altında yoğrulmuş. Benim bîçare oluşum sana yük, senin kırgınlığın bana fazla. Sen haklısın, ben suçsuz. Senin bildiklerin ve benim hissedişlerim hiç yuvasından çıkmamış gömme bir dolabın arkasında biriken toz topakları gibi bir şeymiş meğer. Sevgide çaresiz kalanlar kendine sığınırmış anne, ruhunun en ücra köşesine çekilip yazdığın sessiz sözsüz mektuplarına, sana ve bana ait gerçeklere, o gömme dolabın ardına sakladığın tozlu hatıralarına yanlışlıkla b/ulaştı elim! İşte o vakit anladım yolunu beklediğin yolcunun alnında yol yol açtığı derin çizgilerin nedenini, saçlarının aklarından akıp giden zamanda biriktirdiğin isyanlarını, kucağına bırakılan nur topu gibi bir kederin doğurduğu matemi.
Ne tuhaf değil mi insanın kökünden olmayan bir çiçeğe can vermesi, içinde kopan fırtınaların zaman zaman savurduğu dallarında açan farklı bir çiçeği düşürmeden sımsıkı tutması ve ona gövde olması?
Şimdi daha iyi okuyorum ellerini anne. Anlam veremediğim o soğuk dokunuşlarınla çürüyen heveslerinin sırtını sıvazlıyormuşsun meğer. Kaşlarının çatıklığını, yüzünün asıklığını, gülmeyişini, benim gülmelerime tahammül edemeyişini… Hoşgörünü ve anlayışını pıhtılaştıran seni bana, seni kendine küstüren o karakıştan kalma, kollarına bırakılmış zoraki bir miras olduğumu… “Öksüz kalmasın” dedikleri bir bebeğe annelik ederken belli ki senin de kalbin yetim kalmış, ondan böyle üşüyüp buz kesmiş yüreğin. Ama bilirim ki, dün de, bugün de tüm annesizlere sarılacak kadar kocaman bir kalp taşıyorsun göğüs kafesinde.
Bana, “Beni anla, anne olunca bir kez daha evlat ol bana” derdin. Anne olmaklığın sancılarıyla birlikte ve başka bir ailede var olmaya başlayınca, kendi çocuklarımı etrafın tehlikesinden ve insanların acımazlığından korumaya çalışırken, anneliğin en kolay yanının “doğurmak” olduğunu, bir insan yetiştirmenin hassasiyetine ve bilincine varınca anladım.
“Emanet” dediğin bu mirası büyütürken, kim bilir, belki de içten içe sararıp solarken, dalında biten ayrık otuna can suyunu yürütürken, ben senin ayaklarının altındaki cenneti gördüm anne. Ve ben, şimdilerde her ne kadar kalabalık, ne kadar güçlü ve başarılı olsam da yanımda yöremde sen yoksan, omuzlarımda sinsi bir hüzün, kocaman bir yalnızlık taşıyorum. Şefkatine muhtaç olduğum o kapıyı bana aralamanı bekliyorum.
Hem bak, büyüdüm de artık. İsyan etme yaşını da geçtim, kabulleniş çağımdayım. Her kabulleniş bir şükür değil midir? Seni, alnıma “anne” diye yazan yazgıma ah ne minnet, ah ne şükür!