O kadın

Ve o kadın, her sabah alacakaranlığın içinden çıkıp, sabahı yara yara, hayata inat yeni bir güne yeni ümitlerle başlıyor. Başı dik, efe efe… Çünkü hayat, her gün yeniden başlıyor.

BU sabah da her sabah gibiydi. Dışarısı alacakaranlık… Güneş yüzünü henüz göstermemiş… Evler, ağaçlar ve yollar, gecenin içinden çıkmaya çalışıyordu. Yapraklarda, görünen her yerde, çiğ su damlacıklarıyla soğuk geceden kalan ıslanmışlık vardı. Sabah yeni güne hazırlanıyordu. Onun için sokaklar boştu. Bir yaşanmışlık yoktu henüz. Birazdan, hep aynı kurguymuş gibi, önce yavaş, sonra hızlanarak başlayacaktı yeni bir gün, yeni bir hayat.

Hani yapmak zorunda olduklarımız vardır ya hayata dair; her sabah vaktinde uyanmak, yeni bir güne hazırlanmak, hayatı hazırlamak gibi -en azından o günü hazırlamak-, bunun için, tüm bunlar için kalkılır her sabah alacakaranlıkta…

O karanlığın içinden bir kadın çıkar her sabah. Yeni güne yeni ümitlerle… Kızıl bakırı saçları, çalışmaktan irileşmiş güçlü elleri, her koşulda ayak uydurmaya çalıştığı zor hayata inat… Hiç altın tepside sunulmadı ona hayat. O hep istedi, hayâl etti ve aldı. İstediği, hayâl ettiği hayata hep geç kaldı. Zordu hayat onun için, ama imkânsız değildi.

Anadolu’nun bir köyünde dünyaya gelmişti ailenin hayatta olan ilk çocuğu olarak. Sonra da iki erkek kardeşi geldi dünyaya. Nedense, dört beş yaşlarında hayatı algılamaya başladığı hep o tarla günleri aklına gelir. Sanki başlangıç orasıymış gibi… Ne çok gitmişti tarlalara annesi, babası ve kardeşleriyle birlikte günlerce, aylarca! Güneş tepeden yeni göründüğünde düşerlerdi yollara. Eşeğe, o gün kim şanslı ise o binerdi; genelde de çocuklar ya da en küçükler… Kalanı, tabana kuvvet yürürdü. O yüzden belki de ne zaman çocukluktan konuşulsa, aklına ilk gelen, tarla günleri olur. Hani yolların ve evlerin ulaşılmaz, erişilmez göründüğü zamanlar…

Adımlar küçüktür; çünkü git, git, bitmez. O abladır anne ve baba tarlada çalışırken kardeşlere bakan. Köye kadar yürüyerek gidip bakkaldan nohutlu şeker ve (cami penceresine benzeyen) bisküvi alıp gelen abla…

Sonra okul yılları başlar; siyah önlüklü, beyaz yakalı, kumral, uzun saçları hep beline kadar, beyaz ve ciddî suratıyla... O hayatı, hayata dair her şeyi ciddîye aldı her zaman. Her şey olması gereken gibi olmalıydı; ne eksik, ne fazla, yerli yerinde ve vaktinde… Başarılı bir öğrencilik hayatı oldu sekiz yıl ilkokul ve ortaokul. Ortaokul diplomasının yanında bir de tavsiye yazısı vardı: “Zeki ve çalışkandır, her okulu başarı ile bitirebilir.” O diploma ve yazı, öylece sararmıştı. Çünkü başka okul ya da okullara gidemedi. Köydeydi o zamanlar. Onun da hayâlleri vardı, okuyacaktı, öğretmen olacaktı, o da öğretecekti çocuklara doğruyu yanlışı, her koşulda güçlü olmayı. Ama olmadı, olamadı.

Sonrasında, yirmi yıl rüyalarında, hem de kesintisiz şekilde kendini hep okula giderken ya da okulda gördü. Tâ ki okuluna kaydolana kadar…

Ortaokul bittikten iki yıl sonra köyden kente taşındılar. Taşındıkları yıl nişanlandı, bir yıl içinde de evlendi. Başkaldıracak kadar cesur değildi o zamanlar; köyünden yeni gelmiş şaşkın ördek yavrusuydu. Madem evlendi, çocukları olsundu o zaman. Biraz geç olsa da oldu; biri erkek, biri kız... Ömrü boyunca hep gurur duyduğu ve duyacağı Allah’ın lütufları… Çok mutluydu. Onlar okuyacaktı, onun yapamadıklarını, hayâllerinde kalanları yapacaklardı. Bir annenin en bencil tarafıdır belki de kendi yapamadıklarını ya da yaşayamadıklarını çocuklarında görmek istemesi.

Çocuklarını olabildiğince, elinden geldiğince, bütün imkânlarını seferber ederek büyütüp okuttu. Onlar da emeklerini boşa çıkarmadı.

Sonra işe girdi, liseye kaydoldu, rüyalar kesildi. Çocukları üniversiteyi kazandığında o da kazanmıştı. Her hayâl, gerçekleştirmek içindi; istedi ve oldu. Fakat onun hayâlleri hiç bitmedi.

Ve o kadın, her sabah alacakaranlığın içinden çıkıp, sabahı yara yara, hayata inat yeni bir güne yeni ümitlerle başlıyor. Başı dik, efe efe… Çünkü hayat, her gün yeniden başlıyor.