“İkimizin resmini çıkarsınlar yan yana…”
***
FOTOĞRAFIN bir haysiyeti vardı eskiden. Cep telefonları çıkalı
beri o da iki paralık oldu. Telefonu cebinden çıkaran herkes, şak şak edip bir
sürü fotoğraf çekebiliyor artık.
Hele bir de selfi dedikleri bir nane icat ettiler ki
sormayın. Zaten kim nesini soracak ki, cümle âlem biliyor ne olduğunu.
Meraklısı, kolunu uzatıp telefonu kendine doğru
çeviriyor, düğmeye basıyor. Önde ablak bir surat, arkadakiler minicik… Ne oldu?
Fotoğraf çektik. İyi, aferin!
Evvelce fotoğraf makinesi taşırdı meraklılar. Amatörce
de olsa itina edilirdi. Şimdi millet günde yüz tane fotoğraf çekiyor da ne
oluyor? Hiç! Bir daha dönüp bakan bile yok. Cihazın hafızasında duruyor çoğu.
Bir süre sonra da siliniyor. Ya da başına bir kaza geldiği için hepsi
kayboluyor.
Çok önceleri, fotoğraf çektirmek için fotoğrafçıya
gitmek diye bir şey vardı. Özenle hazırlanılırdı. Saç baş düzgün olacak,
kıyâfete dikkat edilecek. Kolay değil, târihe bir vesika bırakılıyor o an.
Stüdyoda titizlikle poz verilecek. Fotoğrafçı gelip
müdahale edecek, belki birkaç defa tavsiyede bulunacak: “Sen şöyle dur, şu
tarafa bak. Başını kaldır… Dikkat, çekiyorum…”
Flaş patlayacak ve günler sonra gidip fotoğrafları
alacağız. Hatıra kalacak, albümlere konulacak.
On beş kişi fotoğrafçıya gittiğimizi ve o şekilde poz
verip çekildiğimizi hatırlıyorum. Dedem, ninem, annem, dayım, enişteler,
teyzeler, çocuklar…
Şu elbise açık yeşildi… Bunun benekleri kırmızıydı…
Yıllar sonra bakarken böyle söylenecek; hattâ farklı hatırlayan biri, “Hayır,
açık mâviydi!” diye itiraz edecek. Çünkü fotoğraf siyah beyazdı. Renkli
çekimler sonradan çıktı. Şaka gibi...
Desem ki, Çarli Çaplin de o sırada kapının önünden
geçiyordu, “Yok artık!” diyeceksiniz. Doğru, yok artık.
Öyle fotoğraflar da, o şekilde fotoğraf çektirmek de
yok artık.
Lorel Hardi bile unutuldu. Madem şakadan dem vurduk,
onları da anıverelim arada.
Fotoğrafçılıkta “haftalık” diye bir şey vardı. Kim
hatırlıyor? Çekilen fotoğraflar bir hafta sonra teslim edildiği için öyle
denirdi.
Şimdi kaç kişi çektiği fotoğrafları karta bastırıyor?
Sorarım size. Sordum bile!
Kaymakam otosu
Lisedeydim, hükûmet binası önünde bir sahne gördüm ki
tam evlere şenlik. “Kaymakam otosu” diye bir tabela var. Park yerini boş bulan
bir vatandaş, tekerlere set olsun diye konulan demire eşeğini bağlamış.
Tam fotoğraflık! Ama yanımda makine yok. Koşa koşa bir
fotoğrafçıya gittim. Yalvar yakar makineyi ödünç aldım. Heyecanla geldim ki
eşek gitmiş.
Herhâlde vatandaş hükûmet konağındaki işini halletti,
çıktı. Beni mi bekleyecek?
Fotoğrafçıyı ikna etmeye çalışırken, gereksiz
konuşmalarla vakit geçerken, içine kaçlık film koyalım, bak getirmezsen falan
filan gibi lâkırdılar, gidip gelme süresi vs. Kuş uçtu gitti.
O günden sonra babama dedim, “Bir makine almamız lâzım”.
Almanya’daki enişte izindeydi, ona söyledik. Bir dahaki gelişine ikinci el bir
makine getirdi ama babam onu beğenmedi. “İş yok bunda, götür, geri ver” dedi.
Hiç sevmem bir şeyi geri vermeyi. Çok sıkılırım. Bir
kamyon taş taşımaktan ağır gelir. Cebimde param yeterli olsaydı vermezdim de.
Fakat mecbur olunca durum değişiyor. Sevmek, sevmemek ikinci plân...
Aldırdığı ekmeği yeterince pişkin bulmayan komşu
teyzemizin, fırına götürüp nar gibi kızarmışıyla değiştirmemi istemesinden hiç
bahsetmeyeyim; “O ayrı konu” diye düşünüyordum ama belki de bir şeyi geri
vermekten hoşlanmayışımın kaynağı budur.
Hoşlanmamak ne kelime! Ölüm gibi bir şey oluyor ama
kimse ölmüyor.
Kaçlık film bu?
Enişteye makineyi geri vermeden, baktım, bizim evde
cümbür cemaat bir arada. Teyze çocukları doluşmuş. Sekiz on kişi şamata
mesaisinde.
“Gelin” dedim, “Sizin fotoğrafınızı çekeyim”...
Oh ne âlâ! Poz verip duruyorlar. İçeride yeterince
çektikten sonra bahçeye çıktık. Çiçekler arasında, ağaçlar altında pozlar
verildi.
“Biraz da arka bahçede çekelim, manzara derinlik
oluştursun” dedik, orada da çat çat çekiyoruz.
“Kaçlık bu?” diye sordu biri. Şimdiye filmin bitmiş
olması lâzım değil mi?
“Bitiyor” dedim, “Son kareye geldik”.
“Ne zaman çıkar?”, “Nasıl oldu?”, “Güzel çıkmış
mıyımdır?” soruları havadayken, “Bakalım nasıl olmuş” dedim.
“Kaçlık bu?” diye soran, “Dur!” dedi, “Filmi
yakacaksın”…
Yok yok, şimdiki filmler bir başka. Almanya’dan geldi
bu. Hemen bakabiliyorsun.
Diğerleri inandıysa da o yutmadı. Yine de “Acaba?”
mâkâmında bakıyor…
Çevirdim makineyi, arkasını açtım. Başımın yan
tarafındaki diğer başlar, hep bir ağızdan “Aaaa” çektiler.
Ben de hayret ettim güya. “Aaa” dedim, “Film koymayı
unutmuşum”.
Şamata ikiye katlandı.
O kadar da özene bezene poz vermiştik. Boşa mı gitti
şimdi hepsi?
Yok, boşa gitmedi. Hatıra oldu.
Meğer yıllar sonra, çekilen fotoğraflara ânında bakmak
mümkün olacakmış.
Bugünkü nesil için hiç de sürpriz tarafı yok.
Karşımda bir
hatıra, hayâl gibi
Şimdi karşımda bir fotoğraf duruyor. Odamın duvarında…
Masamın karşısında… Koltuğa kurulunca hep onu görüyorum.
Bastırıp çerçeveletmiştim. Televizyondan büyük.
Bir fotoğraf nasıl anlatılır?
Anlatmaya çalışayım.
Önde bir göl. Arka tarafta bir dağ. Onun arkasında
uzak bir dağ daha. Tepe de diyebiliriz bunlara. Çok büyük sayılmazlar. Gölün
ortasında bir kuru ağaç. Çok yaşamış belli, fakat sonunda kurumuş. Suyun içinde
olması onu kurumaktan kurtaramamış.
Göl ile dağın buluştuğu yerde bir direk var. Telgraf
direği gibi duruyor. Demir olsa elektrik direği derdik. Bu ağaçtan…
Gölün kenarında ahşap bir tekne. Öyle bir tekne ki,
içinde büyük bir baca ve iki kulübe var. Onlar da ahşap. Biri tek katlı, diğeri
iki katlı.
Gölün içinde ağacın, direğin, teknenin ve dağın
yansıması var ki o yansımalar fotoğrafa ayrı bir güzellik katıyor, derinlik
kazandırıyor.
Bir de bulutlar var tabiî.
Gökteki bulutların da yansıması gölün üstünde.
Bulutlar yağmur yüklü. Bir kısmı beyaz, bir kısmı gri.
Biraz sonra hareket edecekler. Üstümüze doğru
gelecekler ve yağmur başlayacak.
Nereden biliyorum?
O fotoğraf çekildiğinde, oradaydım!
Fotoğrafta insan yok. İnsanlar, objektifin beri
tarafında.
Kim onlar? Biri ben, biri fotoğrafı çeken Mustafa,
ailelerimiz, arkadaşlarımız. Toplam on kişiden fazlayız.
Bulutların geleceğini, yağmur yağacağını söylemem de
tahmin değil.
Yıllar sonra
tekrar
Aradan yıllar geçti, bir daha gittik. Bu defa farklı
bir kadroyla. Yine arkadaş grubu…
Altı araba yan yana park etmiştik.
Mustafa yoktu.
Aylar önce, Çengelköy’de göğsüne iki kurşun yemişti.
Darbe yapmaya kalkışanların kurşunuyla toprağa düşmüştü.
Acısı yüreğimizdeydi.
Sarıalan yaylasındaki o minik gölün kenarına doğru
yavaş adımlarla tekrar yürümüştük arkadaşlarla beraber.
Küçük yeğenim, gölün etrafında adım attıkça, otların
arasında kendini gizleyen kurbağalar cup cup suya atlamaktaydı.
“Kurbağa çobanı oldun” dedim. Ufaklık gülmüştü ama
babasının bakışı gücenik göründü.
O şakayı beğenmemişti.
“Başka bir şey bulamadın mı?” der gibi bakıyordu.
“Benim oğlum okuyacak, doktor olacak, mühendis olacak… Çobanlık da nereden çıktı?
Hem de kurbağa çobanı…”
Elbette öyle olacak inşallah. Ama o an için öyle
söylemiş bulundum. Vaktiyle ben de balık çobanı olmuştum.
Issız bir sâhilde, elimde uzun bir değnekle yürürken
çekilmiş bir fotoğrafın arkasına “Balık çobanı” yazmışlığım vardır. O zamanlar
fotoğrafların arkasına böyle notlar yazardım günün târihiyle beraber.
İşte o günkü gidişimizde, o ağacın çok yıprandığını,
yıkıldı yıkılacak gibi durduğunu gördüm.
Lokanta-kafe olarak kullanılan teknenin de hiç mecâli
kalmamıştı. Adamakıllı bitmiş, tükenmişti. Üzüldüm.
İzler, deliller, tanıklardı onlar.
Her şeyin fâni olduğunu anlamak için bir işâret olmalı
bu tükeniş.
Öyledir muhakkak.
Viran hâlini görünce, uzun ayrılıktan sonra
memleketine dönen Bayburtlu Zihni gibi hissettim.
“Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru uçmuş, ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş
Sâkiler meclisten çekmiş ayağı…”
Dedikleri gibi, fotoğraflar “ân”ı yakalıyor sadece.
Vakit geçtiğinde, her şey değişebiliyor. Eskisi gibi
bulana aşk olsun!
Yine aradan yıllar geçmiş. Tutan yok.
Bugün gitsek, belki ağaçtan ve tekneden eser
bulamayacağız. Küçük gölün üstünde sadece o dağın ve yıkılmamışsa uzaktaki
direğin yansımasını görürüz.
Tabiî, göl yerinde duruyorsa…
Çeken bile gittikten sonra…
O bulutlar gelir belki, özlemişlerse.
Ne dersiniz, özlemişler midir?
----------------------------------
*Fotoğraf: Mustafa Cambaz