NE dersek diyelim,
ne kadar başkaca mahallere gitmeye hazırlanırsak hazırlanalım, kendimizi tekrar
etmekten yakamızı kurtaramıyoruz.
Sonuç
itibariyle, insan ve fıtratı bakımından yolumuz bu nedenle hep iki noktaya
çıkıyor. Bunlardan biri olağanüstü/ideal olanı, “o bir ‘dem’i” bekleme yaklaşımı… Bir diğeri ise mevcûdun devamını
bozan her şeye karşı geliştirilen tepki yaklaşımı…
Netîce
itibariyle elimizde, değişmeyen, değişmesi zor görünen bu iki tutum ile her
vakit farklı bir konsepte bürünerek hayatımıza dâhil olan bir yeni mevcût durum söz konusu…
Yukarıdaki
“o bir dem”, bizce ne kadar gelmeyecek
gibi görünse de, yine mevcûdun devamını bozan unsura karşı ne kadar tepkimizin
ölçüsünü kaçırsak da, her ikisini de hatırlatacak yeni bir mevcût durum kapımızı çalmakta gecikmiyor.
Çok
canlı bir örnek... Evet, şu an malûm olduğu üzere o bir dem geldi, belki de geçiyor. Bir iç ses, “Nihâyet geldi!” diyor ama demine devam ediyor. Geldi ama bir dem’e geçmek için… Bizi bir dem’e çekmek için... Dem’den dem’i kurtarmak için… Dem’den dem’i süzmek için… Demle dem’i yıkamak için...
Ancak
bugüne değin gelen bütün demler gibi onu da kendi hâline bırakmayıp kendi hâlimize
uydurduğumuz, uyduracağımız çok aşikâr görünüyor. Üzülerek diyorum ki, bu sefer
de böyle geçecek gibi görünüyor.
Oysa
evimize gelen her yeni durum, müşterisi
bulunur diye yeni bir iklimi de beraberinde getirdi, getiriyor. Ne ki,
bizim ilgisizliğimiz ile köşesine çekilmekte gecikmiyor. Öyle küskün, öyle
garip... Yine de bize emanet edildiği her gün için misafirliğini görev gibi
hissederek bize hatırlatıyor. Biz ise emanet bırakılan bu sermayeyi doğru
değerlendirememenin türlü senaryolarıyla bilerek ya da bilmeyerek kavgaya devam
ediyoruz.
Çok haklı! Zira yeni
bir iklimi taşıyor kucağında ruhun. Ve bu kadar iç çekişi bundan.
Henüz
içte… Dışarı çıkmak ve en uygun yere konumlanmak için vaktini, imkânını, doğru
şartları ve en önemlisi de kaderini bekliyor. İnsan, bu yeni iklimi kucağında taşıyor ama nereye koyacağını
bilemiyor.
(Bir insana yüklü
miktarda bir çanta dolusu para vermiş olsanız, bunu nereye koyacağını çoğu
insan gibi bilemez. Dahası, açıp içine bakmaya bile korkar. Alıp eve götürür,
orayı güvenli bulamaz. Alıp bir arkadaşına bırakır, üç gün sonra ondan da alır.
Köyünde uygun bir yer aramak için gider; orası da artık eskisi gibi güvenli
değildir. Bankaya gitmek ister, hangi bankayı tercih edeceğine karar veremez. Şaşakalır.
Söz konusu yenilik eskimese de -en azından insanın kendi üstünde eskiyene dek-
bu şaşkınlık devam eder, gider.)
Çok haklı! Zira yeni
bir iklimi taşıyor kucağında ruhun. Ve bu kadar iç çekişi bundan.
Henüz
içte… Sesini dışarı duyuramadığı gibi, emanet edildiği kişiye de duyuramıyor.
(Bir duyurabilse, -dışarıda
başka bir baharın bizi kendine çekip anlatacak çok şeyi olduğu gibi- o da bize kendi
baharından bahsedecek. Ama sen... Ama ben... Ama biz... Ama insan... Hayatını
çevreleyen bütün duvarlar arasında sesin akmadığını, kulağa/cana değmediğini,
sesin dünyamızdaki çokluğundan değil, onun zayıflığından, yokluğundan bilen ve
hâlâ başkaca sesler arayan; sesine, mekânına ve kalbine daha fazla ses katmaya
çalışan insan…)
Mantık
çok açık. Bir şey, bulunduğu kabın dışını -taşmaktan
öte- kabı yok edercesine örttüyse, orada kabın kendisinden eser kalır mı? Yahut
bir ses, duyum eşiğini aştıysa onu algılamak mümkün olur mu?
Çok haklı! Zira yeni
bir iklimi taşıyor kucağında ruhun. Bu kadar iç çekişi bundan.
Henüz
içte ama ona rağmen henüz üşüyor. Kolumuz kanadımızın ve derdimizin her dem
üzere üşüdüğü gibi… Bir derdi de en iyi başka bir dert ile anlarız, değil mi?
“Bir
vakit şöyle demiştik galiba:
“Her kanadın bir
kış gibi…
Her kararın bir
düş gibi…
Kırıldığında
soğuktan
Ruhunla yaşıt bir
suya yazdıkların,
Kalbine bir nakış
değil mi suyun?
Ya kalbinin nakşı?
Baharı görmüş
müsün?
Nereden bileceksin?”
Çok haklı! Zira yeni bir iklimi taşıyor kucağında ruhun. Bu kadar iç çekişi bundan.