PATIRTI dershane
üzerinden başladı. Pınarın gözünden… Paralel yapının insan kaynağı olan
dershanelere dokunulduğu anda, paralel başı, zat-ı şahanelerini biraz önce atom
bombası atılmış Hiroşima Belediye Başkanı gibi hissetti. O sebeple feryada
başladı, ateşler saldı, beddualar etti.
Perde
arkasından habersiz olan büyük kitle ise, bir dershane için bu kadar kıyamet
koparılmasına anlam vermekte zorlandı.
İşin
aslı çok sonra anlaşıldı. Asker, polis, hukukçu, öğretmen, ekonomist, doktor,
mühendis, iletişimci her ne olunacaksa, her nereye sızılacaksa, en baştaki elek
dershaneler idi.
Diğer
operasyonlar dershane konusunun ardından geldi.
FETÖ
hakkında konuşmaya başlandığında, ülkenin en zeki çocuklarını toplamalarına
muhakkak değiniliyor. Yanlış değil elbette. Ama epeyce garip bir yanı var bu
hususun. Diyacaksınız ki nasıl?
Şöyle…
Ülkenin
en zeki ve başarısı yüksek çocuklarını eğitim sürecinin ilk basamaklarında
toplayıp zaman içinde dünyanın en aptal insanları hâline getiren bir örgütten
söz ediyoruz.
Havada
kalan, ayakları yere basmayan bir iddia sanılmasın!
Evinde
çuvallar dolusu belge saklayanlar çıkıyor hâlâ. Hâlbuki bugüne kadar çoktan o
belgelerden kurtulmaları gerekirdi. 1 dolarlar çıkıyor. Plânlar, programlar,
listeler çıkıyor. Darbeden sonra kimin hangi göreve getirileceği yazılmış
çizilmiş, kenara konulmuş. İmha etmeyi akıl edememişler. Kimsenin aklına
gelmeyecek bir yere saklamayı düşünememişler. Yetmezmiş gibi, kimleri
öldüreceklerinin listesini hazırlamışlar da onu bile bulunamayacak bir yerde
muhafaza etmek akıllarına gelmemiş.
Akıllıca
hazırlanan bir darbe plânını başarıya ulaştıramadılar. Daha ne olsun?
Silahlar
ateş etmeye başladığında, halkımızın yere yatmayı dahi bilemeyeceğini
sanıyorlarmış. Daha ne olsun?
Tanklar
yürüdüğünde, vatandaşların kaçacak yer arayacaklarını düşünüyorlarmış. Daha ne
olsun?
Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne, Külliyemize, Emniyet Müdürlüğü’ne bomba atıldığı
zaman, insanların korkudan ne yapacaklarını bilemez hâle düşeceklerini hesap
etmekteymişler. Daha ne olsun?
Köprünün
üstünü tuttuklarında, TRT’den darbe bildirisi okuttuklarında, sokağa çıkma
yasağı ilan ettiklerinde, bütün milletin evine kapanacağını beklemişler. Daha
ne olsun?
Bir
avuç insan çıkarsa çıkar, onlar da havaya iki üç el ateş edilince kaçarak bir
yerlere saklanır sanmışlar. Daha ne olsun?
Öndekiler
vurulup düştüklerinde, arkadakilerin onların yerine geçeceklerini, kurşunlara
göğüslerini siper edeceklerini hiç düşünememişler. Böyle bir sahne ile
karşılaşınca bile anlayamamışlar. Daha ne olsun?
Bu
milleti tanımadıkları nasıl da gün gibi ortada!
Dünyanın
en aptal insanları hâline getirdiklerini söylerken, işte bu belgelere ve
bilgilere dayanıyoruz! Kendi kafamızın kıvrımlarından uydurmuş değiliz.
15
Temmuz 2016 tarihinde bu yana her gün ekranlarda gösterilen, tekrarlanan o
görüntülerden, ele geçirilen çuvallar dolusu evrak ve verilen ifadelerden daha
iyi belge, yeryüzünün hiçbir yerinde yoktur. Bundan daha kesin ve daha net
olanı, ancak Kirâmen Kâtibin Meleklerinin kayıtlarında bulunur.
***
Epey
zamandır, bir yere günün tarihini yazmam gerektiğinde hemen “15 Temmuz” yazacak
oluyorum. Asıl gün ve ay sonradan aklıma geliyor. Mübalağa değil, kilitlenmişim
o tarihe!
Kırk
küsur yıllık Boğaziçi Köprüsü, “15 Temmuz Şehitler Köprüsü” adını aldı.
Neredeyse her gün geçtiğim caddenin adı “15 Temmuz Şehitler Caddesi” oldu. Eski
adını hatırlamıyorum bile…
Asker
kılığındaki şerefsiz teröristlerin karşısına dikilen ve ülkesine, namusuna,
izzetine sahip çıkan o aziz şehitlerimizi unutmamak için bu isimlerin verilmesi
ne kadar yerinde bir karar!
Küçük
büyük, hiç kimse unutmasın!
O
ne muhteşem bir tarihtir! Hem büyük bir ihanet, hem büyük bir zafer… Gelecek
nesillere şerefli bir miras…
15
Temmuz gününün bir süre sonra unutulacağını kimse düşünmesin! Televizyonlarda,
radyolarda, gazetelerde, dergilerde bir müddet bahsedilip, sonra herhangi bir
tarih gibi muamele edileceğini hiç kimse aklına getirmesin!
15
ay da geçse, 15 yıl da geçse, biz bu günü yâd edeceğiz. 15 asır sonra bile…
Çünkü
o günün kökleri 15 asır öncesine dayanıyor.
Rabbimizin
izniyle 15 asır öncesinden bugüne uzanan sağlam bir medeniyetin, sarsılmaz bir
inancın, güçlü bir ruhun dallarını budamak isteyenlerle yapılan esaslı bir
mücadelenin tarihidir 15 Temmuz. Milletimizin birlik ruhunu yakaladığı
tarihtir. Vatanına sahip çıktığı tarihtir.
O
gece yediden yetmişe herkes “Vatan!” diye haykırdı. Meydanlara, sokaklara koşan
her insanın elinde bayrak vardı, dilinde dua. Yalnızca birkaç şehir merkezinde
değil, bütün şehirlerde, bütün ilçelerde.
Yalnızca
Türkiye’de değil üstelik. O gece Bosna ayaktaydı, Kosova ayaktaydı, Kudüs
ayaktaydı, Gazze ayaktaydı…
Türkiye’nin
son kale olduğunu bilen kim varsa el açmış dua ediyor, hatim indiriyor, bayrak
sallıyordu. Ay yıldızlı bayrağımızı… Şehidimin son örtüsünü…
Omuzladığım,
başımın üstünde ve gözyaşları içinde taşıdığım, taşırken öptüğüm, şehidimizin
üstündeki nazlı bayrağımızı…
“O
bayrak yere inmesin!” diyen kim varsa, Allah razı olsun!
Vurulup
yere düşerken, Ulubatlı Hasan gibi bayrağı dimdik tutan yiğidimizin görüntüsünü
unutmayacağız. Onları vuranları da unutmayacağız. Asla!
Yoldaki
içi dolu arabaların üstünden geçen tankları unutmayacağız.
İrademizin
tecelligâhı Meclis’imizi bombalayanları, gözbebeğimiz olan Külliyemizi
bombalayanları unutmayacağız.
Yaralıların
hastaneye götürülmesine izin vermeyenleri unutmayacağız. Köprüden geçerken
şehitlerimizi mutlaka anacağız, hiçbirini unutmayacağız.
Çengelköy’de
vatanına sahip çıkan yiğitlere “İt sürüsü!” diyerek vur emri veren komutan
kılıklı şerefsizleri unutmayacağız.
Çınarın
dibinde toprağa düşen kardeşlerimizi unutmayacağız.
O
çınarın yanından geçerken Fatiha ile selâm vermeyi unutmayacağız.
Unutursak,
aldığımız her nefes haram olsun!
***
Yazdıklarımızı
duygusal bulanlara sitem bile gerekmez. Sitemin de anlaşılmama ihtimâli yüksek.
Evet,
duygusal yazıyorum! Başka türlü yazmayı da bilmiyoruz zaten.
İnsandan
duyguyu alırsan, geriye ceset kalır. Çok şükür henüz ölmedik. Sorulunca
söylesin öyle düşünenler, “Duygusal bilirdik!” diye…