Nureddin Topçu’dan eğitime dair noktalamalar

“En aşağı üç asırdan beri sarp kayalara çarpa çarpa harap olan maarif gemimiz, bugün kırık dökük bir tekne gibidir. Ancak büroya memur, eski tabiriyle kalem efendisi yetiştiriyor. Bugün talebelik, artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.”

MERHUM Nurettin Topçu’nun eğitim ile ilgili görüşlerini, “Türkiye’nin Maarif Dâvâsı” isimli eserinden (Hareket Yayınları, İkinci Baskı: Kasım 1970) derlediğimiz bu yazıyla yorumsuz olarak okurlarımızla paylaşmak istedik.

Beklenen gençlik

“Gençlik, geleceğin tohumudur. Bu tohumun özüne bakarak yarınımızı keşfetmek müşkül olmayacaktır. Her devrin gençliği, kendi enerjisini harcayabildiği âlemde yaşıyor.” (s.13)

“Her devrin gençliği başka bir gurur ile yaşamıştır. Gurur, yani içten gelen büyüklenme, devrin değer hükümlerinden gıdalanarak şekil kazanır, konusunu cemiyette bulur, genç ruhlarda bu konuya bağlı ateşli bir inanç halini alır. Bu inanç hayatı enerji ile yüklü gencin hareketlerinin kaynağı olur. İmanının içselliği ve derinliği nisbetinde gençlik değerlidir, verimlidir, takdire lâyıktır.” (s.13-14)

“Her cemiyet, kendi gençliğinin çehresinde değer kazanır. Milletin hayatı içinde bütün gençliğinin varlığı barınmaktadır. Tarihin satırları altında her devrin gençliğinin çehresi seziliyor.” (s.14)

“Hakka götüren yolda yürürken uğradığı muvaffakiyetsizlikler, son neslin yollarını şaşırttı. Şüphe yok ki ümitsizlik, imansızlığa götürür. Kendine güvensizlik, kuvvete teslim eder. İradenin gevşemesi kaderci yapar.” (s.19)

 

“Gelişen zaman idarecilere o kadar şuursuzluk getirdi ki, evvelki facia yetmiyormuş gibi, bir yanda kifayetsiz din okullarını artırırlarken, öte yanda Batılılaşmak hevesiyle Batı dillerinde öğretim yapan okullar açtılar. Şimdi bütün millet ruhunu gömmek isteğiyle, liselerin hepsini yabancı dilde öğretim yapıcı hâle koymak azmindedirler.”

 

Millet maarifi

“Millet ruhunu yapan maariftir. Maarifin düşmesi millet ruhunu yerlere serer. Maarife değer vermeyiş millet ruhunun yıkılışını hazırlar. Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu hâlde millet, maarifi demektir.” (s.24)

“Fertte olduğu gibi millet vücudunda da iki unsur birleşmiş bulunur. Biri verasetle ecdattan getirdiği, öbürü maarifle getirdiği eğitimdir. Ecdadın veraseti tarih şuuru içinde saklıdır. Eğitim ise maarifin hizmetidir. Bizde ecdad ruhunu yaşatıcı tarih şuurunu besleyen ve canlı tutan maarif olduğu gibi, onu yıkan ve çürüten de yine maariftir.” (s.24)

“Fikir ve irfan hayatımız üç yüz yıl çorak bir çölde bocaladıktan sonra kurtuluş yolunu arayanlar, geçen asrın sonlarından başlayarak kısa aralıklarla hamleler yapıp Batı kültür ve maarifinin kucağına sığındılar. Yeniler, bunaltıcı karanlıktan sıyrılmanın çaresini, her şeyden önce kendi varlığımızdan sıyrılıp uzaklaşmada aradılar. Yüz yıldan fazla zamandır sıra ile Fransız, Alman, İngiliz kültür ve maarifine teslim olduktan sonra bugün Avrupa için bile korkunç yıkım kaynağı olan Amerikan maarifine sığınma cinayetini işlemekten çekinmediler.” (s.24-25)

“İlkokulda ahlâk eğitimi hemen hemen sıfıra inerek yerine hayat bilgisi veriliyor. Liseler zamanla fen lisesi hâline getirilmektedir. Üniversitenin edebiyat fakültesinin seviyesi asrın başındaki idadilerin seviyesine düşmüştür. Harf inkılabı yüzlerce yıllık milli kültürle bağları kopardıktan sonra dilin değişmesi üniversite gençliğini ortaokul çocuklarının hizasına indirdi. Bugün edebiyatımızı hakkı ile bilen birini bulmak veya böyle birinin yetişmesini beklemek hayâl oluyor.” (s.26)

“Gelişen zaman idarecilere o kadar şuursuzluk getirdi ki, evvelki facia yetmiyormuş gibi, bir yanda kifayetsiz din okullarını artırırlarken, öte yanda Batılılaşmak hevesiyle Batı dillerinde öğretim yapan okullar açtılar. Şimdi bütün millet ruhunu gömmek isteğiyle, liselerin hepsini yabancı dilde öğretim yapıcı hâle koymak azmindedirler.” (s.28)

“Millet maarifi, iktisadî kuvvetin yanında zayıflamakta ve silahlarını, köklerinden kopup ayrılmış bir cemiyette, gönüllü olarak iktisadî tahakküme terk etmektedir. Çünkü millet ruhunun koruyucusu olması gereken üniversite bu ruha sahip değildir. İlimsiz ve idealsiz muhterislerin hepsini çatısı altında toplamaya azimli bir üniversite, hem de millet ruhunun kaynaklarından bir küçük pınar bile almayınca elbette millet gençliğinin kalbine harabe olacaktı. Üniversite gençliğinin ayaklanmaları, onları yetiştirenlerin dile gelen günahlarıdır.” (s.29-30)

“İlkokulundan üniversitesine kadar millet mektebini yıkan bir ülkede millî ruhtan ne eser kalabilir?” (s.30)

“Milliyetçilik, milletin tarihine gömülü hayat kaynaklarında aranmalıdır. O dilde ve dinde, sanatta ve devlette bulunur. Düğünlere, şarkılara ve çocukların oyunlarına varıncaya kadar milletin örfleriyle adetlerinde yaşar. Bunların hepsi terkedilince millet varlığı bir vehim, milliyetçilik bir sahte vesika halini alır. Yine bunların hepsi mektepte yapılır ve mekteple yıkılır.” (s.30)

“Güzel dilimizi vaktiyle Dîvan edebiyatının nesircileri kurutuyordu, şimdi onu Dil Kurumu boğazlamaktadır.” (s.30)

“‘Osmanlıca’ diye asırlar içerisinde gelişen Türk dili hançerlendikten sonra Batılı kelimeler dilimize kolayca akın etmeye başladı. Gün geçtikçe ifademizin güzellikleri ortadan kalkmaktadır. Batılı kelimelerin hücumu ile renk renk maskeyle örtülmüş yüze benzetilen dilimiz, korkarım ki bu gidişle bir gün, Türk’ün ruhu ve Türk dilinin esasları ile anlaşılması imkânsız hâle gelecek ve sonunda Türk dili diye bir millet dilinin varlığı tanınmayacaktır.” (s.30)

“Dinin de bir içtimaî kurum olduğunu unutmamalıyız. Ancak bu anlayışla İslam dininin, milletimizin ruh ve ahlâk kaynağı olduğunu anlamakta güçlük çekilmez. Ona karşı açılan mücadele, millet varlığına çevrilmiş silahtır. Yapılacak iş, İslâm’ın gerçek anlayışını elde etmektir.” (s.31)

“Bir milletin devlet bünyesi de mazisindeki geleneksel devletin yapısını teşkil eden esasları taşımalıdır. Yoksa kendinin olmaz ve yıkılmaya mahkûmdur. İslam’ın sosyal esaslarına bağlı, otoriteli ve şahsi mesuliyet temeline dayalı devlet bizim geleneksel devletimizdi. Bunlar Türk devletinin karakterleridir.” (s.31)

“Dinde ve dilde, sanatta ve devlette büyük millet varlığımızın sönük bir hayal haline gelerek bize veda ettiği bir devrin yetimleriyiz. Onu yok olmaktan kurtaracak olan yine millet maarifidir. Kendimiz için yepyeni bir maarif sistemi kurarak işe başlamak zorundayız. Bu maarifin ilkokulundan üniversitesine kadar bütün basamaklarında bin yıllık millet iradesiyle bin dört yüz yıllık millet karakteri yaşatılırsa bizim olacaktır.” (s.32)

“Bugünkü mektebin dışında barınan yıkıcı kuvvetler onun kurucu gücünün kat kat üstündedirler. Gazete, radyo, çeşitli dernek çalışmaları, kontrolsüz ve boğucu neşriyat, sinema, batının zehirli akımları, fitne temeline dayanan particilik, lüksün ve tekniğin pençesine takılı sayısız ve sınırsız hırslar millet mektebi kurmaya ve bir millet maarifi yaşatmaya engeldirler. Millet ruhunun sevgisiyle aramızda bunlar pusu kurmuş, varlığımıza saldırıyorlar ve adım adım millet maarifini kendi emirleri altına alıyorlar.” (s.32)

“Bugünkü maarif kaba tekniğin peşinde, batının zehirli akımına kapılarını açmış, Yahudiliğin oltası bir demokrasi anlayışının kurbanı zavallı bir kurumdur. Topluma verecek hiçbir şeysi kalmamıştır. Aksine olarak o, toplumda kendini yenen ne varsa hepsine boyun eğmiş bulunuyor. Onun, toplumu arkasından sürükleyecek kendine özel iradesi yoktur. Esasen mektebe her şey girmiştir, toplum hayatında ne varsa her şey.” (s.32)

“Bu nesli zehirleyen, anarşi ve asaletsizlikle birleşmiş berbat bir demokrasi ve hürriyet salgını ile insandaki hırslarla kinlerin ve menfaat emellerinin, hasetlerin ve çeşitli ahlak sefaletlerinin yayıcısı olan gazeteler, kontrolsüz ve hasta neşriyat. Bunlar mektebin hâkimiyetini kırarak ona tahakküm edici hale geleli millet mektebi çökmüş, yıkılmış ve bir diploma dağıtma bürosu halini almıştır. Onun tekrar canlanarak millet maarifinin hayata hâkim olması ve böylece Türk milliyetçiliğinin tarihte olduğu gibi tekrar yüceltilmesi için, mektebi ezen bütün bu kuvvetlerin hâkimiyetine son verilmesi lâzım geliyor.” (s.33)

“Zamanımızın istiklâl savaşı, bu cephede açılacak savaştır.” (s.33)

Mektep

“Hayat çok gayeli öğretim yapar; mektep ise tek gayeli öğretim yapar.” (s.37)

“Mektebin mânâsı, hikmeti, bizi içerisine serpilerek dağıldığımız hayattan zaman zaman sıyırarak kendimize getirmek, düşünce kudretini kullanmaya zorlamak, büyük yolculuğun haritasını gözlerimizin önüne sermektir. Sınıfta yapılan her çeşit öğretimin, matematikten coğrafyaya, fizikten felsefeye kadar her dersin okutulmasındaki sonuncu hikmet, ilk gayelerin gayesi bundan başka bir şey değildir.” (s.38)

“Biz, yalnız ilk gayeleri tasavvur edebildiğimizden her dersten pratik ve kendi kendine yeterli gayeler bekliyoruz. Aldanıyoruz; çünkü hayatta hiçbir gaye, sonuncuya doğru uzanmadan, kendi başına içinde barınıp kalamıyor. İlkel ve başkalarına uzanmayan gayeleri içinde tıkanıp kalarak zihni genişliğe yükseltemeyen, mahdut gayesinden sonsuzluğa ışık tutamayan bir öğretim, gerçek gayesini bulamamış hatalı ve kötü bir öğretimdir. Böyle bir öğretim, mektep kaçakları ve haylazları yaratır, diploma bezirgânları doğurur, mektep ruh ve disiplinini parçalayarak mektebi hayatla birleştirir, Amerikan mektepleri hazırlar.” (s.38)

“Öğrenme, her şeyden evvel bir çıraklıktır. Mektep çıraklık yeridir, diyebiliriz ki bir tezgâhtır. O tezgâhta usta yapar, çıraklar tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz.” (s.38)

“Mektepte alınan ders, ya bir tasavvurdur, hayâle mâl eder; ya bir hünerdir, ele mâl edilir; ya bir iradedir, iktidarımıza ilâve edilir. Ya da bir aşktır, kalbe doldurulur. Bunlardan biri hâlinde benliğimize, girmeyip sade hafızada, şuurun dışına asılı bir küfe yük halinde duran bilgiler verici öğretim, faydasız ve mânâsızdır.” (s.38)

“Birtakım formülleri sadece ezberleten muallim, benliğimizin iktidarından her gün bir parçasını yok etmektedir.” (s.39)

“İyi üstad, dışımızda yaşananı içimizde hayat yapabilen muallimdir. En iyi muallim; en büyük üstad, şüphesiz ki hayattır. Ancak, ondan ders almasını bilmeyenler için muhtaç olduğumuz muallimler, hayatla benliğimiz arasında kürsü kurmuş olan bize daha yakından ve kendi dilimizle öğretici unsurlardır.” (s.39)

“‘Gerçek mektepte muallimle talebe, ıstırap çekerek öğretmeğe ve ıstırapla öğrenmeğe muhtaçtırlar.’ Ders, bu tadına doyulmaz ıstırabın sahnesidir.” (s.39)

“En büyük ders, Levh-i Mahfuz’da görülüp öğrenilendir. İyi bir ders, bir hakikatin öğretilmesi, öğrenenin şuurunu sonsuzluğun ufuklarına kadar götürür; onu yalnız bir şeyin öğrenilmesiyle bırakmaz, sonsuz bilinmeyenlerin huzurunda dinlendirir.” (s.40)

“Öğretimin üslûbu, onun sade şekil ve kıyafeti değil, ruhunun kalıbıdır. İyi üslupla iyi öğretim, fena üslûpla fena öğretim yapılır.” (s.40)


 

Neyi öğrenip, neyi öğrenmemeliyiz?

“Her şeyi bilenler, her şeyi bilmek için iştiyak duyanlar bu halleriyle öğünenler, kendilerinden kaçıp âleme koşanlardır. Kendini bilmek için âlemle kendi benliklerinin temas noktalarına uzanan, bilgilerini burada toplayanlar ise gerçeği bilenlerdir.” (s.41)

“Öğreneceğimiz şeyler, her şeyden evvel şahsiyetimizin özetini teşkil eden âlemle ilgili olmalıdır. Ondan sonra, şahsiyetimizin hayatı için var olması zorunlu bilgileri edinmeliyiz.” (s.41)

“Edineceği bilgileri seçmeyip her görüp işittiğini öğrenen insanın bütün bilgileri faydasız ve değersizdir.” (s.41)

“Neyi bilip neyi bilmemesi lâzım olduğunu düşünmek, düşüncenin ilk işidir.” (s.42)

“Halk, gelişi güzel her şeyi bilebilir. Âlim ve mütefekkir ise ancak kendine 1azım olan, kendini işleyen şeyleri bilir. Pek çok şeyleri bilir. Pek çok şeyleri bilmekle öğünen hafıza hamalları, hayatta hiçbir baltaya sap olmayanlar, hiçbir işe yaramayanlardır.” (s.42)

“Daha ilkokulda bütün eşyanın bilgisini sunan, orta öğretimde cihan tarihini, cihanın coğrafyasıyla birlikte genç dimağlara aktarmak isteyen bugünkü mektep pek bedbahttır. Ruhlara istikamet verebilmekten uzaktır.” (s.42)

“Mektebin perişan ettiği şuurları, hayat insafsız pençesine geçirerek nice lüzumsuz ve katil bilgilerde doldurmakta, onlara bir çile devri yaşatmaktadır.” (s.42)

Mektebi nerede arayalım?

“Mektep öyle bir zihni alışveriş yeridir ki onda bir taraftan verilecek şeyler seçilirken, öbür taraftan insanda alıcılık kabiliyeti doğurulur, beslenir, büyütülür.” (s.43)

“Gazeteler siyâsî olgunlukta insan yetiştirmezse, o memlekette gazete, mektep olmamış demektir.” (s.44)

“Bir memleketin gençliği, aşkın irşatlarıyla Allah’a kadar götüren yolu kalp âleminde aramıyorlarsa, o memlekette ilk aşkın beşiği olan aile mektebi yok demektir.” (s.44)

“Mektep, ruha sunulacak iksirler hâlinde hakikatler üzerinde yapılan seçimle, alıcı gönüllerin birleştiği yerde vardır.” (s.45)

“Aile; örf ve âdetlerin ve bir dereceye kadar seviyemizin hamurunun yoğurulduğu mekteptir. Sevginin ve kalp alışkanlıklarının mektebidir. Sabrın ve müsamahanın mektebidir. Şefkatin ve anlayışın mektebidir. Fedakârlığın ve vazifeler yüklenmenin mektebidir.” (s.45)

“Mesleğine mektep gibi bağlanmayan insan, cemiyet içinde bir parazit olarak yaşamaya mahkûmdur. Onun için, meslek, bir apartman yapmanın vesilesi, bir otomobilin hizmetkârı ve bir şöhretin uşağıdır.” (s.45)

“Bugünkü mektep, bir sürü bilgileri gayesiz, hedefsiz bir şaşkınlıkla genç dimağların rast gele bir köşesine tıkmak isteyen bir hafıza cihazından ibarettir.” (s.46)

“Bir milletin bağrında yabancı mektep, mektebi yıkıcıdır; millet kültürüne sokulmuş hançerdir. (…) Yabancı kültür, sadece milli kültür ağacının köklerini kurutur, onu soysuzlaştırır. Çocuklarına yabancı dil öğretmek için yabancı mektebe koşanlar, pire uğruna yorganlarını yakıyorlar. Bu adamlar, bir avuç su içmek için suda boğulanlardır.” (s.49)

“Mektep ancak millî mekteptir. Millî mektep aynı zamanda devlet mektebidir. Bugün Türk maarifinde zehirli birer mantar gibi fışkıran özel okulların birer ticaret yeri olmadığını söylemek, olaylar karşısında bir iftiradan başka bir şey değildir. Millet maarifini kazanç hırslarıyla böylesine boğmak, millet kültürüne çevrilmiş suikasttır.” (s.50)

“Mazisiz mektep olmaz. Mazisiz, geleneksiz mektep denemeleri, ortaya mektep yerine bir okuma yeri, konferans salonu veyahut da bazen bir oyun çıkarmıştır.” (s.50)

“Hayatın her sahasında ailede, alışverişte, hukukta, siyasette, sanatta ve ahlakta mektebe muhtacız.” (s.50)

 

“Üniversiteye imtihanla öğrenci alınmasına gelince, bu her şeyden önce orta öğretimi inkâr etmektir. Nihayet eğitim kaidelerine aykırı olarak her genci, kendi istidadı dâhilindeki mesleği seçmesini imkânsız bırakmakla şans ve tesadüf yolları ile meslek seçmeye onları mecbur etmektir.”

 

Muallimin mesuliyetleri

“Âdemoğlunu, beşikten alarak mezara kadar götürüp teslim eden, dünyanın en büyük mesuliyetine sahip insan muallimdir. Kaderimizin hakikatinin işleyicisi, karakterimizin yapıcısı, kalbimizin çevrildiği her yönde kurucusu odur. Fertler gibi, nesiller de onun eseridir. Farkında olsun olmasın, her ferdin şahsi tarihinde muallimin izleri bulunur. Devletleri ve medeniyetleri yapan da, yıkan da muallimlerdir. Muallime değer verildiği, muallimin hürmet gördüğü ülkede insanlar mesut ve faziletlidir. Muallimin alçaltıldığı, mesleğinin hor görüldüğü milletler düşmüştür, alçalmıştır ve şüphe yok ki bedbahttır.” (s.52)

“Medeniyetler muallimle kuruldu.” (s.52)

“Medrese; ilâhî iradenin emrinde ilerleyen insan şuurunu inkâr ederek Aristocu muhafazakârlığında inat ettiği için yıkıldı.” (s.53)

“Bizim bütün tarihimiz, muallimin yükseltildiği devirlerde şan ve şerefle medeniyet ve ahlâkın zirvelerine tırmanmış, muallimin alçaltıldığı devirlerde ise uçurumlara yuvarlanmıştır.” (s.54)

“Muallimin alçaltılması, onun devlet emrinde bir bende hâline getirilmesiyle başlar.” (s.55)

“Bir memlekette ticaret ve alışveriş tarzı bozuksa bundan muallim mesuldür. Siyaset, millî tarihin çizdiği yoldan ayrılmış, milletinin tarihi karakterini kaybetmişse, bundan mesul olan yine muallimdir. Gençlik avare ve dâvâsız, aileler otoritesizse bundan da muallim mesul olacaktır. Memurlar rüşvetçi, mesul makamlar iltimasçı iseler muallimin utanması icap eder. Din hayatı bir riya veya taklid merasimi hâline gelerek vicdanlar sahipsiz ve sultansız kalmışsa bunun da mesulü muallimlerdir. Yüreklerin merhametsizliğinden, hislerin bayağılığından ve iradelerin gevşekliğinden bir mesul aranırsa, o da muallimdir. Yalnız kaldığımız yerde yalnızlığımızın mesulü o, imanların zayıfladığı devirlerde bu gevşemenin mesulü yine onlardır.” (s.56)

“Muallimin ruh yapısını meydana getiren karakterler: Her şeyden evvel muallim, hayatımızın sahibi olmaktan ziyade sanatkârıdır. Muallim, geçeceği yol bütün engellerle örtülü olduğu hâlde buna tahammül etmesini bilen, tahammül etmesini seven idealcidir. Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. Muallim, sahip olduğu bu mesuliyetle içimizde en fazla hür olan insandır. Çünkü mesuliyetimiz, hürriyetimizin kaynağıdır. Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur.” (s.58)

“Muallimin vermesi gerekli bilgiler, ruhi yapının ulaştığı devrede muhtaç olduğu bilgiler; ruhi yapıyı işleyerek ona aşı olacak bilgilerdir.” (s.59)

“Edebiyat dersinde, zihinlere biyografi ve yalnız edebiyat tarihleri aktarmak, edebi zevki olduğu gibi durmadan matematik formülleri ezberletmek zekânın mücerred düşünüşünden ibaret olan matematik kabiliyetini körleştiricidir.” (s.60)

“İlkokul çocuğuna, kendileriyle henüz hissi temasa geçmediği eşyanın bilgisini vermek isteyiş, ondaki hissi yapıyı bozar ve kendini arama işinden onu alıkoyar.” (s.60)

“Muallim ve öğrenci münasebetleri çok dikkat ve hürmet çerçevesi içinde düzenlenmeli, muallim aileyi hangi açı ve mesafeden görebiliyorsa, aile de muallimi en az o açı ve mesafeden görebilmelidir. Para işleri ve mecburî yardımlar mektep kapısından içeri sokulmamalıdır.” (s.62)

“Muallimi bu karakterleriyle tanımayıp onun millet ruhunun yapıcısı olduğuna inanmayan bir zihniyet, muallimi basit bir memur kadrosu hâline koyar ve her tarafından çiçeklenecek kültür ağacını kökünden baltalar.” (s.62) 

Maarif dâvâmız

“Mektep, neslin ruhundaki kuvvetli tarafları yaşatmasını bilmelidir.” (s.68)

“Maarif, yalnız mekteplerde okutmak ve okuyanlara birtakım bilgiler vermek değildir. O, bir milletin bütün halinde, düşünme ve yaratıcılık sahasında seferber edilmesidir. Başka bir deyimle maarif, bir cemiyetin düşünüş tarzının, kültürünün ve ideallerinin cihazlanmasıdır.” (s.68)

“En aşağı üç asırdan beri sarp kayalara çarpa çarpa harap olan maarif gemimiz, bugün kırık dökük bir tekne gibidir. Ancak büroya memur, eski tabiriyle kalem efendisi yetiştiriyor. Bugün talebelik, artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır.” (s.71)

“Muallimlik ise ne bir iman ve irşat yolu, ne de fikir ve kültürün otorite merkezidir. Hatta bir meslek bile değildir. Sadece küçük bir memuriyettir. Muallim, örnek adam da değil, boynu bükük bir memur, salahiyetsiz bir öğretici, müdürünün emrinde çalışan bir baremlidir.” (s.71)

“Mektebe gelince, o artık ne mabet, ne yuva, ne de ocaktır. Sadece ders odalarının bütününden ibaret bir devlet dairesidir. Biraz da kulüp, sahne, yardım müessesesi, kahve ocağı ve alışveriş yeridir. Bu hale gelen mektepten kültür ve ideal yaratıcı bir ocak olması elbette beklenemezdi.” (s.71)

“Medresede hâkim olan zihniyet, eski üstadlarının nas dışı fikirlerini tekrar ede ede ilim yaptığını zannediyordu. Durmadan ilerleyen insanlığın dimağı karşısında bu skolastik zihniyet feci akıbetine uğradı: Medrese kapatıldı, ilim de bitti. Medrese kapanır kapanmaz, medrese dışında ilim hayatı diye bir şey kalmadı; bu müessesenin dışında ufak bir kıvılcım bile gözükmedi. Bu hâlin adı iflâstır. Çünkü onda hakikat aşkı diye bir ideal artık barınmıyordu.” (s.74)

“Skolastik, üstadların otoritesini kabul eden, düşünce hürriyeti tanımayan bir zihniyetti. Mektep, aynı zihniyeti muhafaza ederek Batı’ya çevrildi. Batı’nın fikir mahsullerini şüphesiz ve tenkitsiz, saf bir itaatle alan dimağlar, bu fikirleri getirmekle ilim yaptıklarını zannettiler. Tercüme ile taklitten ibaret münevver faaliyeti, hakikat aşkını doğuramazdı. İlmin dayandığı prensiplerden şüphe, tenkit ve hakikat aşkını harekete geçiren kuvvetin yokluğu, dimağlarımızı Batı’ya esir etti.” (s.74)

“Her devrin siyâsî hâdiseleri, maarifimizi Batı milletlerinden birinin maarifine esir etti.” (s.75)

“Medreseden mektebe geçerken, ruhun bilgisinden maddenin bilgisine dönen bu gerileyiş, iç gözlemin yollarını tıkadı ve bütün zihinleri maddenin bilgisine meftun hâle getirdi.” (s.77)

“Ruh ve ahlâk kültürünün kurban edildiği ilk basamak, ilk mektebin eşiğidir. İlkokulda, çocuğun kendi içine dikkatini çevirme gayesiyle, daima eşyadan ve olaylardan başlayarak kendine doğru dönüş metodu diye bir şey yoktur. Sürekli dikkat alışkanlıkları ve olaylar karşısında aklını kullanma sevgisi aşılanacak yerde, zekâ testleri gibi alıştırma metotlarıyla elde edilen dış dünya ezberciliğine başvuruldu. İnsan unutuldu ve içte barınan kavrama hamlesi, daha ilköğretim çağında kısırlaştırıldı. Öğretim, ilim ideali için vasıta iken, hayatın realitesinde muvaffakiyete basamak hâline geldi.” (s.77)

“Öğretime, keyfiyet değil, kemiyet değeri verildi. Çok sayıda mektep açmak, diploma dağıtmak yarışı, öğretimi cansız ve kansız bıraktı.” (s.80)

“Büyük diplomalarla sürünenlerin yanında küçük diplomalarla, hatta onlarsız yüksek mevkilere çıkanların çoğalması, mektebin itibarını sarstı. Onu elde etmek için en değerli gençlik enerjisini harcayanların emeği küçümsendi. Sınıfta birinci olanın hayatta sonuncu olması tabii karşılandı. Cemiyet nizamındaki adaletsizlik, mektebi gözlerde çok küçültmüş ve cemiyet hayatıyla mektep arasındaki en değerli münasebeti felce uğratmıştır.” (s.81)

“Mektep; millet kültürünün, millet ruhunun bayrağıdır. Vatan topraklarında yalnız o bayrak dalgalanır. Yabancı mekteplerin yayacağı kültürler, bir memlekete medeniyet ve irfan getirmez, belki o milletin kültürünü yara bere içinde, perişan bırakır, milli şahsiyetin millet kültürü ile vücut kazanmasını imkânsız kılar.” (s.82)

“Muallim meselesi, maarif davamızın ana meselesidir. Maarifi yapacak olan muallimdir. Şayet değerlendirilmezse, maarifi yıkan da o olur.” (s.88)

“Muallimin, ilim ve ideal adamı olabilmesi için her şeyden evvel gönlü, fikri, istiklâli olmalıdır.” (s.89)

“Koridorlarda talebeyi takip eden ve sınıflarda para toplayan muallim, ideal görevlerinden uzaklaştırılmış bir insandır.” (s.90)

“İlköğretimin gayesi kalbin terbiyesi, orta öğretimde gaye aklın terbiyesi, yükseköğretimde ise ihtisaslardır.” (s.94)

“İlkokul, kalbi temiz bir maya ile yoğurmak içindir. Bu maya, dinin sevgi telkinleriyle bütün mazi ve millî mefahir olmalıdır.” (s.95)

“Talebe, hakikatler peşinde koşmayı meslek edinen insandır. Gayesi manevi olgunlaşma olan bir mesleğin insanıdır. Mekteplerin diploma müşterisi ve istikbâlin mevki dilencisi değildir.” (s.96)

“Avrupa medeniyetinin yaptığı hataları yapmamak, Avrupalı gibi makina aşığı değil, ruh ve vicdan aşığı yetiştirmek istiyorsak, Avrupa’dan aldığımız öğretim metotlarını değiştirmemiz lâzımdır.” (s.99)

“Ortaöğretimden şu gayeleri bekliyoruz: Genel kültür vermek, her ilimden bir çeşni tattırmak, ruhun bütün melekelerini birbirleriyle düzenli olarak inkişaf ettirmek.” (s.108)

“Liseler için…

1. Programlar, kavranamayacak kadar yüklüdür. Çok mikyasta ezbercilikle işleri hal etmek zorunda bırakıyor. Derslerin sayısı çoktur. Talebe zekâsının benimseyebilme kudretlerini çok aşkındır. Genci, fikir hamalı haline getiren bu hâdise, lisenin son üç sınıfında daha fazla göze çarpıyor. Derslerin müfredatı azaltılmalıdır.

2. Lisenin ilk iki sınıfında edebiyat ve fen kolları ayrılır. Şimdi, lise son sınıflarında bu isimler altında yapılan ayrılık, daha bu sınıflardan başlatılmalıdır. Lise son sınıflarında ise, bu kolların her biri tekrar ikişer kala ayrılır. Edebiyatın kollarında da, en büyük önem ve daha fazla saatler ayrılarak felsefe ve tarih dersleri esaslı yer tutar. Edebiyatın ikinci kolunda dil, edebiyat, yabancı dil dersleri müfredatının esaslı yükünü, hemen hemen hepsini teşkil eder. Fen kollarında ise, birinde tabiat bilgileri (fizik, kimya, biyoloji) , öbüründe matematik dersleri talebeyi ihtisasa hazırlarlar.

3. Genç ruhların kabiliyetlerini ayrı yollardan inkişaf ettirebilmek.” (s.111)

“Üniversite… Üniversiteye imtihanla öğrenci alınmasına gelince, bu her şeyden önce orta öğretimi inkâr etmektir. Nihayet eğitim kaidelerine aykırı olarak her genci, kendi istidadı dâhilindeki mesleği seçmesini imkânsız bırakmakla şans ve tesadüf yolları ile meslek seçmeye onları mecbur etmektir. Birincisi, kendini millet maarifinden ayırmak gibi bir şaşkınlıktır. İkincisi, demokrasi ile uzlaştırılamayacak bir haksızlıktır. Çünkü bununla bir zengin sınıf imtiyazı tanınmaktadır. Üçüncüsü ise, ferdî kabiliyetleri yok etmenin yoludur.” (s.115)

“Her tarafından çürüyen bu müessese lağvedilerek yerine yenisi açılmalıdır.” (s.116)




Din eğitimi

“Din eğitimi her şeyden önce bir kalp eğitimidir. Onu beden hareketleriyle söz ve ses maharetleri hâlinde ele alanlar sihre yaklaştırdılar.” (s.117)

“En başta şunu söyleyelim ki, yüzyıllardan beri medresenin yaptığı dini öğretim hatalıdır, arık ve çorak bir yoldan geçip gitmiştir. Gerçekte din, psikoloji ile metafiziğin karışımıdır. Dini yaşayış psikoloji ile yani kendini düşünmekle başlar. Böylelikle elde edilen nefsin bilgisinden Rabbin bilgisine yükseltici bir metafiziğe ulaştırır. Sonunda Allah’a teslim olarak onun bizim üzerimizdeki mutlak hâkimiyetini kabul edici sığınma halinde sürekli bir şevkle yaşatıcı yine psikolojik yani ruhsal bir hayat ve hareket sistemi olur. Böyle bir hâli bizde yaşatmaya yardımcı beden hareketlerine ise ibadet derler. (s.118)

“Din okullarında yapılması gerekli eğitimin sınırlarını belirtebilmek için daha önce dinin, kendisiyle karıştırılan bazı kültür kollarından ayırt edilmesi gelmektedir. Yani önce din nedir, onu görelim.

Din müspet ilim değildir. Dinin hakikatleri deneyle açıklanmaz ve dinde deneyle kontrolü yapılabilen evrensel kanunlara ulaşılmaz. Matematikte olduğu gibi dinde aklın yapısına bağlı prensipler de yoktur. Onun prensipleri vicdanın yapısına bağlıdır; ilham ve inançlarla beslenir. Din, ilim olmadığı gibi ilim tarihi de değildir.

Din bir mantık sistemi de değildir. Aklın prensipleriyle ilahi hakikatleri kavramaya çalışmak boşuna gayret olduğu gibi, aklın anlamaktan aciz olduğu dini hakikatlerin inkârı da, aklın sınırlarını bilmeyişten ileri gelen kibirle cehalet karışığı bir şaşkınlıktır. Din, sanat da değildir. Güzel seslerle Kur’ân ve mevlit okunması dindarlık ifadesi değil, belki sadece dindarlık gösterisidir.

Din, efsane hiç değildir. Din, ipnotizma hareketi gibi bir telkin psikolojisi değildir. Din bir iddia değil, belki bir hayattır. Onda insanoğlunun kibriyle yüklü iddiaları yer almaz. Din bir dünya saltanatı değildir. Onun siyasetle ilişkisi olamaz. Din, bir meslek olamaz; o insanlığımızın cevheridir. Bir kısım insanların din adamı diye ayrı bir içtimai sınıf meydana getirmeleri, dinin bir dünya sanatı hâline koyulmasına yol açmıştır. Hepimiz din adamıyız, hep Allah yolunda olmamız gerekiyor.” (s.124)

“Din eğitimini, bugünkünün tam tersine, Allah istikametine doğru çevirmek, onu hakikatine ulaştırmaktır. Bu bir müteaddit görevidir ve mutlaka yapılacaktır.” (s.129)