Nûh’un (as) gemisi

İnkârcıların itirazlarının biri de Nûh’a (as) inanan mü’minlerin fakir ve işçi gibi alt tabakadan olmalarıydı. Zaten çok az sayıda inananı vardı. Sayılarının az, aynı zamanda da yoksul olmaları, Nûh’un (as) da mevki ve mal sahibi olmayışı, onlar için yeterli sebepti.

KUR’ÂN-ı Kerîm’in lisanı: “Şu beldeye (Mekke’ye) yemin ederim. Sen bu beldeye hill iken… Babaya da, (anneye) çocuğa da…” (Beled, 1-3)

Üç insan

Çöldeydiler. Bir baba, bir anne, bir çocuk… Uzun yolculuk süresinin izleri simâlarından okunuyordu. Etrafı dağlarla çevrili bir vadiye geldiklerinde durakladılar. Yaşlı adam, çocuğu kucağında olan eşini hayvandan indirdi. Bir süre birbirlerine bakakaldılar. Vedâlaşmanın ardından ağır ağır uzaklaşmaya başladı.

Anne, kucağındaki evlâdına sımsıkı sarılarak etrafa göz gezdirdi. Sıcak hava, kum tepelerinin üstünde titreşiyordu. Kızgın kum, kuru toprak, uzak plânda çıplak dağlar… Ne su, ne bitki; canlı nâmına hiçbir şey meydanda yoktu. Kucağında uyuyan yavrusuna baktı, içi ürperdi. Burada yalnız başına ne yapacaklardı? Ağır ağır gitmekte olan kocasına seslendi: “İbrahim! İbrahim! Bizi böyle ıssız yerde kime bırakıyorsun?”

İbrahim (as), “İşiten ve Gören Allah’a” bıraktığını beyan ederek metânet tavsiye etti. Hacer anladı ki, bu yolculuk, bu duruş kendinden değildi, Rabbi ona bildirmişti. Kendisine düşen vazîfe, sabır ve tevekkülden ibaretti.

İbrahim Peygamber, eş ve baba olmanın vasıflarıyla hüzünlüydü. Şeytan ise taklalar atarak feryâd ediyordu: “Yazıklar olsun sana yazıklar! Bîçâre bir kadınla sabiyi çöl ortasında terk ediyorsun. Öleceklerini bile bile göz yumuyorsun.”

Aldırış etmedi Peygamber. Hâdisenin bu tecellîsini anlamamıştı ama neden ve niçinini anlamak değil, emri yerine getirmekti ona düşen. Kızgın çöl… Ne su, ne yemek, ne sığınacak bir gölge, ne de yardım edecek kimse; dehşetengiz bir mekân… Kalbi müsterihti. Bütün olumsuzlukları zihninden silip attı. O, geridekileri “her şeye Kadir Olana” bırakmıştı; “Dost”una...

İslâm, son din. Yaratılıştan kıyamete kadar, hattâ ondan da öte olmuşlar, ilmî bir nizam içinde, özlü bir şekilde tek bir kitapta bildiriliyor, Kur’ân-ı Kerîm’de. Bütün bir zamanı ve mekânı ihtivâ ediyor. At ve deve sırtında taşınan insanlardan atom enerjisi kullanarak gezegenlere ulaşıp oralarda iskân edenlere kadar tüm beşere seslenerek uyarıyor: Niçin yaratıldın, nasıl yaşaman lâzım, nelerle karşılaşacaksın ve akıbet ne olacak?

Cahilinden âlimine ins ve cins her bireyi muhatap kabul eden bu kitap her zamana ve mekâna hitap ettiğinden, lîsanının çok güçlü, muhteşem olması gerekmektedir. Hâlbuki eski ümmetlerin tabiat bilgisi az, beşerî münasebetleri kifayetsizdi. Konuştukları, anlaştıkları dil ancak kendileri için yeterli kalmaktaydı. Yeni bir lîsan gerekti. Bu lîsanı konuşacak yeni bir millet, bu milletin barındığı yeni bir mekân...

İlâhî program (kader) İbrahim (as) zamanında başladı. Mekân; ıssız, çorak, hiçbir canlının barınmadığı (Mekke-i Mükerreme) belde... Bu yeni beldenin ilk sakinleri, Hacer Vâlidemiz ile İsmail (as) olacaktı.

Su, çölde “hayat” demektir. İlk sakinler “Zemzem” ile takviye edildiler. Bu su ki, hem içecek, hem de gıda özelliği taşımaktadır. Yeryüzünde başka bir numunesi yoktur.

Bir kadın ve bir çocuk, neden ilk iskân edenler oldular? Issız ve çorak bir beldenin yaşanabilir olacağı kimsenin tasavvurunda değildi. Dünyanın malını verseniz hiç kimseyi ikna edemezdiniz. Bir çocuk ve annenin yalnız başına burada yaşadığını gören kervanlar dehşete kapıldılar. Bunda bir İlâhî hikmet olmalıydı. Gel zaman git zaman, kervandan ayrılan bazı göçebeler buraya yerleşmeye başladı. Öyle ya, zayıf iki insan (anne ve çocuğu) burada barınabiliyorsa herkes başarabilirdi. Zamanla civar bölgelerden de gelip yerleşenler oldu. Nüfus gittikçe artıyordu. Değişik bölgelerden gelen insanlar farklı kültürlerin kaynaşmasına neden oldular. Yetişkin bir genç olan İsmail’in (as) ve zaman zaman Mekke-i Mükerreme’ye gelen İbrahim’in (as) nasihat ve vaazlarının da gelişmekte olan bu kültüre önemli katkıları oldu. Düzgün ve anlamlı konuşmak ve hitabet insanlara sevdirildi. Çöl ikliminin sert mizaçlı insanları (hayret edecek derecede) edebiyata âşinâ oldular, sevdiler. Yeni bir beldede yeni bir lîsan doğuyordu: Arapça…

“Hakikat, Biz onu (mânâsına) akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Yûsuf, 2)


Yetişkin bir genç olan İsmail’in (as) ve zaman zaman Mekke-i Mükerreme’ye gelen İbrahim’in (as) nasihat ve vaazlarının da gelişmekte olan bu kültüre önemli katkıları oldu. Düzgün ve anlamlı konuşmak ve hitabet insanlara sevdirildi. Çöl ikliminin sert mizaçlı insanları (hayret edecek derecede) edebiyata âşinâ oldular, sevdiler. Yeni bir beldede yeni bir lîsan doğuyordu: Arapça…

Nûh (as) kavmine dair

Bu yazımızda Nûh’un (as) kıssasına devam ediyor, şu suallere cevap arıyoruz: Nûh’un (as) mücadelesinin esasları nedir? İnkârcılar neden ona inanmıyorlar? Nûh kavmine Tufan’dan önce ikaz azapları oldu mu? Nûh (as) neden kavminin tamamının helâk olmasını (cezalandırılmasını) istedi? Tufan’ın başladığının işareti olan “tennurun feveranı” (fırının kaynaması) nedir? Nûh (as) gemi yapımına neden karada başladı? Gemi yapımında kullanılan malzemeler neler olabilir? Gemi dışındaki bütün insanlar Tufan’da boğuldular mı? Nûh’dan (as) sonra gelecek bütün insanlar gemide nasıl taşındı? Nûh’un (as) kıssasından alacağımız hisseler (ibretler) nelerdir?

Metinde geçen âyet-i kerîme meallerinin Hasan Basri Çantay Efendi’nin “Kur’ân-ı Hakîm ve Meal-i Kerîm” eserinden alındığını belirterek mevzumuza başlayalım…

Nûh (as) isminin, Allah-u Teâlâ’ya olan korkusundan dolayı “çok ağlayan, inleyen” mânâsına geldiği söylenmektedir. İdris’ten (as) sonra peygamber olarak görevlendirilmiştir.

İdris Peygamber halk arasında çok sevilmekteydi. O göğe kaldırılınca, insanlar çok şaşırdılar. Ayrı kalmaları çok acı geldi. Hasretine dayanamayıp ne yapacaklarını bilemediler. Rivâyete göre, bir kısım sanatkâr onun resmini yapıp teselli bulmaya çalıştı. Sonra gelenler heykelini yapıp evlerinde saklamaya koyuldular. Daha sonraki nesiller bu heykelleri ilâh addederek tapınmaya başladılar. İnsanlar arasında “putperestlik” yayıldı, gelişti. Doğru yoldan ayrıldılar. Gasp, cinayet, zulüm, ahlâksızlık çoğaldı. Kötülüğün ortalığı kapladığı böyle bir devirde Allah-u Teâlâ, Kendisinden başka ilâh olmadığını bildirmesi ve günahların terki uyarısı için peygamber olarak Nûh’u (as) görevlendirdi (A’raf, 59).

Rivâyete göre peygamber olduğunda Nûh (as) elli yaşlarındaydı. Yüzyıllarca insanları hak ve hakikate davet etti. Çok gayret sarf etti, didinip durdu. Mücadelesinde gelişmeler şu safhalarda cereyan etti:

1-Kavmi baktı ki, (kendilerine göre) alelâde biri, “bir tek Yaratıcı olduğunu” söylüyor, kulak asmadı.

2-Nûh (as) ısrarla tebliğe devam ediyor, “Eğer (benim öğütlerimden) yüz çeviriyorsanız ben sizden (bu hususta) hiçbir mükâfat istemedim. Benim mükâfatım Allah’tan başkasına ait değildir. Ben Müslümanlardan olmamla emrolundum” (Yûnus, 72) diyordu. İnsanlar, kendileri gibi putlara tapmayan ve duymadıkları bilgilerden haber veren Peygamber’i efendilerine şikâyette bulundular: “Kavminden ileri gelenler şöyle dedi: ‘Biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz.’ (Nûh) dedi: ‘Ey kavmim! Bende hiçbir sapıklık yoktur. Fakat ben, Kâinatın Rabbinden (gönderilmiş) bir peygamberim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğinizi istiyorum. Ben sizin bilmeyeceklerinizi de Allah’tan (gelen vahiy ile) biliyorum.’” (A’raf, 60-62) Kavmi dinlemiyor, yanlarına gelen Nûh’a (as) sırtlarını dönüyor yahut ondan uzaklaşıyordu.

3-Nûh Peygamber yılmadı, yıllarca tebliğe devam etti. Çok az insan kendisine îman etti. Fakat o yine yılgınlık göstermiyor, çarşı pazar dolaşıp Allah-u Teâlâ’ya îmana davet ediyordu. Kavmi bu ısrarcı davranış karşısında, tutup kendi bilginlerinin karşısına getirdi onu: “Bunun üzerine kavminden ileri gelen kâfir bir güruh (şöyle) dedi: ‘Bu, sizin gibi bir insandan başkası değildir. Size karşı şereflenerek üstünlük (sağlamak) istiyor o. Eğer Allah (peygamber göndermek) dileseydi elbette (bize) melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan bunu (davet ettiği Tevhîd’i) duymadık.’” (Mü’minun, 23) Yani bir kısım insana göre böyle bilgileri -normal insanlar değil de- üstün vasıflara sahip (melekler) bildirmeliydi. Nûh (as) onlara, “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı bilmem. ‘Ben hakikatte bir meleğim’ de demiyorum” (Hud, 31) ifadeleriyle, kendileri gibi bir insan olduğunu fakat peygamber olarak vazifelendirildiğini ifade etti.

4-İnkârcıların itirazlarının biri de Nûh’a (as) inanan mü’minlerin fakir ve işçi gibi alt tabakadan olmalarıydı. Zaten çok az sayıda inananı vardı. Sayılarının az, aynı zamanda da yoksul olmaları, Nûh’un (as) da mevki ve mal sahibi olmayışı, onlar için yeterli sebepti. “Bunun üzerine kavminden kâfir olanların elebaşları, ‘Biz seni kendimiz gibi insandan başka biri olarak görmüyoruz. Basit ve zâhirî bir görüşle (uyan) en aşağı tabakalarımızdan başkasının sana tâbi olduğunu da görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü dahi görmüyoruz. Biz sizi bilâkis yalancılar sanıyoruz’ dedi(ler).” (Hud, 27) Yani “Sana inananlar alt tabakadan, cahil, görüşü olmayan insanlar; onlar etrafındayken sana tâbi olamayız. Onları kov, dağıt, seni dinleyebiliriz” demek istiyorlardı. Belki de taktik icabı, mü’min cemaati dağıtmak arzusundaydılar.

“Nûh, ‘Ey kavmim! Bundan (bu tebliğlerimden) dolayı sizden hiçbir mal istemiyorum. Benim mükâfatım, Allah’tan başkasına ait değildir ve ben, îman edenleri kovucu da değilim. Çünkü onlar muhakkak ki Rablerine kavuşanlardır. Ancak ben, sizi cahillik eder bir kavim görüyorum.” (Hud, 29)

“Ey kavmim! Ben onları kovarsam Allah’tan (Allah’ın intikamından) beni kim (kurtarabilir, bana kim) yardım eder? Hiç de düşünmez misiniz?” (Hud, 30) diyordu Nûh (as).

Söylenenleri duymazlıktan geliyorlar, örtülerini başlarına çekiyor yahut sırtlarını dönüyorlardı. Bazıları da alay ve hakaretle karşılık veriyordu. Peygamber ise aldırış etmeden aralarında dolaşıyor, sağa sola tebliğe devam ediyordu: “Hani kardeşleri Nûh onlara, ‘(Allah’tan) korkmaz mısınız?’ demişti, ‘Şüphesiz ben size gönderilen emin bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Ben buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım, Âlemlerin Rabbinden başkasına ait değildir. O hâlde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” (Şuara, 105-110)

İnkârcılar Nûh’a (as) ve inananlara bakıyor, onları küçümsüyorlardı: “Dediler ki, ‘Arkana hep bayağı kimseler düşmüşken biz sana îman eder miyiz?’.” (Şuara, 111)

“(Nûh,) ‘Benim onların neler yapmakta olduklarına dair bir bilgim yoktur’ dedi, ‘Onların hesabı Rabbimden başkasına ait değildir, eğer ince düşünürseniz… Ve ben o müminleri (sizin hatırınız için) yanımdan kovamam’.” (Şuara, 112-114)

İnkârcıların iftiraları

5-Kavmi Nûh Peygamber’i yalanlamakla beraber iftira da atıyordu. “Atalarımızdan duymadığımız sözleri söyleyen bu kimse normal olamaz” diyorlardı. “Onu dinlemeyin, o delidir” iftirasını attılar. “Onlardan evvel Nûh kavmi yalanladı. Onlar kulumuzu yalancı saymakla ısrar ettiler. ‘Mecnun’ dediler. O, (davetten zorla) vazgeçirilmişti.” (Kamer, 9) “Bağırıyor, çağırıyor, gürültü yaparak Nûh’un tebliğinin etrafa duyulmasını engelliyorlardı. Reisleri, ‘Kendisinde delilik olan bir adamdan başkası değildir o! Dolayısıyla bir zamana kadar onu gözetleyin’ emrini verdi.” (Mü’minun, 25)

Peşine adamlar taktılar. Gündüz ve gece gözetim altındaydı. Peygamberin davet için birilerine yanaştığını görseler, hemen etrafını sarıp konuşturmuyorlardı.

İnkârcılara cezalar

6-Nûh’un (as) kavmini (olağanüstü gayretle) hak ve hakikate davet etmesine rağmen inkârcılar inatla yüz çevirmeye devam ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk çeşitli belâlarla cezalandırdı onları. Tefsirlere (Celâleyn, Medârik, Beyzavî) göre kırk sene yağmur yağmadı. Kıtlık oldu. Aç kaldılar. Kadınları kısırlaştı. Çocuk doğuramadılar. Bu süreyi fırsat bilen Nûh (as), belki akıllanır ve îmana gelirler ümidiyle vaaz ve nasihatlerine devam etti: “‘Artık’ dedim, ‘Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok bağışlayandır. (O sayede) O üstünüze bol yağmur salıverir. Sizin mallarınızı, oğullarınızı da çoğaltır, size bağlar, bostanlar verir, size ırmaklar akıtır’.” (Nûh, 10-12)

Belâlar karşısında akıllanacaklarına, azgınlıkları daha da arttı. Rahipleri Nûh’a (as) karşı halkı kışkırttılar. Olup biteni Nûh’un (as) uğursuzluğuna yordular. Halkı (elleriyle yaptıkları) putlara sahip çıkmaya çağırdılar. Bas bas bağırıyorlardı: “‘Sakın taptıklarınızı bırakmayın! Hele Vedd’den , Suva’dan, Yeğus’tan, Yeuk’tan ve Nesr’den sakın vazgeçmeyin’ dediler.” (Nûh, 23)

Fahreddin Razi (ra), bu putların hayvan sembolleri ile oluştuğunu söylemektedir. Suva kadın biçiminde, Yeğus aslan şeklinde, Yeuk at ve Nesr ise uzun kanatlı akbaba yahut kartal şeklindedir. Bize göre bunlar, İkinci Jeolojik Zamanın dinozor türünden canavar hayvanlarıdır. İri cüsseli ve korkunç görünüşlerinden dolayı onları ilâhlaştırıp putlaştırmışlardı. Nûh kavminin o devirde yaşadığını gösteren delillerdir bunlar. Doğrusunu Allah-u Teâlâ bilir.

İnkârcıların azması

7-Başlarına gelen çeşitli musibetlere rağmen putperestler daha da azdılar. “Dediler ki, ‘Ey Nûh! Sen (bu dediklerinden) vazgeçmezsen muhakkak ki taşlananlardan olacaksın’.” (Şuara, 116) Gördükleri yerde Nûh Peygamber’i konuşturmuyor, taşlıyor, kan revan içinde bırakıyorlardı. Bazen dövüyorlardı tâ ki bayılıncaya kadar. Peygamber ayılıyor, yaralarını sarıyor, biraz kendini toparladığında tekrar tebliğe devam ediyordu. Bayıltıncaya kadar vurma faslı tekrarlanıyordu. Benzer sahneler aylarca, yıllarca devam etti. İnkârcı kavim beri yandan da şaşıyordu; topyekûn saldırmalarına, hakaretlere, vurup dövmelerine rağmen Nûh’un (as) mücadelesini durduramamışlardı: “Dediler: ‘Ey Nûh, bizimle cidden uğraştın! Bizimle olan bu mücadelende ileri de gittin. Eğer sen doğruculardan isen, bizi tehdit edip durduğun (azâbı) haydi getir bize!” (Hud, 32) Ona inanmadıklarından ve kendiliğinden vazîfe çıkardığını sandıklarından, tehdit ettiği azâbı getiremeyeceğinden sesi de kesilir zannediyorlardı. “(Nûh da,) ‘Dilerse onu size ancak Allah getirir. Siz (O’nu) aciz bırakabilecekler değilsiniz’ dedi.” (Hud, 33)

Koskoca bir kavim karşısında tek başına mücadele eden peygamber… Çok uzun zaman devam eden bir uğraş… Uzak yakın demeden koşuşturma, gizli açık tebliğ, küfürler, hakaretler, taşlamalar, vurmalar… Vücudundaki çürükler ve yaralar, peygamberin hayatını idame ettiremeyeceği seviyeye gelmişti belki de. Rahmân ve Rahîm olan Allah-u Teâlâ’dan, “Nûh’a şu hakikat vahyolundu: Kavminden gerçek îman etmiş olanlardan başkası asla iman etmeyecektir. O hâlde (beyhude üzülüp de) işleyegeldikleri şeylerden dolayı tasalanma.” (Hud, 36)

Nûh’un (as) duâsı

8-Sonsuz ilim sahibi Rabbinden bu bilgiyi alan peygamber, davet uğraşılarının nihayetine vardığını anladı. Rabbine niyaz etti: “Dedi: ‘Ey Rabbim! Ben kavmimi hakikaten gece gündüz davet ettim. Fakat benim davetim kaçma(ların)dan başka (bir şeyi) arttırmadı. Hakikaten ben Senin kendilerini bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, ayak dirediler, büyüklük tasladılar da tasladılar. Sonra ben onları en yüksek sesle çağırdım. Sonra da onları hem ilân ederek davet ettim, hem kendilerine gizli gizli söyledim.” (Nûh, 5-9)

“(Nûh,) ‘Rabbim’ dedi, ‘Hakikat, kavmim beni yalanladı. Bundan dolayı benimle onların arasındaki hükmü Sen ver de beni ve beraberimdeki müminleri kurtar’.” (Şuara, 117-118) “‘Ben hakikaten mağlûbum. Artık intikam(ımı) Sen al’ diye duâ etti.” (Kamer, 10)

Bu safhada günümüz medyasında tartışılan bir mevzuya parantez açmak isteriz: Bir kısım ilâhiyatçılar, Kur’ân-ı Kerîm’de bulunan ve “insanların dünya hayatında imtihana tutuldukları” âyetlerden yola çıkarak, kişinin gelecekte ne amel (iyi ya da kötü) işleyeceğini Allah-u Teâlâ’nın (hâşâ) bilemeyeceği şeklinde densiz ve edepsiz ifadelerde bulunuyorlar. Birçok âyet-i kerîme O’nun “her şeyi bildiğini” bildirmesine rağmen, bu cahiller sonsuzluk kavramının idrakinde değiller. Allah-u Teâlâ’nın ilmi sonsuzdur, sınırsızdır. Hud 36’da görüldüğü gibi, bütün bir milletin -içlerinden bir kişinin bile- asla îman etmeyeceği bildiriliyor. Ki mevcut durumda yaşlısı, genci, çocuğu, doğacak olanları dahi vardır. Allah-u Teâlâ’nın imtihanı kulları içindir. Yani bizim bilgilenmemiz için... Yoksa (hâşâ) O’nun bilmediği için değil.

Tahayyül ediniz; bütün ins ve cins bir anda bir arada yaratılmış olsun ve hiçbir amel yapmadan Cennetlik ve Cehennemlikler diye okunsunlar. Cehennemlik olanlar hemen itiraz ederler: “Aman Ya Rabbi! Nasıl olur da biz kulların, bizi yaratan Rabbimizi inkâr eder, O’na eş tutar, kâfirlerden oluruz?”

Yahut kıyamet kopmuş, insanlar diriltilmiş, mahşerde toplatılmış olsunlar. Dünya hayatında inkâr edenlere, müşriklere, zalimlere hesap sorulduğunda bazıları cürümleri kabul etmeyerek, “Nasıl olur da Rabbimize âsi oluruz? Biz böyle bir şey yapmadık” derler. O zaman kendilerine (televizyon misâli) işledikleri haltlar gösterilir ve suspus olurlar. Bu cahillerin Kehf Sûresi’ndeki Mûsâ (as) kıssasını yorumlamaları da yanlıştır. Bahsi geçen hâdiseler, dünya hayatında meydana gelmiş değildir. Bunlar tasavvufu tümden reddettikleri için, olup bitenin yalnız dünya hayatında vuku bulacağını sanıyorlar. İleride (biiznillah) bu mevzuları daha teferruatlı ele alacağız.

Gemi yapım emri

9-Kavminden hiç kimsenin iman etmeyeceğinin bildirilmesi ve Nûh’un (as) duasının ardından yeni bir vahiy geldi: “Bizim nezaretimiz ve vahyimiz ile gemi yap. Zulmedenler hakkında Bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulmuşlardır.” (Hud, 37)

Nûh’un (as) gemisi hakkında çeşitli söylentiler ortaya atılmıştır. Buharlı gemi, uzay gemisi veya UFO olduğu da… Bunlar saçma sapan görüşlerdir. Evet, geminin özelliğinden alelâde bir araç olmadığı açıktır ama bu tür görüşlere gerek yoktur. Şimdi alâkalı âyet-i kerîmeye bakalım: “Biz de ona (şöyle) vahyettik: Bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemi yap sen. Nihayet (helâklerine) emrimiz gelip de o fırın kaynayınca, ona her (tür hayvandan erkek ve dişi) ikişer çift ile aileni alıp içerisine gir. (Kavminin) içinden aleyhlerine söz geçmiş (hüküm giymiş) olanlar müstesna… O zulmedenler(in kurtulması) hakkında Bana hitapta bulunma. Çünkü onlar boğulmuşlardır.” (Mü’minun, 27)

Burada iki farklı aşamanın olduğunu görüyoruz: (1) Geminin (nezaret altında) yapımı, (2) işaret gelince hayvanların -yiyeceklerinin- ve insanların gemiye alınması…

Burada kafa karışıklığına neden olan husus, işaretin nevidir. “Fırının kaynaması”na dair kelimenin aslı “tennur” şeklindedir. Türkçe çevirisi “ocak” veya “fırın”dır. Anadolu’da “tandır” derler. Toprak içinde boşluk açılır, çeperler taş ya da tuğla ile örülür. Boşlukta ateş yakılmak sûretiyle duvarlar kızdırılır (Şekil-1).

 

Yapı içinde de tandır yapılmaktadır. Eski müfessirler “tennur feveranından” hayli zorlanmış ve o günkü fen ilmi kifayetsiz olduğundan bunun ekmek pişirilen fırın olduğunu belirtmek zorunda kalmışlardır. Bu takdirde mânâ, “fırın içinde su fışkırınca” şeklinde oluyor. Rüzgârın esmesi veya gök gürlemesi gibi tabiî işaretler varken, fırının içinde suyun fışkırması akla pek uygun gelmiyor.

Elmalılı Hamdi (Hak Dini, Kur’ân Dili) tefsirinde, “Tennurun feveranı, geminin motor gücünü ifade eden ve bugünkü tabire göre ‘Nihayet emrimiz gelip gemi fayrap edildiği vakit’ anlamına gelen bir beyandır. Ve bunda ‘tennur’ ile ‘feveran’ kelimelerinin hakikat olduğu ve bu âyetin bu mânâda gayet zâhir bulunduğu şüphesizdir. Binaenaleyh, ‘nass’ta hakikat ve zâhiri bırakıp da tevil aramaya hiç sebep yoktur. Hazreti Nûh’un bir oğlundan başka eşini ve ailesini, az miktarda da olsa kavminden îman etmiş olanları dahi yüklenerek dağlar gibi dalgalar içinde cereyan edip giden harikulâde bir geminin alelâde bir yelkenli farz edilmesi daha uzak sayılacağı konusunda şüphe yoktur” der.

Fakat geminin buharlı gemi olduğunu ileri sürenlerin atladığı önemli bir husus var. Buhar kazanının çalıştığını işaret olarak kabul ettiğimiz takdirde, gemi harekete hazır oluyor. Hâlbuki daha insanların ve hayvanların gemiye alınması işlemleri var. Her türden birer çift alınarak gemiye yerleştirilmesi, bunlara ait (yemek) erzaklarının toplanarak ilgili bölümlere konulması hayli zaman gerektirir. Haftalarca, belki aylarca uğraşmak icap eder. Böyle uzun bir sürede makinaların çalışır vaziyette beklemesi mantıklı ve tekniğe uygun değildir. O hâlde nedir “tennurun feveranı” (tandırdan su fışkırması)?

İbn Kesîr tefsirinde, Kamer Sûresi 11 ilâ 142üncü âyetlerde geçen “tennur” kelimesi hakkında İbn Abbas’tan rivâyetle, bu kelimenin “yeryüzü” anlamına geldiği yazılıdır. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’in ilmî bir mucizesine şâhit oluyoruz. Zira günümüz jeoloji ilmine işaret ediliyor. 

Yerküreden bir kesit alırsak, (Şekil-1) tandıra benzer şekilde uyum sağladığını görürüz. En dışta litosfer (toprak tabakası/kayaçlar) ve altında manto tabakası, duvar biçiminde litosferi çepeçevre sarmış durumdadır. İçeride, akıcı ateş olan magma tabakası (Şekil-2) bulunur. Büyük bir tabiî tandır vardır yani.

 

Eğer tüm magma hacmi içinde (biiznillah) büyük bir hareketlilik olursa, (meselâ alt kayaçlardan düşen parçaların magmaya karışımından ısı yükseltmesi olursa) meydana gelen yüksek basıncın etkisiyle manto içindeki sular hızlı bir şekilde yeryüzüne doğru yükselerek, kayaçlardaki çatlaklardan fışkırırlar. Yani “feveran ederler”. (Şekil 2 ve 3: Yerkürenin katmanları-düşey kesit ve magmada oluşan yüksek basıncın kayaçlardaki suya baskı yapması)

Kültür Ajanda mecmuamızın Haziran sayısında, ABD medyasında çıkan bir habere değinmiş ve New Scientist’e yapılan açıklamada, yer yüzeyi ile çekirdekteki magma tabakası arasındaki manto tabakası içinde “tüm okyanuslardaki su hacmi toplamının üç katı su rezervinin bulunduğunun” keşfinin ilân edildiğini yazmıştık. Eğer tüm magma hacmi içinde (biiznillah) büyük bir hareketlilik olursa, (meselâ alt kayaçlardan düşen parçaların magmaya karışımından ısı yükseltmesi olursa) meydana gelen yüksek basıncın etkisiyle manto içindeki sular hızlı bir şekilde yeryüzüne doğru yükselerek, kayaçlardaki çatlaklardan fışkırırlar. Yani “feveran ederler” (Şekil-3). 

İşte bu gayzer misâli fışkıran suları gören Nûh Ailesi, vaktin geldiğini anlayarak vazîfeye koyuldu!

Gemi yapımı

10-Geminin ebatları hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Küçük, büyük her hayvandan bir çift alındığına göre oldukça hacimli olduğunu tahmin edebiliriz. Bir arada olmaları mahsurlu olanlar için ayrı ayrı bölmelerin yapılmasını da göz önüne almak lâzım. Ayrıca bütün bu hayvanların gemide kaldığı müddetçe beslenmeleri gerektiğini, bunun için de besin ambarlarının oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Zaten “Bunun üzerine Biz onu da, beraberinde olanları da o dolu (yüklü) geminin içinde selâmete erdirdik” (Şuara, 115) âyet-i kerîmesinde geçen “dolu” (yüklü) ibaresi, gemi ağırlığının maksimum tonajda olabileceğini düşündürüyor.

Çok katlı, çok bölmeli, hacimli bir deniz aracının yapımında hangi malzemeler kullanılmış olabilir? İlk akla gelen malzeme “ahşap” oluyor. Fakat (statik ve dinamik) mühendislik değerlendirmeleri bu malzemenin pek yeterli olamayacağını gösteriyor. Karada inşâ edilen geminin suların gelmesiyle sarsılacağı, zemin yüzeyinde sürüklenebileceği veya sağa sola vurabileceği kaçınılmaz durumlar. Karada inşâ edildiğini nereden biliyoruz? “(Nûh) gemiyi yapıyordu. Kavminden herhangi bir güruh yanından geçtikçe onunla eğleniyorlardı. Dedi ki, ‘Eğer bizimle eğlenirseniz biz de sizinle bu eğlendiğiniz gibi eğleneceğiz’.” (Hud, 38)

Gemi yapılırken, yanından gelip geçenler neden alay ediyorlar? Çünkü deniz ya da nehirden çok uzakta (dağ yamacında), karada gemiyi görünce, “Toprakta gemi yürür mü? Bunlar delirmiş!” şeklinde alay ediyorlardı.

Diğer bir husus, gemi seyir hâlindeyken dalgalara olan mukavemetidir. Yalnız bu dalgalar, alışık olduğumuz büyüklükte değildir: “O (gemi) bunları dağlar gibi dalga(lar) içinden akıtıp götürüyordu.” (Hud, 42) “Dağlar gibi” bildirimi çok ürperticidir. Dalga yüksekliğinin 100 veya 200 metre, belki de 300-500 metre olabileceğini düşündürür.

“Tennur feveranından” yerküredeki magmanın hareketlendiğini, yüksek basıncın yer kabuğunu zorladığını ifade etmiştik (Şekil-3). Yeraltı suyunun çatlaklardan fışkırmasının yanında, yeryüzünün birçok bölgesinde volkanik ve tektonik faaliyetler de cereyan etmiş olabilir. Kıtasal hareketler ve çöküntüler mümkün. Bunların netîcesinde oluşacak “tsunamiler” korkunç boyutlarda olacaktır. Bu dev dalgalara dayanacak geminin “mukavemeti yüksek” malzemeden teşkil edilmesi zorunluluk arz etmektedir. Peki, ahşap değilse hangi malzeme kullanılmış olabilir? Kur’ân-ı Kerîm bu detayı bildiriyor: “Onu (Nûh’u) levhalar ve mıhlarla yapılmışa (gemiye) yükledik.” (Kamer, 13)

Müfessirler “levhalar” kelimesini ahşap tahtalar olarak anlamışlar. Normaldir. Zira onlar zamanında gemiler hep ahşaptan yapılıyordu. Fakat biz, yukarıda arz ettiğimiz değerlendirmelerle bunun metal sac levha, “mıh”ın da metal çivi olabileceğini söylemek durumundayız. Kılıç, balta, zırh gibi aletlerin çok eski çağlardan beri kullanıldığını biliyoruz. Nûh (as) zamanında da kullanılması pekâlâ mümkündür. Yalnız burada demir cevherinin biraz daha itinalı elde edilmesi ve kullanılması icap eder. Bu bilgilerin “vahiy” olarak alındığını ise “nezaretimizde” ifadesinden anlıyoruz. Geminin, bünyesinde demir bulunan dağın yamacında kurulduğu bilgisi var. Dağın yamacında olduğunu nasıl anlıyoruz? “Nûh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: ‘Oğulcağızım, bizim yanımıza sen de bin, kâfirlerden olma.’ O dedi ki, ‘Bir dağa tırmanırım, o beni sudan korur’. (Nûh da şöyle) dedi: ‘Bugün Allah’ın emrinden -esirgeyen Kendinden başka- hiçbir koruyucu yoktur.’ İkisinin arasına dalga girdi, o da boğulanlardan oldu.” (Hud, 42-43)

Sular yükseliyor. Baba oğlunu davet ediyor. Oğlu, “Dağa çıkar, kurtulurum” diyor. Demek ki yakında dağ var. Dağ çok uzakta olsaydı ya da bulundukları yer düz ovalık olsaydı böyle söylemezdi. Netîce şudur ki, maden ocağından demir elde edilmiş, işlenerek sac levha hâline getirilmiştir. Geminin iskeletinin ve dış yüzeyinin bu sac levhalarla kaplandığını söyleyebiliriz.

Tufanda, gemi dışındaki bütün insanlar mı helâk oldu?

Tufan hâdisesi (bazılarının iddia ettikleri gibi) yerel olsa idi, onca zahmete gerek duyulmazdı. Geminin yapılması, hayvanların toplanması, hayvanların ve erzakların yüklenmesi gibi bütün bu işlerin tamamlanabilmesi için uzun bir uğraş ve zamana ihtiyaç var. Ne diye bu kadar sıkıntı çekilsin ve beklensin? Lût’ta (as) olduğu gibi, inananlarla birlikte bölgeyi terk eder, azaptan kurtulurlardı.

Bir de âyet-i kerîmede Nûh’un (as) duâsının kabul olunduğu bildirilmişti. Sekiz numaralı bölümde yazdığımız bu niyazın devamı şöyledir: “Nûh demişti: ‘Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma! Çünkü eğer Sen onları bırakırsan, kullarını yoldan çıkarırlar. Kötüden, öz kâfirden başka da evlât doğurmaz(lar).” (Nûh, 26-27)

Görüldüğü gibi Nûh (as), bir kâfirin dahi sağ kalmamasını istiyor. Gerekçesi de var: İnananlara musallat olmaları ve kendileri gibi inkârcı nesil yetiştirebilmeleri… Bunu nereden biliyor? Daha önce Rabbi, kavminden -inananlardan başka- bundan sonra kimsenin îman etmeyeceğini bildirmişti de ondan! (Hud, 36)

Aşağıdaki ayet-i kerîmeler, tufan sonrası gemidekiler hâricinde yeryüzünde kimsenin kalmadığını göstermektedir:

“Yine onlar kendisini yalanladılar. Biz de hem onu, hem gemide beraberinde bulunan kimseleri selâmete erdirdik ve bunları (yeryüzünün) halîfeleri yaptık. Âyetlerimizi yalan sayanları ise (suda) boğduk. Bak! Korkutulup da doğru yolu tutmayanların sonu nice olmuştur.” (Yûnus, 73)

“Sonra onların ardından diğer bir nesil yarattık.” (Mü’minun, 23)

Halîfe kelimesi, “öncekilerin devamı” anlamındadır. Yeryüzünde hiç kimse kalmamıştır ki gemidekiler insan cinsinin devamını sağlamışlardır. “Boğulanların ardından gelen nesil” ibaresi de bunu teyit etmektedir. Eğer yeryüzünün başka bölgelerinde insan toplulukları yaşamış olsaydı, “halîfe” ve “nesil” kavramları bildirilmezdi. Peygamberler tarihi, tufan sonrası insan neslinin Nûh’un (as) (Ham, Sam ve Yafes) üç oğlundan türediğini söylemektedir ki bu, doğru olmasa gerektir. Çünkü gemide Nûh Ailesi hâricinde azda olsa (gemi cemaatinin 80, 72 ve 10 kişi olduğuna dair rivâyetler vardır) müminler vardı. Bunlar da insan neslinin devamına katkı sağladılar.

Geminin seyri

11-Vakit tamam olup yerleşim sağlanınca, mü’minlerin Allah-u Teâlâ’yı anarak gemiye binmeleri ve seyir boyunca zikre devam etmeleri emredildi. Nûh’a (as) bildirildi ki, “Artık sen beraberinde bulunanlarla beraber, geminin üstüne doğrulunca (yerleşince şöyle) de: ‘Bizi o zalimler güruhundan selâmete erdiren Allah’a hamdolsun!’ (Gemiye bindiğin yahut indiğin vakit de şöyle) de: ‘Rabbim, beni bereketli bir yere kondur. Sen konaklayanların en hayırlısısın.’” (Mü’minun, 28-29)

Nûh (as) da inanlara dönerek, “Dedi ki, ‘Binin içerisine! Onun akması da, durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir’.” (Hud, 41)

Tufan başlamıştı. Yeryüzü, gökten ve yerden görülmemiş bir su hareketine sahne oluyordu. Gök boşalıyordu. “Bunun üzerine Biz de şarıl şarıl dökülen bir suyu gök kapılarını açtık.” (Kamer, 11) Tabiî tandır yer içeriden ateşleniyor, dehşetli ısının netî olancesi yüksek basınç, kayaçlarda saklı rezervi yeryüzüne kusuyordu. “Yeri de kaynaklar hâlinde fışkırttık da (her iki) su (ezelde) takdir edilmiş bir emir üzerinde birleşiverdi.” (Kamer, 12)

Sular hızla yükseliyordu. Karadan eser kalmamıştı. Yer, bir su küresiydi artık. Yolcularının tekbir sesiyle inleyen gemi, dev dalgalar arasında takdir edilmiş menzile doğru sürükleniyordu. Üst üste iki gemi… Uzay denizinde yol alan yer gezegeni, yer gezegeninin üstündeki denizde seyreden Nûh’un (as) gemisi... Bugünün yer sakinleri olan bizler, o gün Nûh’un gemisindekilerin genlerinde taşınıyorduk. Ne ibretlik manzara!

Ve Kur’ân-ı Kerîm’de bu bilgi (mucizeli bir şekilde) bize bildirilerek şükretmemiz isteniyor: “Ey Nûh ile beraber (gemide) taşı(yıp selâmete çıkar)dığımız (insanlar) zürriyeti! (Şu) bir hakikattir ki, (Nûh) çok şükreden bir kuldu.” (İsra, 3)

“Andolsun ki, Biz bunu bir âyet olarak bırakmışızdır. O hâlde düşünüp ibret alan var mı?” (Kamer, 15)

Fırtınalı sularda geminin kaç ay seyrettiğini Allah bilir. Sonunda, “Denildi ki, ‘Ey arz, suyunu yut! Ey gök, sen de tut!’. Su kesildi, iş olup bitirildi, (gemi de) Cudi üzerinde durdu. ‘O zalimler güruhuna uzak olsunlar’ denildi.” (Hud, 44)

Magmanın ateşlenmesi durmuş, hararet inmişti. Basınç da ortadan kalktığından, sular tekrar eski yerine avdet etmekteydi. Yağmurlar kesilmiş, berrak gökyüzünde güneş, gemi sakinlerini selâmlarcasına parıldamaktaydı. “Denildi ki, ‘Ya Nûh, sen ve beraberinde bulunanlardan (gelecek mü’min) ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle in’.” (Hud, 48) Nûh (as) ümmetiyle beraber yeni topraklara selâm ve bereketle indi. Kavmi ile çok uzun süre mücadelede bulunmuş, redde, hakaretlere, taş ve sopalara maruz kalmış, uğraşının ve çok şükredişinin bereketi olarak selâmete ermişti. “Biz onu da, gemi arkadaşlarını da selâmete erdirmiş ve bunu âlemlere bir ibret yapmışızdır.” (Ankebut, 15)

Kıssadan hisse

Bugün Nûh’un (as) gemisini aramak bir macera olmuştur. Sınırlarımız içindeki Ağrı dağında mı, Cudi’de mi, yoksa başka bir yerde mi olduğuna dair her kafadan değişik görüşler vardır. Her kesimin yanıldığı nokta ise şu: Aradan geçen 65 milyon gibi uzun bir zamanı göz önüne alırsak, dış aksamı metal olsa bile, gemi kalıntılarının bize ulaşması mümkün görünmemektedir. İstenen ve de önemli olan, kıssadan hisse alınmasıdır! Aslolan, Kelime-i Tevhîd’e tam mânâsıyla inanmaktır. İstediğimiz şekilde değil, istendiği şekilde îman etmeliyiz. Îman az da olsa, hafif de olsa şirk kabul etmez.

Ayrıca dâvâ adamı, bıkmadan ve usanmadan bütün zorluk ve tehlikelere göğüs gererek mücadele etmelidir. İnkâr ve şirke tamamen batmış toplumlarsa her iki cihanda da hüsrana uğrarlar. Böyle bir toplum, gücüne ve çoğunluğuna güvenerek mü’minlere hayat hakkı tanımazsa topluca azâba müstehak olarak helâk olur.

Zalimin ve zulmün yeryüzünü kapladığı durumda kurtuluş gemisi, İslâm esaslarıdır. Bu gemiye binen, bereket ve selâmet bulur. Başka alternatif vasıta arayanlarsa boğulmaya mahkûmdurlar. Nûh (as) kıssasında olduğu gibi, geçmişte yaşananlar, gelecekteki hayatımıza ışık tutmaktadır. Bunlardan ibret alınmalı, istikamet “sırât-ı müstakîm” olmalıdır.

“Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun.” (Saffat, 79)