Notla değil metotla öğretim

Ahlâkın güzelliği, bedenin sıhhati, renklerin eşsiz sanatı ve seslerin armonisi karşısında titremeyen kalplere matematik ne yapsın?

HER çocuğun doğuştan gelen bir merak eğilimi vardır. Çevresinde gördüklerine karşı oluşan bu merak duygusu gözlem ve deney yoluyla bilimsel bir biçim alır.

Yağmurun yağmasına, güneşin doğuşuna, ateşin dumanına tanıklık etmek, bir pastanın kremasını tatmak, fırından yayılan sütlacın kokusunu duymak, bir gelincik yaprağının kadifemsi dokunuşunu hissetmek insanın beş duyusuyla sağladığı bir öğrenim yoludur.

Evrendeki oluşum ve değişimleri teleskop yardımıyla gözlemlemek, ana renklerin karışımıyla oluşan ara renkleri, katı sıvı karışımlarının yoğunluklarını, bir böceğin larvasını laboratuvar ortamında incelemek de deney yoluyla bir öğrenim kazandırır. Böylece elde ettiği her iki değerlendirme, onu hem ilmî bir sonuca ulaştırır, hem de hayatın can damarına teneffüs ettirir.

Bir çocuk, yaşamın her kesitinde öğrenebilir. Okullarda sistemli ve düzenli bir öğrenme programı varken, hayatın kendi içerisinde kazanımlarını sonradan fark ettiğimiz, bir amaca hizmet etmeksizin yahut bir bilince bağlı kalmaksızın elde ettiğimiz öğrenme biçimleri vardır. Taklit ve gözlem yoluyla elde ettiğimiz bu informal öğrenme biçimi çevresel faktörlere dayanır ve ömür boyu devam eder. İstenen doğru davranışın yanında kopya çekmek gibi olumsuz davranışların da hayata geçirilmesi söz konusu olabilir.

Bir çiçeğin bakımını, kapının önünü temiz tutmayı, arabayı doğru yere doğru şekilde park etmeyi, engellilerin geçeceği yolu işgal etmemeyi, komşuluk haklarına riayet etmeyi, sır tutmayı, izinsiz bir başkasının eşyasını kullanmamayı önce ailesinde görür çocuk. Sonra da bu bilgiyi öğretmenleri ışığında sosyal bir çevre kabul edilen okul ile deneyimler ve pekiştirir.

Kavga eden iki çocuğun annelerine rast geldim bir gün. Annenin ifadesiyle bir çocuk diğer çocuğun karın boşluğuna tekme atmış. Dolayısıyla çocuk çok ağlamış. Anne hem kızgın, hem üzgün, hem telaşlı. Diğer anneye durumu anlatıyor. Diğer anne son derece rahat, “Çocuklar bugün kavga eder, yarın unutur” diyor. Her iki annenin olaya bakış açısı, ikâmet ettikleri apartmandan tutun, büyüdükleri çevreye kadar farklı oluşundan kaynaklanıyor. Tedirgin olan anne aileden birinin okulda yaşadığı travma sebebiyle okul olaylarından hep korkuyor. Sakin bir tavır sergileyen anne ise bir aile apartmanında yaşıyor. Küslük olmasın diye kimse kimsenin çocuğuna laf etmiyor ve böyle alışılageliyor. Bu öğrenme biçimleri kontrolsüzdür. Uzmanı yoktur, sağlaması yoktur, değerlendirme aracı ve plânı yoktur. Her birey karşılaştığı vaziyete rağmen farkında olmadan kendi öğrendikleri ile etkileşim sağlamaktadır.

Okulların her açılışında veliler arasında konuşulan bir mevzu vardır: “Sınavlar bu yıl kaldırıldı mı, kaldırılmadı mı?” Çünkü sınav kaygısı sadece çocuğun değil, bütün bir ailenin yemek sofrasında eksik olmayan tatsızlığıdır. Önce derin bir sessizlik, ardından yarım kalan lokmalar… Oysa insan yaptığı hatalarla eğlenebilir, onlara gülebilir. Sonra onu düzeltebilir. Sonunda ölüm yok ya! Ama doğru, karne var, değil mi? Sonra okul başarısı, sıralaması… Sonra diğer çocuklarla kıyaslama…

Kızım dördüncü sınıftan mezun olurken, ikinci dönem karne ortalaması e-Okul’da 84,8 puanla görünüyordu. Virgülden sonrasının ne kadar önemli olduğunu üniversite sınavlarında öğrenmiştik. Kızım bunu daha küçük yaşta tecrübe edecekti. Hafta boyunca “Acaba öğretmenim 0,2 puan vermiş midir?” diye e-Okul’u kontrol edip duruyordu. Bir yandan da “Öğretmenime söylesem mi?” diye düşünüyordu. Babası, “0,2 puan için kimseye boyun eğme kızım” dedi. Babasının sözlerinden ayrı bir ders ediniyor, sonucu sabırla beklerken ayrı bir ders.

Son gün geldiğinde, ismi okunan çocuklar tahtaya çıkıyor, takdirlerini göstere göstere çekilen fotoğraf karelerine giriyordu. Sıra kızıma geldiğinde o da her çocuk gibi karnesini aldı. Turuncu değil, yeşildi belgesi. Hiç sorun etmedi bunu; pozunu verdi, gülümsedi. O sırada öğretmeni karneyi ters çevirdi. Belgesi fotoğraf karesine girmedi. 0,2’lik bir buz tutulması yaşadık. Bazen incinmesin diye incittiklerimiz, yaralı bir tablo gibi asılı kalıyor gönül duvarımızda.

Kızımın kabullendiği bir durumun utanılacak bir duruma çevrilmesi trajikomik bir toplum gerçeği idi. Hayata tutunmak ve başarılı olmak için şefkat, sabır, doğruluk, cömertlik gibi erdemler de müfredat dâhilinde olması gerekmez miydi?

Nota bağlılık, öğretim metotlarımızı da heder eder hâle geldi. Yine katıldığım veli toplantılarında öğretmene öğretmenlik yapan, çocuğa yatkın en etkili metodu öğretmene anlatmaya çalışan velilerle karşılaşıyorum. Her ne olursa olsun, bir velinin öğretmen karşısındaki bu tarz eğilimlerini yakışıksız buluyorum. “Biz kendi çocuğumuza bakalım, öğretmen de işini yapsın” diyorum. Sonra bakıyorum, herkes çocuğun notunu hesap ediyor, deneme sınavlarının çetelesini tutuyor, okuduğu kitapların listesini öğretmenlere sunuyor. Kimse çocuğun hayâlleriyle, hisleriyle, okuduğu kitapların ona kattıklarıyla ilgilenmiyor. Sahi, çocuk daha o, değil mi? O bilmez, biz biliriz!

Sınıf birincisi olduğu aşikâr bir çocuğun ebeveyni, toplantı içerisinde sınıf öğretmenine çocuğunun durumunu soruyor. Güler misin, ağlar mısın? Gizli bir kıskançlık doğuyor hemen herkeste. “Maşallah” deyip tebrik ediyorlar anneyi. Çocuk bu hikâyenin neresinde, ben de bilmiyorum.

İlkokula yeni başlayan bir çocuğun motor gelişimini sınıf öğretmeni yeterli bulmamış, “Anaokuluna geri gitsin” tavsiyesinde bulunmuş. Tanıdığım biri olmasa buna gerçekten inanabilirdim. Ama biliyorum, çocuğun sadece teşvike, heyecanlandırılmaya ihtiyacı var. Bu da zor olmasa gerek. Kimse kusura bakmasın, istiyoruz ki, başarılı çocuk önümüze hop hazır konsun. Önceden çocuklar için “Yarış atına benziyor, ha bire koşturtuluyor” diye eleştirirdik, şimdi gördüğüm ve üzüldüğüm başka bir gerçek var: Artık öğretmenler yarışıyor!

Zannediliyor ki, sınıf notları ne kadar yüksek olursa, ödevler ne kadar çok olursa öğretmenler o kadar başarılı oluyor. Bana kalsa en iyi öğretmen, en iyi hissettiren öğretmendir. Güldürebilen, eğlenirken öğretebilen, dersleri ve hayatı sevdirebilen öğretmen…

Kullanılan beden dili, ses tonu ve demonstrasyon kolay kolay unutulmaz. Bu sebeple mezuniyet gecelerinin vazgeçilmez bir parçası, öğretmenlerin taklitleri olur hep. Biraz hareketlenmek bizden bir şey eksiltmez. Göze ve kulağa hitap eden her dersin izi kalır hafızalarda. Okullarda süs diye konulmamıştır mikroskoplar, iskeletler, yapay iç organlar ve çeşitli kimyasal deneyler. Biz öğrenciyken öyleydi. Kapı üzerindeki yuvarlak delikten görebilirdik sadece içeriyi. Buna nazaran şimdiki çocuklar hiç değilse laboratuvardan içeri adım attı diye ümit ediyorum. Çünkü dokunarak öğrenmek, meslekî ve teknik beceriler için çeşitli araç ve gereçlere erişim sağlayabilmek, öğretim alanında kalıcılık sağlaması için büyük önem arz eder.

Dersin çeşidine göre sözel metotlara da yer verilmeli. Öğrenci takrir ile etkili konuşma sanatını kavrar, soru-cevap ile cedel yöntemini ve tartışma tekniğini idrak eder. Analizle varlıkları ve olayları ayırır, sentezle yeniden bütünleştirip bir kompozisyon oluşturur. Bu metotlar bize sadece not değil, hayatı yorumlamayı da kazandırır.

Ve yine son katıldığım veli toplantısında bir anne, “Neden din dersi iki saat?” diye bir itirazda bulundu. Soru karşısında şaşıran sınıf öğretmeni, “Az mı buldunuz?” dedi. “Hayır” dedi, “Fazla buldum. Onun yerine bir saat daha matematik olsaydı”. Din kültürü ve ahlâk bilgisi dersinin, beden eğitimi, müzik ve resim derslerinin gereksinimi toplum tarafından fark edilmedikçe, çocukların iç dünyalarını gasp eden ebeveynler ve eğitimciler olarak daha çok metotlar üretir, kendi kendimize konuşur, ancak bir yol kat edemeyiz.

Ahlâkın güzelliği, bedenin sıhhati, renklerin eşsiz sanatı ve seslerin armonisi karşısında titremeyen kalplere matematik ne yapsın?