Niyet

Hangi adla anılırsa anılsın, hiçbir hakaret ve yergi, “ikaz ve hakkı tebliğ” kisvesinde insanın kalbine erişemez. Hiçbir tokat, sevgi pınarından taşan bir okşayış urbasında kendini gizleyemez. Hiçbir sövgü ise düzeltme, iyiye evirme lakaplı boyalarla kapatılamaz. Ve hiçbir nefret, sevgiye benzetilmiş bir tebessümle kalpleri kuşatamaz.

HER işte evvelâ niyet önemliydi, değil mi? Severken de, kızarken de, giderken ve dönerken de hep niyet… Hadiste de söylendiği gibi, “ameller niyetlere göre” idi (sav).

Çünkü amellerde hep eksiktik. Bazen iyi niyetlerle yanlışlıklar yapabilen arızalarımız vardı. Ama Allah’ın rahmeti ve merhameti o zaman bile bizimleydi. İnsanların aksine O, kalplerimize bakıyordu. Bazen iyiyi kötü lânse eden cehaletimiz, ancak O’nun inayetiyle bizi helak olmaktan kurtarıyordu.

İyi niyeti kalpte taşırken meydana gelen kusurlar, aksaklıklar bir şekilde tolere edilebiliyor, yanlış sonuçlar O’nun yardımıyla hasarsız bir nihayete erişebiliyordu. Ama bir de iyi niyetle tezyinlenmiş, hoş sözlerle betimlenmiş, yumuşatılıp biçimlendirilmiş kötülükler de vardı âlemde. Elbette bunları da bir gören, bir duyan vardı. İltifatın altındaki yergiyi, vermek için uzatılan elin düşmanlığını, gülen gözlerin altındaki sinsiliği bir açık eden vardı. O yüzden insan bir şekilde iyi görünenin altındaki art niyeti sezebiliyor ve böylece kendini güzel kisveli çirkinliklerin tuzağına düşmekten koruyabiliyordu.

Âlemde hiçbir şey vardığı sonuçla kıymet kazanmıyordu oysa… Bütün değer niyetteydi. Akıbet ise yalnızca Yaradan’ın bildiği ve O’nun izni dâhilinde var olabilecek bir kavramdı. Ama insanlar sonuçlara odaklandılar. Kötü hasletlerle varılmış gibi görünen iyilik taklitlerini yüceltirken, halis niyetlerle çabalanan güzelliklere sonuçsuz diye burun kıvırdılar.

Halis niyetler böylesi bir değersizliğe mahkûm edilirken, insanın birbirini yerme gayreti de paha biçilmez bir kıymete erişmişti sonunda. Yermenin, sövmenin, kırmanın ve yormanın adı iyi niyetli bir uyarıydı nihayetinde(!). Ama Rabbin katında işler hiç de öyle değildi. İnsanın “doğruyu anlatmak” olarak nitelendirdiği bütün art niyetli eylemler, kuşkusuz O’nun katında gerçek anlamıyla biliniyordu. İnsanın insanı böylesi bozuk düşünce kurgularıyla sevgisizliğe mahkûm etmesi, İlâhî nazarda bütün gerçekliğiyle yerini alıyordu. İnsanı aldatmanın peşine düşen hiçbir kalp karası yansıma Yaradan’dan gizlenemezdi. Ama aldatmak ve yıkmak kötü kalbin meşgalesi olduğundan, Yaradan’ı da ikna edebileceğini sandı. 

Bütün kıyacı karakteriyle eyleme ve söze dökülen o süslü, parıltılı sahtelikler, her yanından “Ben kötüyüm” diye haykıran bir bataklık kadar aşikârdı. Öyle bir bataklıktı ki, kötüyü iyiyle süsleme sanatı, en kuytu karanlıklarda bile bu kadar çirkinlik bağıramazdı. Ama bezeme ustası çok iyi bir kılıf nakşettiği konusunda kendinden öyle emindi ki kılıfın yanlarından taşan bataklık çamurunun bu kadar göz önüne düştüğünü keşfetmesi olanaklı değildi.

Niyet soyut, hareket somuttu. Ama soyut kavram, somut gerçeklerin ne olduğunu beyan eden bir saltanata sahipti. Yaradan kalplerdeki niyeti biliyor, ne kadar el ustalığıyla üstü örtülse de onu kabından taşan ve karşıya yansıyan bir kararda var ediyordu. Dil en güzel nağmeleri mırıldanıyor, ama o nağmeleri mırıldanan insanın ses tellerindeki art niyetse bir titreşim olarak kulakları tırmalıyordu. Göz en can alıcı ve okşayıcı tavrını takınırken, göz kapakları bu yalanı itiraf ediyor ve daha karşıya ulaşmadan tüm sırrı açık ediveriyordu. El, hayra uzanan bir masumane gösteriyle herkesi büyüleyecekken, altındaki art niyetse vücuttan yansıyan bir enerjiye dönüşüyor, gösteri daha başlamadan son buluyordu…

Niyet, gizli sanılan bir haykırıştı aslında. Hiçbir amel, içinde iyi niyet taşımadıkça arzuladığı değere varamıyordu. Varmış sanılıyor, aldanılıyordu. Kalplerdeki niyetin tasviriydi insan. Ne kadar süslese, ne kadar üstünü örtse, ne kadar fısıldasa duyuluyor, görünüyor, keşfediliyordu. İlk bakışta hareketin büyüsünde iyiyi ve kötüyü ayırt eden insan, en nihayetinde niyetlerdeki gizin sırrına eriyor, şık tasvirli motiflerin altında yatan bataklıktan kendini kurtarıyordu.

Günah ve sevap da böyleydi. Şeytan günahı devamlı beziyor, şekle büründürüyor ve insana sevap gibi sunuyordu. Ama kalp, Allah’ın hükmündeydi. Görünüş her ne kadar aldatıcı bir davetle insanı kendine çekse de gizlenen günah kalplerce seziliyor ve insanı bu sahte sitayişin cehennemine düşmekten alıkoyuyordu.

Âlemde hiçbir söz ve hiçbir eylem yoktur ki, önünde sonunda gerçek niyetini beyan etmesin. Bütün gösterişçi sunumlara inat, kalpteki niyet, “Ben buradayım” diye haykırmaya devam eder. Ve bu, hiç şüphesiz Allah’ın lütfudur. Gizlenen, süslenen ve farklı formlarda insanın güzel duygularına hitap eden bütün art niyetli paketlerin derunu, insana O’nun inayetiyle bir his olarak bahşedilir.

Hangi adla anılırsa anılsın, hiçbir hakaret ve yergi, “ikaz ve hakkı tebliğ” kisvesinde insanın kalbine erişemez. Hiçbir tokat, sevgi pınarından taşan bir okşayış urbasında kendini gizleyemez. Hiçbir sövgü ise düzeltme, iyiye evirme lakaplı boyalarla kapatılamaz. Ve hiçbir nefret, sevgiye benzetilmiş bir tebessümle kalpleri kuşatamaz.

Niyet; bir hareketten, dile gelmiş bir sözden, ellerin hükûmetinden ve bütün kanıtlanabilir ve de ölçülebilir gerçekliklerden daha fazla ayandır.