İNSANIZ ve isteklerimiz
bitmiyor. Maddî kaygılarımız bitse ruhsal endişelerimiz başlıyor. Hâl böyle
olunca, daima bir şeyler istiyoruz. İsteklerimiz hep en güzeli, en iyisi oluyor;
çünkü biz güzeliz ve güzele yakışıyoruz.
Fakat
zaman zaman isteklerimizin gerçekleştiğini, yine de bunun bizi memnun
etmediğini gözlemleyebiliyoruz. “Öyleyse biz nerede yanlış yapıyoruz?” diye
düşündüm. Büyüklerimiz, istemenin bir adâbı olduğunu ve hayırlıyı istemeyi
tembih ederler. Bu boşuna değil herhâlde... Derken, İsra Sûresi 20’nci âyette,
Rabbimizin buyruğu dikkatimi çekti: “Hepsine, (dünyayı isteyenlere de, âhireti
isteyenlere de) Rabbinin ihsanından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı
kısıtlanmış değildir.”
Ve
bir âyet daha (Mümin, 60): “Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim…”
İsteklerimize
karşılık bir cevap alacağımıza dair Rabbimizin vaadi olduğuna göre,
isteklerimiz konusunda titiz davranmamız gönül selâmetimiz için önem taşıyor.
Çünkü arayan, aradığını buluyor. Bulduğumuza burun kıvırmamak için aradığımızın
ne olduğundan emin olmamız gerekiyor. Dünya hayatı aramak ve bulmak arasında
geçmiyor mu zâten? Anlam arıyoruz, huzur arıyoruz, sıhhat arıyoruz… Ararken
geçen zamanda, bulduğumuza yükleyeceğimiz anlam değişiyor.
Örneğin
aramaya koyulduğumuz o ilk zamanlarda huzuru maddiyat ile bir bütün hâlinde
görürken, yolun sonuna geldiğimizde en kötü ihtimâlle, huzurun nerede
olmadığını öğrenmiş oluyoruz. Yani aramak yolculuğu bize mutlaka bulduruyor. Bir
sufi velîsi olan Bistamî’nin meşhur sözü geliyor aklıma: “Aramakla bulunmaz; bulanlarsa,
ancak arayanlardır.”
Hepimiz
“Bir”deniz, ancak hepimiz birbirimizden farklıyız. Dolayısıyla isteklerimiz,
kederlerimiz, beklentilerimiz birbirimizden çok farklı. Herkes istediği şeyin
bedelini ödüyor bu hayatta. İrâde ve imtihan arasında gücümüz yettiğince gidip
geliyor, bedelini ödeyebildiğimizi alıyoruz. Ya da bedelini ödeyemiyor, imtihan
oluyoruz. Yani bu dünya, isteklerimiz ve duâlarımızda samîmi olup olmadığımızın
daima test edildiği bir yer. Seçmece usûlü bir tezgâh... Kimi erken gelip en
güzelini alıp gidiyor, kimine pahalıya patlıyor, kimi bulduğu ile yetiniyor. Zaman
zaman da arayan, bulduğuna tamah ediyor; çünkü aramaktan bîtâb düşmüş.
Her
şeye rağmen, aramak ve bulmak üzere bir düzen taşıyan bu hayatta umudumuz
olmazsa nereye doğru koşacağız? Bir de umutsuzluğumuzun hesabını vermek
meselesi var tabiî. Teselli âyetlerinde sıkça zikredilir ki, “Rabbinizden
ümidinizi kesmeyin!”. Biz Rabbimizden ümidimizi kesmedik, ancak insanız ve
çağımız bizi zorluyor. İnsanız ve pek aceleciyiz. İstiyoruz ki, hemen, şimdi,
her şey güzel olsun. Güzelliklerin bedeline odaklanmaktan, güzelliğin kendisini
göremeyecek kadar kör olmuşuz ve söyleniveriyoruz her aksiliğe. Dilimize
ümitsizliği işleyen de bizim zihnimiz. Bir mutluluğumuz olduğunda “Allah
bozmasın”, bir karar verdiğimizde “Allah pişman etmesin”, “Allah ayırmasın”, “Allah
şaşırtmasın” diye kendimizce temennilerde bulunuyoruz. Hâlbuki Allah bozmaz,
Allah pişman etmez, ayırmaz ve şaşırtmaz. Bunu kendi elimizle, dilimizle,
zihnimizle ancak biz yaparız. Yapıyoruz da…
İsterken
gayet müşfik davrandığımızı zannetsek de aslında kötüyü kendi dilimizle
çağırıyoruz. Yani biz ümidimizi kesiyoruz farkında bile olmadan. Kimden ve
neyden şüphe ediyoruz da bir türlü teslim olamayıp aksilikleri muhakkak
zikrediyoruz? Böylece daha mı realist oluyoruz? Tozpembe hayatlar yaşanmadığını
biliyoruz elbette, ancak daima iyiyi ve güzeli istediğimize emin miyiz? Bir
mutluluğumuz olduğunda “Allah daim etsin” veya “Allah muhafaza etsin” demek,
fikrî olarak bile olumlu yönde etkiliyor insanı. Orada bir emânet var çünkü. İşi
ehline teslim etmek var. Biz güzelsek, güzeli çağıralım ve güzel olanı dileyelim.
Kalbimizi karartan dünya hâllerini duâlarımızdan men edip umutla isteyelim. Çünkü
Allah herkese istediğini verip, verdiğinden de hesaba çekecek.
Yani
isteklerimiz bize mesuliyetler yüklüyor. Sorumluluğunu kaldırabileceğimiz ve şikâyet
etmek yerine şükredebileceğimiz arzularımız gerek bu dünyaya.
Selâmetle
kalın…