Nisan yağmuru

Yaz, sonbahar, kış derken, yine bahara ulaşmıştı mevsimler. Yağmur toprağa, o ise Nisan yağmurlarına hasretti. Mırıldanmaya başladı: “Yanan, kavrulan bir ateştir bu, söndürülmez! Yüreklere su dökmeyi bir becerebilsem... Günler haftaları, aylar ise yılları geçmez! Zamanı geri almayı bir becerebilsem… Gökler gürleyip şimşekler çaksa bak, kesilmez! Sele dönüşen yağmuru bir becerebilsem…”

BAHARDI… Dışarıda yağmur vardı…

Gözleri pencereye takıldı. Çok geçmeden, bir önceki yağmurdan kalan izler ve top koşturan öğrencilerin kramponlarından yükselen tozla kaplanmış cam yüzeyin pırıl pırıl oluverdiğini gördü ve “Nasıl oluyor da ocakta kızaran kum kütlesi böylesine bir berraklığa, saydamlığa erişebiliyor?” diye düşünmeye başladı.

İşte tam o esnada dışarıdan içeriye bir bahar dalı uzanıverdi! Rengârenk çiçekler arasından içeriye ulaşan bir dal, dalda çiçeğe gebe bir çift tomurcuk… Tomurcuk ki, ceylan gözünü andıran irilikte…

Bakışlarını pencereden ayırmadan öylece kalıverdi. Boynunun uzadığını, pencerelerin ortadan kalktığını, kuş cıvıltılarının, seken topun ve kendini rüzgâra salan yaprakların çıkardığı sesin kulaklara üşüştüğünü, en önemlisi de çiseleyen yağmurun ocakta eriyen kum taneleri kadar olmasa da “kızardığını”, bir melâlin yüzünü yalayarak geçtiğini hissetti.

İçerideki seslere ve bakışlara aldırış etmeden ayağa fırladı ve pencereye yaklaştı. Uzanıp dokunmak istedi ama camların yerli yerinde olduğunu fark etti. Bozuldu bozulmasına, lâkin belli etmeden ellerini pencereden gerisin geriye çekti.

İmdâdına dersi bitiren teneffüs zili yetişti. Camları döven yağmurun içine doğru aktığı anda, parmakları pencere koluna uzandı ve hızlıca sola doğru büküverdi. Ellerini pencereden ayırmadı; daha doğrusu ayıramadı. Çünkü zangır zangır titriyordu. Zor da olsa pencere kanadını araladı, dışarıdaki baharı olabildiğince içine çekti. Yüzüne yerleşen o kordan alev yerini huzur veren serinliğe, sonrasında ise tebessüme bıraktı.

Deklanşöre basan fotoğrafçı misâli, zihnine kazıdığı o kare ile kaç gündüz ve kaç gece geçirdiğini hesap dahi edemedi. Hâkezâ, takvimlerden kaç yaprak düştüğünü de… Zaten matematikle arası iyi değildi…

Kendini, bir anda onun geçtiği yollarda buluvermişti. Buraya hangi el tarafından ve ne ara sevk edildiğine aldırış etmeden, yerinden fırlayan bakışları yeniden yakalamak için yolları arşınlamaya devam etti.

Adını bilmiyordu ama hayâline nakşettiği o birkaç damla için “Nisan yağmuru” yakıştırmasını yapabildi ancak. Ne de olsa yağmur bereket ve temizliğin sembolüydü; şiirlere, hikâyelere, romanlara ve naatlara konu olmuştu.

Ona göre ne bahar bitmişti, ne de yağmur. Yağmurun bittiği yerde gözleri devreye giriyordu. Yüzü, bomboş caddeleri ve çıkmaz sokakları andırıyordu. Yanaklarına inen her damla, eski bir izin üzerini temizliyordu.

Geceler uzamış, sabahlar gecikmişti

Sırtını döşeğe vermiş hâlde, gözlerini tavana dikip göreceği rüyânın provasını yapıyordu. Erikler kızarmış, hatta kurumuştu. Sarı başlı rüşeymler hasat edilmiş, üzümler ve cevizlerse başak edilmişti. Yaz, sonbahar, kış derken, yine bahara ulaşmıştı mevsimler. Yağmur toprağa, o ise Nisan yağmurlarına hasretti. Mırıldanmaya başladı: “Yanan, kavrulan bir ateştir bu, söndürülmez! Yüreklere su dökmeyi bir becerebilsem... Günler haftaları, aylar ise yılları geçmez! Zamanı geri almayı bir becerebilsem… Gökler gürleyip şimşekler çaksa bak, kesilmez! Sele dönüşen yağmuru bir becerebilsem…”

İlk dokunuş

Ninesinden duyduğu “Nisan yağmuru kalbe şifâdır” sözüyle yüksekçe bir yere genişçe bir leğen yerleştirdi ve dolmasını bekledi. Gerçi her düşen damla kapta kalmıyordu, ama birkaç günlük sabrının mükâfatını fazlasıyla almayı başarmıştı. Birikenleri dikkatlice küçük bir şurup şişesine aktardı. Hani şifâydı ya, kabı da şifâyı andırmamalıydı. Bu, ilk yakınlaşması ve ilk dokunuşuydu. Üzerine son kullanma tarihini de ekleyerek tahta raflar arasında birbirine sırt vermiş, henüz kalaylanmış bakır tabaklar arasında saklayıverdi.

Ona yakın olmak için denemediği yol ve yöntem kalmamıştı. Kâh bir düğün halayında, kâh bir cenaze merasiminde… Ya bir kaldırım izinde ya da iki perdelik oyun içinde… Başrol onun, sahne onun, ses onundu. Öyle ki, kulisteki hava dahi onundu. Suflör, kalın siyah perdeyi aralayıp sahneyi dolduran iri gözlü ceylanı izlemeye koyulmuştu ki onun sektiğini gördü; “bitkindi”… Belli ki zâlim bir avcının amansız takibinden kaçırmıştı bedenini. Ama en çok gözlerini… Onu bu hâlde görmeye daha fazla dayanamadı ve kendini bir anda dışarıda, sokaklarda deli danalar gibi koştururken buldu.

Nereye gittiğini bilmese de derman aramaya gittiğini çok iyi biliyordu. Zamanla yarış içindeydi. Çok geçmeden yağmur baladı. Islanmaya aldırış etmeden avuçlarını duâya açıverdi ve damla damla yağmur biriktirdi. Elleri, ayakları, hatta kalbi titriyordu. Rüzgâra teslim olmuş ipek şal, kurak toprakla buluşan yağmur damlası gibiydi.

Şifâlı sular

Titrek ellerini ceylana uzattı, ceylan kana kana içti. Ninesi düştü aklına, “şifâydı Nisan yağmuru”… Şifâ olana şifâ taşımıştı ne de olsa. Gözlerindeki ay ışığı yansımasını, dişlerindeki bulut beyazını, yanaklarındaki kızıl elmayı, hepsini aynı anda görmüştü. Kanatanmış bir üveyki andırıyordu. Yere göğe sığmıyordu sevinci.

Sonra anladı ki, “Nisan yağmuru” sadece “şifâ” değil, aynı zamanda karları eriten, rahmetli suları çoğaltan ve kardelenlere baş uzattıran bereketti. Hem mevsimleri yeniliyordu, hem de gözyaşı çukurlarını. Dağları, bahçeleri ve ağaç dallarını mesken tutmuş çiçeklere sarı, yeşil, mor ve beyaz renkler taşıyordu. Dağların yamacına leylak, sümbül, papatya, kaya diplerineyse kekik oluyordu…

Bahar da, yağmur da şimdi emin ellerde!

Zahmetlere rahmet, dertlere devâ, hastalara ise şifâdır Nisan yağmuru. Sürünenlere zehir, yüzenlere inci, uçanlara baldır Nisan yağmuru. Gurbete düşenlere umut, çölde kalanlara âb-ı hayat, fideye can suyudur Nisan yağmuru. Çorak topraklara bereket, kuruyan gönüllere merhamet, içmeyene nedâmettir Nisan yağmuru. Sevgidir, hoşgörüdür, şefkattir; Zemzem’e denktir Nisan yağmuru. Kirlerden, günahtan, hatadan arınma kurnasıdır Nisan yağmuru.

Şimdi ıslanmak vaktidir, yanmak değil!

“El salladım arkan sıra/ Sen görmesen de…/ Bir bûse kondurdum/ Kırmızı yanaklarına/ Ta o günden bu yana...”