BAHARDI… Dışarıda
yağmur vardı…
Gözleri pencereye takıldı. Çok
geçmeden, bir önceki yağmurdan kalan izler ve top koşturan öğrencilerin
kramponlarından yükselen tozla kaplanmış cam yüzeyin pırıl pırıl oluverdiğini
gördü ve “Nasıl oluyor da ocakta kızaran kum kütlesi böylesine bir berraklığa,
saydamlığa erişebiliyor?” diye düşünmeye başladı.
İşte tam o esnada dışarıdan
içeriye bir bahar dalı uzanıverdi! Rengârenk çiçekler arasından içeriye ulaşan
bir dal, dalda çiçeğe gebe bir çift tomurcuk… Tomurcuk ki, ceylan gözünü
andıran irilikte…
Bakışlarını pencereden
ayırmadan öylece kalıverdi. Boynunun uzadığını, pencerelerin ortadan
kalktığını, kuş cıvıltılarının, seken topun ve kendini rüzgâra salan
yaprakların çıkardığı sesin kulaklara üşüştüğünü, en önemlisi de çiseleyen
yağmurun ocakta eriyen kum taneleri kadar olmasa da “kızardığını”, bir melâlin
yüzünü yalayarak geçtiğini hissetti.
İçerideki seslere ve
bakışlara aldırış etmeden ayağa fırladı ve pencereye yaklaştı. Uzanıp dokunmak
istedi ama camların yerli yerinde olduğunu fark etti. Bozuldu bozulmasına, lâkin
belli etmeden ellerini pencereden gerisin geriye çekti.
İmdâdına dersi bitiren
teneffüs zili yetişti. Camları döven yağmurun içine doğru aktığı anda,
parmakları pencere koluna uzandı ve hızlıca sola doğru büküverdi. Ellerini
pencereden ayırmadı; daha doğrusu ayıramadı. Çünkü zangır zangır titriyordu.
Zor da olsa pencere kanadını araladı, dışarıdaki baharı olabildiğince içine
çekti. Yüzüne yerleşen o kordan alev yerini huzur veren serinliğe, sonrasında
ise tebessüme bıraktı.
Deklanşöre basan fotoğrafçı
misâli, zihnine kazıdığı o kare ile kaç gündüz ve kaç gece geçirdiğini hesap dahi
edemedi. Hâkezâ, takvimlerden kaç yaprak düştüğünü de… Zaten matematikle arası
iyi değildi…
Kendini, bir anda onun
geçtiği yollarda buluvermişti. Buraya hangi el tarafından ve ne ara sevk edildiğine
aldırış etmeden, yerinden fırlayan bakışları yeniden yakalamak için yolları
arşınlamaya devam etti.
Adını bilmiyordu ama hayâline
nakşettiği o birkaç damla için “Nisan yağmuru” yakıştırmasını yapabildi ancak.
Ne de olsa yağmur bereket ve temizliğin sembolüydü; şiirlere, hikâyelere,
romanlara ve naatlara konu olmuştu.
Ona göre ne bahar bitmişti,
ne de yağmur. Yağmurun bittiği yerde gözleri devreye giriyordu. Yüzü, bomboş
caddeleri ve çıkmaz sokakları andırıyordu. Yanaklarına inen her damla, eski bir
izin üzerini temizliyordu.
Geceler uzamış, sabahlar
gecikmişti
Sırtını döşeğe vermiş hâlde,
gözlerini tavana dikip göreceği rüyânın provasını yapıyordu. Erikler kızarmış,
hatta kurumuştu. Sarı başlı rüşeymler hasat edilmiş, üzümler ve cevizlerse
başak edilmişti. Yaz,
sonbahar, kış derken, yine bahara ulaşmıştı mevsimler. Yağmur toprağa, o ise
Nisan yağmurlarına hasretti. Mırıldanmaya başladı: “Yanan, kavrulan bir ateştir
bu, söndürülmez! Yüreklere su dökmeyi bir becerebilsem... Günler haftaları,
aylar ise yılları geçmez! Zamanı geri almayı bir becerebilsem… Gökler gürleyip
şimşekler çaksa bak, kesilmez! Sele dönüşen yağmuru bir becerebilsem…”
İlk dokunuş
Ninesinden duyduğu “Nisan
yağmuru kalbe şifâdır” sözüyle yüksekçe bir yere genişçe bir leğen yerleştirdi
ve dolmasını bekledi. Gerçi her düşen damla kapta kalmıyordu, ama birkaç günlük
sabrının mükâfatını fazlasıyla almayı başarmıştı. Birikenleri dikkatlice küçük
bir şurup şişesine aktardı. Hani şifâydı ya, kabı da şifâyı andırmamalıydı. Bu,
ilk yakınlaşması ve ilk dokunuşuydu. Üzerine son kullanma tarihini de ekleyerek
tahta raflar arasında birbirine sırt vermiş, henüz kalaylanmış bakır tabaklar
arasında saklayıverdi.
Ona yakın olmak için
denemediği yol ve yöntem kalmamıştı. Kâh bir düğün halayında, kâh bir cenaze
merasiminde… Ya bir kaldırım izinde ya da iki perdelik oyun içinde… Başrol
onun, sahne onun, ses onundu. Öyle ki, kulisteki hava dahi onundu. Suflör,
kalın siyah perdeyi aralayıp sahneyi dolduran iri gözlü ceylanı izlemeye
koyulmuştu ki onun sektiğini gördü; “bitkindi”… Belli ki zâlim bir avcının
amansız takibinden kaçırmıştı bedenini. Ama en çok gözlerini… Onu bu hâlde
görmeye daha fazla dayanamadı ve kendini bir anda dışarıda, sokaklarda deli
danalar gibi koştururken buldu.
Nereye gittiğini bilmese de
derman aramaya gittiğini çok iyi biliyordu. Zamanla yarış içindeydi. Çok
geçmeden yağmur baladı. Islanmaya aldırış etmeden avuçlarını duâya açıverdi ve damla
damla yağmur biriktirdi. Elleri, ayakları, hatta kalbi titriyordu. Rüzgâra
teslim olmuş ipek şal, kurak toprakla buluşan yağmur damlası gibiydi.
Şifâlı sular
Titrek ellerini ceylana
uzattı, ceylan kana kana içti. Ninesi düştü aklına, “şifâydı Nisan yağmuru”… Şifâ
olana şifâ taşımıştı ne de olsa. Gözlerindeki ay ışığı yansımasını,
dişlerindeki bulut beyazını, yanaklarındaki kızıl elmayı, hepsini aynı anda
görmüştü. Kanatanmış bir üveyki andırıyordu. Yere göğe sığmıyordu sevinci.
Sonra anladı ki, “Nisan yağmuru”
sadece “şifâ” değil, aynı zamanda karları eriten, rahmetli suları çoğaltan ve
kardelenlere baş uzattıran bereketti. Hem mevsimleri yeniliyordu, hem de
gözyaşı çukurlarını. Dağları, bahçeleri ve ağaç dallarını mesken tutmuş
çiçeklere sarı, yeşil, mor ve beyaz renkler taşıyordu. Dağların yamacına
leylak, sümbül, papatya, kaya diplerineyse kekik oluyordu…
Bahar da, yağmur da şimdi
emin ellerde!
Zahmetlere rahmet, dertlere
devâ, hastalara ise şifâdır Nisan yağmuru. Sürünenlere zehir, yüzenlere inci,
uçanlara baldır Nisan yağmuru. Gurbete düşenlere umut, çölde kalanlara âb-ı
hayat, fideye can suyudur Nisan yağmuru. Çorak topraklara bereket, kuruyan
gönüllere merhamet, içmeyene nedâmettir Nisan yağmuru. Sevgidir, hoşgörüdür,
şefkattir; Zemzem’e denktir Nisan yağmuru. Kirlerden, günahtan, hatadan arınma
kurnasıdır Nisan yağmuru.
Şimdi ıslanmak vaktidir,
yanmak değil!
“El salladım arkan sıra/ Sen görmesen de…/ Bir bûse kondurdum/ Kırmızı yanaklarına/ Ta o günden bu yana...”