Nine, yılların acelesi var, değil mi?

Bacakların belki basamakları yavaş çıkıyor, ama hafıza çıkınında ne altın tecrübeler gizli. Ah ninem! Sizler dört kitabın manasını çözdünüz, bizler elifte takılı kaldık. Şimdikilerin yave boş sözleri, şuh kahkahaları… Hâlbuki sizler bilirdiniz tuz ekmek hakkını, nimetin kadrini bilir de şükreder, hikmete sabrederdiniz, değil mi?

GÜNEŞİN guruba kayıp günün akşama dönmesi, bitişle başlangıcı anımsatan ufuktaki kızıllık yine seni duygulandırdı mı ninem? Yavru kedi gibi bağrına sığınan, başını okşadığın şu torunun da olmasa dünya çekilemez oluyor değil mi?

Kuru, kırışık ellerin, yılların seni nasıl ezdiğini anlatıyor. Ama yüreğin ninem, yüreğin, yılları avuçlamış yüreğin, pek çok olayda kanamış. Ne acılar kanatmış içini ki ufka böyle derin, bilge bakıyorsun. Güneş guruba kayıyor, aynı ömrün gibi. Ömür kadranındaki akrep makberi gösteriyor; dostların kapını çalmaz oldu, çoğu ya hasta ya da terk-i dünya ettiler, değil mi?

Zaman ağızda eriyen şeker gibi çabuk bitiyor. Şu alçak tepeyi bir nefeste çıkarken, şimdi dizlerin çıkamıyor, değil mi? Ah be ninem! Sabun kokan, tespih tutan ellerinle torununun başını okşarken bakışların nasıl da buğulanıyor. Hayat ne kadar yalan, ne kadar kısa… Nehirdeki baloncuklar gibi bir anda belirip hemen sönüveriyor değil mi? Nine, yılların acelesi var, değil mi? 

Nine, artık ne dağlardan esen ıtırlı kokular, ne ılgınlara değen rüzgârlar açıyor sineni, değil mi? Kapandı duygularının her satırı bin nasihat dolu defteri. Bir tek Kuran-ı Kerim inşirah sebebi, sanki her bir satırı nevbahar meltemi.

Ömrünün sonbaharında hâlâ birkaç sözün kaldı ise anlat da dinleyelim, o gönül denizinden ne sular akmış? Gün guruba kaymadan anlatıversen, o ellerin ne ağırlıkları kaldırdı, kış ayazında nasıl dondu, yazın nasıl kavruldu, ne zaman sabır taşını taşımaktan yoruldu?.. Bir tek şu torununun saçları merhem ellerinin yarasına, değil mi?

Biz, elifte takılı kaldık

Ah hayat! İnsanların omzuna ne yükler bindiriyorsun da böyle çökmüş kalakalıyorlar. Sonra geçmişe bakıp heba olan yıllarını düşündükçe sancılar sarıyor dört bir yanını. Dünya! Hiç vefalı değilsin, sende ne kadar çok kalırsak, bizi o kadar yıpratıyorsun. Ah ninem! Dünyanın vefası yok ve yılların acelesi var, değil mi?

Bacakların belki basamakları yavaş çıkıyor, ama hafıza çıkınında ne altın tecrübeler gizli. Ah ninem! Sizler dört kitabın manasını çözdünüz, bizler elifte takılı kaldık. Şimdikilerin yave boş sözleri, şuh kahkahaları… Hâlbuki sizler bilirdiniz tuz ekmek hakkını, nimetin kadrini bilir de şükreder, hikmete sabrederdiniz, değil mi?

Ne olaylar yaşadın, neler işittin, şimdikiler sizin gibi sabırlı değil. Sizler sabrı bilirdiniz, şimdikilerse ne dünyayı biliyorlar, ne ahireti, değil mi? Hâlbuki siz yokluğu da bilirdiniz, sözün karşısındaki sükûtu da, değil mi? Hele anlatsana… Kırk yamalı hırka sahibi Hızır bilirdiniz her geleni, her sözü nasihat, eren bilirdiniz büyükleri. Şimdikiler ne Taptuk’u bilir, ne Emre’yi. Eğlenceden başka şey bilmez olmuşlar değil mi?

Nine! Sizler çözmüşsünüz hayatın kördüğümünü, o yüzdendir her olay karşısında böyle sükûnetle kalabilmeniz. Ölümün künhünü, hayatın bilmecesini, yaşamın öbür yüzünü, her gelişin gidişini… Gençlikte nefsin en önde koşar, bedenin nefsinin ardında, aklınsa en arkada, ama yaşlandıkça aklın önde, nefsin onun ardından, bedeninse hep geride kalır da yetişemez akıl ve nefsin hızına, değil mi?

Yakarak yiten serinlik

Ömrün, dağların zirvesindeki kar gibi çok ve ulu durmasının rağmına hemen eriyip bittiğini, yılların ve ayların acele ile geçtiğini bilirsiniz değil mi, hayatın bir yudumda bittiğini, bir avuç soğuk su gibi içerken boğazı yakan serinliğini bilirsiniz, gençliğin hükmünün çabuk kalktığını, zamanın insana ihanetini? Nine, yılların acelesi var, değil mi?  

Siz dünyayı da iyi bilirsiniz, uzun görünüp aslında çok kısa olan, yazın yere düşen yalancı gölgeler gibi uzun zannedilen yılların aslında ne kadar kısa olduğunu, görünenlerin başka rengini, eşyanın hakikatini, perdelerin ardındaki sırları… Hiçbir şey dışarıdan gözüktüğü gibi değil, değil mi?

Nine, ihtiyarlık nasıl gelir? Kapıyı çalmadan, ömrü çalacak hırsız gibi yavaş yavaş mı, kanı emen sivrisineğin uyuşturarak emmesi gibi anlamadan mı? İnsan yavaş yavaş mı değişir? “Daha uzun zaman var” dersin, uyur ve uyanırsın, uyandığında zamanın değil de kendinin geçtiğini anlarsın… Ve anlarsın ki akan zaman, tersine dönmez asla, biteviye akarsın boşluğa. Kum saatindeki kumlar gibi akarsın başka dünyaya… Nine, yılların acelesi var değil mi?

Yüze çizgiler nasıl düşer, sonbaharda dalından rüzgârla kopan sararmış yaprak gibi mi, fırçası elinde insan yüzü çizen ressamın, çizgiler oluşturan fırçasının mahareti gibi mi? Nasıl düşer ki çizgiler yüze? Neden “zaman”, geçtiği yerde iz bırakır? Neden yaşlanırız? Her çizgi bir tecrübe mi? Çizgiler, akan zamanın üzerimizden geçerken bize döktüğü kalıp mı?

Hiçbir şey heyecan vermiyor eskisi gibi. Dünyadaki hiçbir şeyin üzülmeye değmediğini de öğrendiniz, yeter ki ahiretine zarar verecek bir şey olmasın, değil mi? Dünyadaki her şey rüya ile hayalin arasında bir katmanda ve günü gelince herkes katılacak o sevkiyata, o yüzden dünyadaki hiçbir şey sevinmeye veya üzülmeye değmiyor, değil mi?

Bir sümbül gibi dağılmaya meyyal ömür, kırılgan ve naif bir gelincik gibi. “Ne zaman yaşadık, ne zaman yaşlandık” diyorsun değil mi? Zaman çabuk geçiyor, çok acelesi var, değil mi? 

Doğum-ölüm

İnsan doğuyor, hemen büyüyor, hemen ölüyor. Genç, yaşlı, mevta… Ölüm, yaşlanmayı da beklemiyor çoğu kez, gençler takılıyor oltasına. Anlat ninem, Azrail nasıl haber vermeden gelir? Ne yaşına bakar, ne geleceği zamanı bildirir. Dün çocuk, yarın yetişkin, hepsi hepsi birkaç yıl… İnsan ne çabuk değişiyor değil mi?

Beden makinesinin üzerinde, akıl şoförünün kılavuzluğunda, doğuş çizgisinde başlayıp ölüm çizgisine doğru, bize çizilen güzergâhta ilerliyoruz. Açarsın bohçaları hiç hesap yapmadan, hiç kaçmadan, ne varsa alırsın ve yaşarsın payına biçilen libasları. Uzun gelir bazen olayların ceremesi, kısa gelir bazen neşenin cilvesi, yaşarsın işte yük katarı sana ne getirdiyse. Yani kader çizer bütün desenleri. Zaman ne kum saatinin içindeki kumlarda, ne saat kadranındaki rakamların arasında. Zaman, levh-i mahfuzdan gelen elin üzerimizdeki ayarında, değil mi?

Çok kaldıkça dünya ağır geliyor, yaşadığın olaylar, dertler acılar, imtihanlar... Geçemediğin imtihanın ağırlığı omzunu düşürüyor değil mi? Bütün gemileri rüzgâr ölüme sürüklüyor değil mi? Kara yel, lodos, poyraz, ne fark eder, hepsi makberi gösteriyor. Yok başka menzil, bu gemi, kader suyunda kabre sürükleniyor, değil mi? İnsan, vücut gemisinde yolcu, “kader” de kaptan değil mi?     

Nine! Ölümü, firakı anlıyorum da, ya bu ihtiyarlık neyin nesi, hikmeti ne ola? Güzelliklerin geçici olduğunu, hayatın -yağmur suyunda akıp giden tuvale boyanan resim gibi- bir görünüp hemen kaybolduğunu,  bunu unutan insanınsa nisyanda olduğunu hatırlatıyor ihtiyarlık, değil mi?

Türküde “Bir insan ömrünü neye vermeli?/ Harcanıp gidiyor ömür dediğin…” diyor. Sahi ne çabuk harcanıp gidiyor ömür dediğin? Yılların niye acelesi var? Bu soru, dünyaya hükmeden insanın çözemediği tek bilmece. Düşündükçe, treni kaçıracak yolcu telaşı sarıyor tüm benliğimi. Ah ninem! Biliyorum, saik olduk yola düştük, geldik, gideceğiz… İşte bu, eşyanın hakikati!..

“Yıllar geçer aklımın aynasından,/ Zaman akar yüzümün kıvrımlarından,/ Eskir eşya,/ Eskir dostlar,/ Eskir mekânlar,/ Eskir dünyalar/ Ve gençleşir ölüm…”