Nimetin hikmeti

İnsanın bir ağaç misâli başı göklerde, kökü topraktadır. Köksüz olan hiçbir şey hayata tutunamaz. İnsan da böyle… Bu yüzden modern hayatın bize getirdiklerine sevinirken, götürdüklerini de görebilecek bir şuur kazanmalıyız.

BİR bardak suda dahi yedi tane sünnet olduğunu kabul eden bir inanca sahibiz. Sadece bir bardak suda besmele çekmek, oturarak içmek, sağ el ile içmek, üç yudumda içmek, bardağa üflememek, ikramda bulunmak ve içtikten sonra “Elhamdülillah” demek gibi sünnetler bulunmaktadır. Hattâ bir de denir ki, “Bir pirinç tanesi, kırk tane İhlâs Sûresi ile yaratılmıştır”. Verilen nimetlere hiç bu nazardan bakmış mıydınız?

İnandığımız dine göre yaşamak, toplumsal hastalıklarımızın tek ilâcıdır. Bunu hiçbir bilimsel kaynağa başvurmadan hem kalben, hem dil ile tekrar edersek, gerçekten de durumun böyle olduğunu göreceğiz. Modern toplum yapılanması içinde yaşantımızdaki her şey yerini değersiz olana bırakırken, bunların en önemli olanlarından biri de yeme içme kültür ve âdâbımızın değişmesi ve önlenemez şekilde artan israfımızdır.

Mensubu olduğumuz din ve onu bize anlatan Peygamberimiz (sav), bize sadece ahiretimizi kazandıracak ahlâkî ve dinî meselelerden değil, aynı zamanda mükemmel bir yaşam şeklini aktarmaktadır. Bugün yaşantımızın her saniyesini değerli kılan ve insana faydası olduğu birebir ispatlanabilen Peygamberimizin davranışları, yine biz ümmetini hem diri tutacak sıhhati, hem huzur bulacağı bir yaşantıyı, hem de itaat ederken ibadet etmiş olmayı bize kazandırmaktadır.

Bu anlamda Peygamber Efendimizin (sav) davranışlarını yani “sünnetini” birebir hayatımıza işlediğimizde her dakikamız ibadete dönüşebilir. Üstelik sünnet olanı yapabilmek için ayrıca zaman oluşturmaya gerek kalmadan, sadece gündelik hayatımızı sünnete göre düzenlemek bile yeterlidir. Az önce de dediğim gibi, sadece bir bardak su ve yedi tane sünnet işlemek bizim elimizdedir.

Ne yazık ki her geçen gün sadece ibadete dönüşen sünnetten değil sadece, geleneklerimizden, âdâbımızdan, kültürümüzden ve giderek kendi öz benliğimizden uzaklaşıyoruz. Bunun sebepleri özenti, modern yaşam, doyumsuzluk, uyumsuzluk gibi uzayan bir listeye sahip. Aile içinde bireyler arasındaki bağ her geçen gün zafiyete uğruyor sanki. Eve aç gelen çocukların yemek kültürü, bir iki saate babanın da eve gelip hep birlikte akşam yemeği yemek gibi aileyi birleştirici işlevinden, acıktığın anda yemek yeme yani sadece karnını doyurma işlevine doğru evirilmiş durumda. Hâlbuki aile bireylerinin aynı anda sofra başında oturması, basit bir fizyolojik ihtiyaç olarak tüketmekten ziyâde, aileyi bir süreliğine de olsa bir araya toplama, yemek yeme için belirli saati bekleme ve o saatte evde bulunmaya özen gösterme gibi aileyi aile yapan bütüncül işlevlere eriştirir. Sadece bir akşam yemeğinin neticesi dahi budur.

Ülke olarak ekonomik anlamda fazla ileri seviyelere gelmiş olmamızdan kaynaklıdır sanırım alışveriş merkezlerinin yemek bölümündeki izdihamlı yemek servisleri. Her gördüğümde şaşırıyor, üzülüyor, anlam veremediğim hislere kapılıyorum. Sanırım daha çok üzülüyorum. Üzülmemiz gerekli bence. Biz ki, “Komşusu açken tok yatan, Bizden değildir” diyen bir medeniyetin öncüleriydik, böyle olmamalıydık.

Yanlış anlaşılmasın, dışarıda yemek yenilmesine karşı olamam elbette ama bu AVM önlerindeki boşluklarda, açık alanda oturup yemenin ne kadar etik ve ne kadar rahat olduğu konusu tartışılmalı. Aileyle yemeğe gidildiğinde annelerimizin garsonlara veya orada bulunan erkeklere sırtlarını dönerek yemek yediklerine şâhit olan bir neslin aktarımıyız. O durumdan bu vaziyete geçiş, düşündürücü olmalı.

Fakat bu hâl her geçen gün giderek artıyor. Geçmişte annelerimiz komşumuza bir tabak içinde pişirdiğinden gönderirken üzerini kapatırlardı. Şimdilerde “husûsî” olarak göstermek gibi bir çabaya anlam vermek imkânsız. Yediğimizi, içtiğimizi, gezdiğimizi birilerine ispat etmek istercesine yapan bir yaşamın kölesi olduk. Hiç kimse kimsenin göz hakkını, nefsini veya fiziksel-ekonomik şartlarını önemsemeden, sırf göstermek adına fotoğraflar çekip sosyal medyada birebir paylaşıyor yediklerini.

Bugün birçok kesim ekonomideki olumsuzluklar veya birkaç kuruşluk poşet fiyatından şikâyet ediyor. Diğer şehirlere nazaran büyük olmayan Erzurum’da yaşıyorum, günün belirli vakitlerde evimin bulunduğu sokağın bir başından bir ucuna gezsem, inanın abartmıyorum, belki çöp kenarlarına veya bahçe duvarlarına asılı beş altı poşet bayat ekmek toplayabilirim. Yeme içme âdâbı ve kültürü şöyle dursun, nimete olan saygımızı da mı kaybettik?

Bugün gerek televizyonda, gerekse sosyal medyada ispat niteliği taşıyan asitli içecekler ve hamburgerlerin zararları aileleri hiç mi hiç rahatsız etmiyor. Çocuk yaşlardaki bireylerin obez olma ihtimâlleri her geçen gün artarken, hızlı yemek (fastfood) tüketimi, eğitimli olan ebeveyn kesimin dahi gözünü kırpmadan yaptığı bir tüketim hâline gelmiş durumda. Çocukları bile bunlarla tanıştırarak ödül niyetine yediriyorlar. Kola, özellikle Ramazan ayında sofranın olmazsa olmazlarının başında geliyorsa, aile evlâdına karşı hiç mi ebeveyn olma içgüdüsü taşımıyor?

Saydığım sonuçların izleri, derinlerdeki özenti duygusundan öteye geçemiyor. Etnik durumu, hangi statüde olduğu önemli değil, insanlarda bitmeyen bir Batı özentisi var. Anlam veremediğimiz birçok şey âniden giriyor yaşamımıza. Sorgulamadan kabulleniyoruz bu durumu. Bizi kültürümüze, alışkanlıklarımıza, geleneğimize ve âdâbımıza düşman edercesine tavır takındıran özentidir bu. Öyle ki, toplumuna, geçmişine, tarihine, ailesine ve en nihayetinde de kendisine düşman olan bir nesil oluşturdu bu özenti. Bu olumsuz değişimi başka ne ile ifade edebilirsiniz?

İnsan “şükrü” unutur mu hiç? Unutur. Şükrü bilmeyen bu çağ, şükrü unutturur insana. İnsan fıtratından uzaklaşmaya meylettikçe, bu çağ insana bir hamur gibi yeniden şekil verir. Ortaya ne mi çıkar? Şöyle bir etrafa bakınmak yeterli… Hâlbuki nimetin nimet olduğunun farkına varıp şükretmek de insana ikinci bir nimettir.

Demek ki çözüm, senelerce okullar okuyup diplomalar almak veya parka çocuğumuzu çıkardığımızda çevreye nispet davranışlar sergilemek değil yahut dinî vecibeleri yerine getirmeden ve yerinde yaşamadan aksesuar niyetiyle taşımak veyahut da sosyal medyada hoş görüntü veren yaşamlar değil. Çözüm bizde, hep “Yarın olur” diye beklettiğimiz davranışlarımızda.

Çözümü sayfalarca kitap okuyarak da bulamayız okunanı davranışlarımızla hayata aktarmadıkça. Çözüm, o yıllarca hakir gördüğümüz büyüklerimizin bizlere verdikleridir. O verilen kültür ve âdâbı hayatımızdan çıkarmaya çalışıp yerini dolduracak anlamı koyamadıkça, eksiklikler yeni bir aksaklığı ortaya çıkaracak ve bizler hatâyı nerede yaptığımızı düşüneceğiz.

İnsanın bir ağaç misâli başı göklerde, kökü topraktadır. Köksüz olan hiçbir şey hayata tutunamaz. İnsan da böyle… Bu yüzden modern hayatın bize getirdiklerine sevinirken, götürdüklerini de görebilecek bir şuur kazanmalıyız. Kökten aldığımız yaşamsal değerleri bazen aynı şekilde, bazen değiştirerek, bazen de üzerine eklemeler yaparak kültür aktarımını gerçekleştirmeliyiz.

Yoksa hayata sadece tüketmek için gelmiş gibi, hiçbir nimetin hikmetine varmadan yaşayıp gideceğiz. Böyle daha ne kadar yaşanabilirse?